Friday, April 27, 2007

Genel Başkanı Baykal CNN Türk’te, “Para Gücüyle, Çıkar Vaadiyle Cumhurbaşkanlığı Seçimi..."


-"Dün gece Başbakan'ın çok içli dışlı olduğu ve bütün Türkiye'nin tanıdığı bir işadamı arkadaşının bir milletvekilimize, 'maddi, manevi ne istiyorsan söyle, yalnız Meclis'e gir' dediğini biliyorum. Para gücüyle, çıkar vaadiyle cumhurbaşkanlığı seçimi..."

-"Milletvekilleri şu anda büyük bir haysiyet sınavı veriyorlar. Parlamentoda ezici bir çoğunluğun bu sınavı başarıyla vereceğine inanıyorum"

-“Anavatan ve DYP Genel Başkanlarını kutluyorum. Onların da büyük bir haysiyet sınavı verdiğini ve şu ana kadar gayet sorumlu ve dürüst bir şekilde çalışmalarını sürdürdüklerini biliyoruz”

-"Bu noktadan sonra 3 milli görüşçü devletin zirvesinde tepeden aşağıya sıralanırsa ve Türkiye'nin bağımsız kurumları onların takdirine, kadrolaşma anlayışlarına, zihniyetlerine, emanet edilirse Türkiye çok ciddi sıkıntıyla karşı karşıya kalır"

-“Bu süreçte CHP'ye çok haksızlık yapıldı. Bunlardan biri sine-i milletle ilgiliydi. Biz, bu yanlış olur, tam tersi meydanı bırakmak olur diyorduk. Sine-i millete dönmüş olsaydık bugün Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olurdu, Abdullah Gül ile ilgili konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürme imkanımız olmazdı, biz devre dışı kalırdık"

-“Bir başka haksızlıkta, “Neden aday çıkarmıyorsunuz” şeklindeydi. Aday çıkarsak meclise girecek ve 367’yi isteme, bekleme hakkını kaybedecektik”

-"Başbakan daha önce '367 önemli değil' diyordu, önemli değilse şimdi niye çırpınıyorsun o zaman?"

-"Öyle anlaşılıyor ki, AKP, 4.5 yıllık iktidar uygulaması sonucunda normalleşme sürecini, kendisinin normalleşmesini sürecini tamamlayamamıştır"

-"Seçimlerde yeni bir siyasi dengeyi inşa etmek istiyoruz. O siyasiyi dengeyi artık sağ-sol dengesi diye anlamak doğru değil"

-"O siyasi dengeyle Anayasa'ya, Cumhuriyet'e Türkiye'nin birikimlerine sahip çıkma anlayışıyla bir araya gelen merkezin sağındaki, solundaki merkezdeki tüm insanların el ele vererek Türkiye'yi bu milli görüş despotizmine sürüklenmekten kurtarmak zorundayız"

-"Cumhurbaşkanlığı seçimi AKP'nin, toplumun, Anayasa'nın, anayasal düzenimizin doğal merkez partisi haline dönüşmesini sağlamış olsaydı bu Türkiye için önemli bir kazanç olacaktı"


İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle "milletvekillerinin büyük bir haysiyet sınavı verdiğini" belirterek, "Dün gece Başbakan'ın çok içli dışlı olduğu ve bütün Türkiye'nin tanıdığı bir işadamı arkadaşının bir milletvekilimize, 'maddi, manevi ne istiyorsan söyle, yalnız Meclis'e gir" dediğini biliyorum. Para gücüyle, çıkar vaadiyle cumhurbaşkanlığı seçimi..." dedi.



Baykal, CNN Türk'te katıldığı Ankara Kulisi programında, Fikret Bila ve Murat Yetkin’in cumhurbaşkanı seçimine yönelik sorularını yanıtladı.

İlk tur oylamayla ilgili "367 tartışmalarına" yönelik bir soru üzerine, "Tarihi bir gün yaşandığını" belirten Baykal, "Bir cumhurbaşkanlığı seçimi bu kadar yanlış, bu kadar dağınık, nereye varacağı öngörülmeden yönlendirilmemişti. Bir karmaşa içindeyiz şu anda" dedi.

Süreç daha akıllıca yönetilmiş olsaydı bugün daha başka bir noktada olunacağını kaydeden Baykal, "Doğrudan iktidarın anlayışı ve uygulamalarıyla Türkiye’nin bugün bir çıkmazla karşı karşıya kaldığını söyledi.

Kendisinin de başlangıçta ilk tur oylamaya 367 milletvekilinin katılımının zorunlu olduğu yönündeki görüşü önemsemediğini ancak bazı ciddi hukukçular bu konuda dikkat çekince incelediğini ve konunun önemini farkederek, iktidara da bu yönde uyarıda bulunduğunu hatırlatan Genel Başkan Baykal, Uzlaşarak bir cumhurbaşkanı arayışına girilmiş olsaydı bugün yaşanan sorunların olmayacağını belirtti.


Anayasa'nın cumhurbaşkanı seçimini düzenleyen 102. maddesinin 1. fıkrasında, "Cumhurbaşkanı TBMM üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ile ve gizli oyla seçilir" hükmünün yer aldığını, ardından diğer fıkralarda turlarda seçilmek için gerekli oyların sıralandığına dikkat çeken Deniz Baykal, birinci fıkranın bir "şemsiye düzenleme" olduğunu ve bu düzenlemenin bütün turlarda katılım açısından üçte iki çoğunluk bulunmasını zorunlu kıldığını söyledi. Baykal, "Üçte iki çoğunluk sözü bir temenni değil bir düzenlemedir" dedi.

CHP Genel Başkanı Baykal, TBMM Genel Kurulu'nda ilk tur oylamaya 367 milletvekilinin katılmaması durumunda Anayasa Mahkemesi'nin var olan hukuki ihtilafı karara bağlayacağını kaydederek, "Bu ciddi bir konudur. Eğer ciddiye alınmış olsaydı bugün bu noktaya gelinmezdi. Uzlaşmayla üçte ikiyi sağlayacak bir mutabakatı Meclis'te sağlamak mümkündü" dedi.



Gelinen noktada çok üzüntü verici gelişmeler yaşandığını belirten Baykal, şunları söyledi; "Dün gece Başbakan'ın en yakın bir işadamı arkadaşının, çok içli dışlı olduğu ve bütün Türkiye'nin tanıdığı bir işadamı arkadaşının bizim bir milletvekilimize, 'maddi, manevi ne istiyorsan söyle, yalnız Meclis'e gir" dediğini biliyorum. Para gücüyle, çıkar vaadiyle cumhurbaşkanlığı seçimi... Zaten cumhurbaşkanlığı seçimi yanlış yönetiliyor, bütün Türkiye ayakta, herkes tedirgin. Bu seçim şu andan itibaren çürümüştür. Bütün bu olaylar bu seçimi bir çürüme tablosuyla karşı karşıya bırakır. Milletvekili arkadaşımız '6 defa telefon geldi' diyor. Maddi çıkar sağlayacak her şeyi araya koyuyorlar"

Başbakan'ın daha önce "367 önemli değil" dediğini belirterek, "Önemli değilse şimdi niye çırpınıyorsun o zaman? Niye? Çünkü bu ciddi, önemli bir hukuki düzenleme" diyen Baykal, "Milletvekillerinin şu anda büyük bir haysiyet sınavı verdiğini" belirterek, bütün baskılar karşısında direnmenin çok önemli olduğunu, parlamentoda ezici bir çoğunluğun bu sınavı başarıyla vereceğini söyledi.

ANAVATAN ve DYP Genel Başkanlarını da kutladığını, onların da büyük bir haysiyet sınavı verdiğini ve şu ana kadar gayet sorumlu ve dürüst bir şekilde çalışmalarını sürdürdüklerini kaydeden Baykal, "Umut ediyorum parlamento bu baskılara direnecektir ve 367 bulunmayacaktır ve biz Anayasa Mahkemesi'ne götüreceğiz. Anayasa Mahkemesi'nin alacağı karar da artık herkesi bağlayacaktır" dedi.

Bütün bu gelişmelerin öngörülmemiş olmasını yadırgadığını belirten Baykal, şöyle devam etti:"Hiç farkına varmadan ülkeyi bir çıkmaza doğru yönlendirdiler. Üstelik biz uzlaşmaya açık bir tavır sergiledik. AKP'li bir milletvekilinin seçilmesi ihtimalini hiçbir şart altına kabul etmem diye bir tavır da takınmadım. Şartlarımızı söyledik; anayasaya içtenlikle inanacak, ahlaklı, dürüst olacak, devlet kurumlarına saygısı olacak, bir rövanş anlayışı, cumhuriyetle hesaplaşma anlayışı içinde olmayacak... Böyle birisini bulabiliriz, biz de destek verebiliriz dedik. Hayır biz yapacağız dediler."


Bu süreçte CHP'yi sine-i millete dönmediği için eleştirenler bulunduğunu kaydeden Baykal, "Biz, bu yanlış olur, tam tersi meydanı bırakmak olur diyorduk. Sine-i millete dönmüş olsaydık bugün Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olurdu, Abdullah Gül ile ilgili konuyu Anayasa Mahkemesi'ne götürme imkanımız olmazdı, biz devre dışı kalırdık" dedi.

Baykal, "Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanı adayı olmadığı ancak kendisine çok yakın bir isim olan Abdullah Gül'ün aday gösterildiği" hatırlatılarak, "Şimdi siz hedefinize ulaşmış oluyor musunuz? CHP'ye yönelik böyle bir eleştiri de var, bir şey değişmedi diye" sorusu üzerine "Süreç bitmedi ki. Bu telaş niye? Bizim ne yapmaya çalıştığımızı herkesin dikkatle anlaması lazım" dedi.

Anayasa Mahkemesi'ne başvurmaları ve mahkemenin 367 katılımı gerekli görmemesi durumunda ne olacağına ilişkin soru üzerine de Baykal, "O zaman yapacağımız şey şu ana kadar yaptığımızı sürdürmektir. Türkiye'nin önümüzdeki seçimlerde yeni bir siyasi dengeye oturmasını sağlamaya çalışmaktır. Şimdi biz bir sakıncayı önlemeye çalışıyoruz" dedi.


CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Öyle anlaşılıyor ki, AKP, 4.5 yıllık iktidar uygulaması sonucunda normalleşme sürecini, kendisinin normalleşmesini sürecini tamamlayamamıştır. Yani cumhurbaşkanlığı seçimi AKP'nin, toplumun, Anayasa'nın, anayasal düzenimizin doğal merkez bir partisi haline dönüşmesini sağlamış olsaydı bu Türkiye için önemli bir kazanç olacaktı" dedi.
Baykal, CNN Türk'te katıldığı Ankara Kulisi programında cumhurbaşkanı seçimine yönelik soruları yanıtlarken, "Başbakan aday olmadı, bunu hedefliyordunuz ama Abdullah Gül aday oldu ne fark etti?" sorusunu üzerine "O aday oldu ortalık ne oldu. Biz bunları önlemeye çalışıyorduk. Yani bizim 'başbakan olmamalıdır' şeklinde götürdüğümüz kampanya, Başbakan'ın anlayışı, zihniyeti, üslubuyla ilgiliydi. O çok doğal olarak Sayın Arınç'ı, Sayın Gül'ü de kapsıyordu" dedi.


"O aşamada, Arınç' telaffuz bile etmedim. Yalnızca 'Başbakan olmamalıdır' dedim" ifadesini kullanan Baykal, şöyle devam etti: "Yani 'söz konusu olamaz' diye götürdüm. Öyle anlaşılıyor ki, AKP, 4.5 yıllık iktidar uygulaması sonucunda normalleşme sürecini, kendisinin normalleşmesini sürecini tamamlayamamıştır. Yani cumhurbaşkanlığı seçimi AKP'nin, toplumun, Anayasa'nın, anayasal düzenimizin doğal merkez partisi haline dönüşmesini sağlamış olsaydı bu Türkiye için önemli bir kazanç olacaktı."


Başbakan Erdoğan'ın TBMM'de basın toplantısı düzenleyeceğinin belirtilmesi üzerine Baykal şunları söyledi; "Benim bu basın toplantısından bir bekleyişim yok. Bu konuda yeni bir açılım beklemenin anlamı yok. Başbakan ta başından beri bu süreci AKP'nin iç işi gibi görmüştür. Adaylığı kendi milletvekillerinden bile saklayarak son dakikalara kadar kendi içindeki süreçle yönetmiştir. Bu süreçle de kendinin olmasının yanlış olacağı gerçeği ortaya çıktıktan sonra, Türkiye'nin bunu aşamayacağını, ta 14 Nisan'da meydanlara kadar toplumun her kesiminden yapılan açıklamalarda ortadaki çok açık gerekçelerle, bizim 34 madde olarak ta yılbaşında saydığımız gerekçelerle olmaması gerektiği, artık halkın ezici çoğunluğunun tercihi olarak ortaya çıktıktan sonra olamayacağını gördü. O noktada alması gereken tarihi karar şu idi: Uzlaşmayla cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkacak, Anayasa'yı içine sindirmiş bir Cumhurbaşkanı'nı parlamentoda uzlaşmayla müzakereyle oluşturmak. Bunu reddetti. Tam tersine cibilliyetsizliğimize saldırdı... 'Zaman israfı olur' diye aklınca hakaret etti. Aynı şekilde Anavatan Partisi'ne yönelik o değerlendirmeleri yaptı. Meydan okudu dünyaya."

Başbakan Erdoğan'ın kendisini Cumhurbaşkanı olamayınca "Toplumun kabul edebileceği birisini çıkarabilir miyim" diye bir arayış içine girdiğini belirten Baykal, "Ona da partisi izin vermedi. Partisinin buna izin vermemesinin anlamı büyük. AKP içindeki dengenin, milli görüş kimliğinin AKP'yi tutuyor olduğu gerçeği fevkalade önemlidir. AKP'nin normalleşemediğini, toplumla uyum içinde parti haline dönüşemediğini cumhurbaşkanlığı seçiminde gördük" diye konuştu.

Genel Başkan Baykal, "Erdoğan'ın istemediği halde bu dayatma sonucunda milli görüşçü çizginin iç çekirdeğinin bir parçası olarak Abdullah Gül'ü aday olarak göstermek zorunda kaldığını" belirtti.


"Bizim bundan memnun olmamız söz konusu değil" diyen Baykal şöyle dedi; "Biz, Başbakan'ın kişiliği etrafında bir anlayışa karşı mücadele verdik. Başbakan bu mesajı aldı. Bunun gereğini yapmayı denedi ve başaramadı. Çünkü parti içindeki yapı buna müsait değildi. Zaten biz de bunu bildiğimiz için o yapıya Türkiye'nin Cumhurbaşkanlığını, Başbakanlığını, Meclis Başkanlığını, yargısını, üniversitelerini, silahlı kuvvetlerini emanet etmenin çılgınca bir şey olduğunu görüyorduk. Onu önlemeye çalışıyorduk. 'Bunlar değişti' diye bir avutma, sindirme kampanyası yürütüldü. Ortada ciddi gerçekler var. Türkiye kamplaşıyor. Cinayetler birbirini ardına ortaya çıktı. Bunun altında bu kutuplaşmanın; bu çatışmanın, meydan okumanın bir katkısı yok diyebilir miyiz?"

CHP Genel Başkanı Baykal, "Sayın Gül'ün uyumlu bir şekilde ülkeyi yönetmeyeceğine inanıyor musunuz? Bunu mu söylüyorsunuz?" sorusunu ise şöyle yanıtladı. "Bu inanç meselesi değil. Bir defa bunu hukukla, Anayasa ile önlemeye çalışıyoruz. Birileri diyor ki, 'niye bunu mahkemeye götürüyorsunuz?' Hukuka karşı bir olupbittiyi kabul etmemizi istiyorsunuz. Biz 'hukuka uygun olarak bu işi yürütün' deyince, 'Vay kriz çıkarıyorsunuz' diyorsunuz. Krizi siz Anayasayı ihlal ederek yaratıyorsunuz. Bizim Anayasal sistemimizde dayatmacı cumhurbaşkanlığı yok. Uzlaşmacı cumhurbaşkanlığı var. Siz 'dayatmacı cumhurbaşkanını kabul edin, mahkemeye gitmeyin' diyorsunuz. Böyle bir şey yok. Anayasa Mahkemesi niçin var, hukuk niçin var? Hukuk elbette işleyecek. Hukukla bunu önlemeye çalışacağız. Meclis'te haysiyetli, şerefli milletvekillerinin direncini ayakta tutarak bunu önlemeye çalışıyoruz. Bunları başarabilirsek mesele yok. 3'te 1'lik bir parlamento çoğunluğuyla bunu yapmaya çalışıyoruz."

Toplumun en önemli ağırlık merkezlerinin tüm çağrılarına rağmen "duruma seyirci kalındığını" belirten Baykal, "Bunlar seyrettikleri halde biz bunu bu noktaya getirdik. Bu noktadan sonra 3 milli görüşçü devletin zirvesinde tepeden aşağıya sıralanırsa ve Türkiye'nin bağımsız kurumları onların takdirine, kadrolaşma anlayışlarına, zihniyetlerine, emanet edilirse Türkiye çok ciddi sıkıntıyla karşı karşıya kalır" dedi.



"İlk aylarda kamuoyuna rahatlamak için, böyle bir tehlike olmadığı izlenimini vermemek için bütün şirinlikler yapılacaktır, yapılmaktadır" diyen Baykal, bunlarla insanların kendilerini aldatmasının mümkün olmadığını belirterek şunları söyledi;

"Biz çok iyi biliyoruz. Bakın devlet içinde kadrolaşma ne hale geldi, güvenlik güçleri ne hale geldi? Güvenlik güçleriyle devletin başka güvenlik güçleri arasındaki ilişki ne hale geldi? Yaşadığımız cinayetler karşısında bir türlü konunun iç yüzünün ortaya konulamamasının arkasında neler yatıyor?
Birdenbire saldırılar çok rahatlıkla yapılabilir hale geldi? Bu vahim bir gidiş. Bunu durdurma lazım. Bunu durdurmak için seçime kadar gidecek olan sürede tüm Türkiye'yi bu tehlike karşısında uyarmaya çalışacağız. Tüm bunları görüyoruz. Bu vahim bir gidiş... Seçime kadar tüm Türkiye'yi uyarmaya çalışacağız. Umut ediyorum, seçimlerde tüm bunlar işlemez ise işlerse de tehlike devam ediyor. Seçimlerde yeni bir siyasi dengeyi inşa etmek istiyoruz. O siyasiyi dengeyi artık sağ-sol dengesi diye anlamak doğru değil. O siyasi dengeyle, Anayasa'ya, Cumhuriyet'e, Türkiye'nin birikimlerine sahip çıkma anlayışıyla bir araya gelen merkezin sağındaki, solundaki merkezdeki tüm insanların el ele vererek Türkiye'yi bu milli görüş despotizmine sürüklenmekten kurtarmak zorundayız."

Deniz Baykal, "Anayasa Mahkemesi iptal kararı verirse. AKP ile CHP'nin yeni bir uzlaşma zemini bulması mümkün mü?" sorusunu "AKP'nin böyle bir esneklik gösterme şansı olmadığını son adaylık sürecinde gördük" şeklinde yanıtladı.

Baykal, "Bu konuda, AKP yepyeni bir noktaya gelir, Arınç'ın, 'illa bizim çemberden birisi olacak' ısrarı kırılabilirse başından beri söyledik, bu konulara açık, iyi niyetle bakıyoruz. Bizim için ideali önce seçim yapılması, sonra cumhurbaşkanı seçilmesidir. İyi niyetle CHP ile görüşülmesinin bir zaman israfı olmadığını kabul ederlerse oturur elbette bakarız. Sorun yaratmak değil, Türkiye'yi doğru istikamette tutmaya çalışıyoruz" dedi.


"Anayasa Mahkemesi iptal ederse yeni bir seçim takvimi mümkün mü? Yoksa direkt seçime mi gidilir?" sorusuna da Genel Başkan Baykal şu yanıtı verdi; "Benim anlayışıma göre, Sayın Gül ve Sayın Ersönmez Yarbay istifa ederler, adaysız kalır süreç. Onun üzerine bunlar da 367'nin gerektiğini artık anlamışlardır. Daha 16 Mayıs'a kadar süre vardır. Hemen, derhal yeni bir cumhurbaşkanlığı süreci kararlaştırılır. Yeni adaylıklar talep edilir. O adaylıkların 3'te 2 mutabakatla 367'yi sağlayacak şekilde oluşmasına yapılacak temaslarla fırsat verilir. Mutabık kalınan isin aday olur. Sonra o aday etrafında belki birinci turda da seçim yapılır ve 16 Mayıs'a kadar bile yetiştirilmesi mümkün olur."

“Gözler ANAVATAN Partisi ve DYP'de. Oturuma katılıp katılmayacakları konusunda belirsizlikler var. Her iki partiyi de 'seçime katılmazsınız halk sizi affetmez' eleştirisi yöneltiliyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?" sorusu üzerine Baykal, "Söylediğiniz düşünce, Anavatan Partisi ve DYP'yi baskı altına almaya yönelik. AKP'lilerin geliştirdiği bir gerekçe" dedi.


"Bir siyasi parti konumunu başka siyasi partilere bakarak değil kendi doğrularına bakarak belirler" diyen Baykal, şöyle devam etti:
"Biz böyle yapıyoruz. Biz hiçbir zaman komplekse kapılmadık. Gerektiği zaman destek olduk AKP'ye... İnançlarımıza aykırı bir durum gördüğümüz zaman karşı çıktık. Bunu çok net bir şekilde götürüyoruz. Aynı şekilde Anavatan Partisi de ve DYP de AKP karşısındaki konumunu belirleyecektir. AKP'nin olup bittisine, dayatmasına; kendileriyle hiç istişare edilmemesine rağmen dayattığı adaya destek olunacak mı bütün mesele bu dur. Bu onların önümüzdeki seçimlerde AKP karşısındaki konumlarını belirleyecek. Yani burada AKP'ye teslim olup sonra da tartışmak doğru olmayacak. Ben, Sayın Ağar'ın da Mumcu'nun da iyi bir sınav vereceklerini umut ediyorum. O konuda tereddüdüm yok."

Thursday, April 26, 2007

Genel Başkan Baykal; “Gül de, Sayın Erdoğan Gibi Milli Görüş Rahleyi Tedrisinden Geçmiştir. Orada Şekillenmiştir”


-“Abdullah Gül’ün anlayışı, duyguları, düşünceleri milli görüş ortamının, ikliminin eseridir. Ama, Gül’ün, özellikle bu son dönemdeki uygulamaları, onu milli görüş çizgisinden top yekûn teslimiyet çizgisine çekmiştir”
-“Artık böyle Hıristiyan kulübü Avrupa Birliği, yok İslam Dinarı, Amerika’ya, Avrupa Birliğine, İsrail’e meydan okuyan tavırlar, bunların hepsi bitmiştir. Şimdi, askerlerimize çuval geçiren o acı elim olay karşısında sesi soluğu çıkmayan süklüm püklüm bir Dışişleri Bakanı vardır”

-“Başbakan Erdoğan, Gül Cumhurbaşkanı, Arınç Meclis Başkanı, böyle bir tablonun, Türkiye’nin gerçeğine de, ihtiyaçlarına da uymadığını, Anayasasının değerlerini sahiplenemeyeceğini, Türkiye’de rejimin işleyişini her türlü kontrol, fren, denge mekanizmalarının dışına çekeceğini ve bunun çok ciddi sıkıntılar, sakıncalar doğurabileceğini görüyoruz”

-“Bilmeliyiz ki, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı adayı olmadıysa, olamadıysa millet onu kabul etmediği içindir”

-“Sizlerden aldığım güçle, daha aylar öncesinden, kafaların arkasındaki niyetler daha netleşmeden olmaz, olmayacaktır, olmamalıdır deme gücünü sizlerden almıştım”

-“Hiç kuşku duymayın, o Tandoğan Meydanı’nda bir araya gelen bir milyon insan, O büyük güç, o büyük birikim önümüzdeki büyük seçimde de zaferin sağlanmasını güvence altına alacaktır”

-“Cumhurbaşkanlığı kapalı devre ve AKP’nin kendi iç işi gibi algılanmış ve öyle yönetilmiştir”

İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, Grup toplantısında, son siyasi gelişmeleri değerlendirdi.


Genel Başkan Deniz Baykal’ın Grup toplantısında yaptığı konuşma şöyle:



Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, değerli arkadaşlarım, sevgili misafirlerimiz; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum. (CHP sıralarından alkışlar) Sizlerle, Cumhuriyet Halk Partisi Grup toplantısında bir arada olmaktan büyük bir mutluluk duyuyorum. Bugün, yine çok önemli bir gelişmenin hemen ertesinde bir aradayız. Türkiyemizi yakından ilgilendiren çok temel bir konuyla ilgili gelişmeyi hep birlikte değerlendireceğiz Ben, bütün vatandaşlarımı, bu aşamaya hep birlikte gelmeyi sağlamış olan bütün vatandaşlarımı sevgilerle, saygılarla selamlıyorum. Türkiye’de yeni bir noktada bulunduğumuzu ve bu noktadan sonraki gelişmeleri, yine hep birlikte yönlendirmeye devam edeceğimizi ifade etmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinin en son aşamasına geçmiş bulunuyoruz. Adaylık belirlemeyle ilgili tartışmalar son noktaya geldi. Yarın saat 24.00’e kadar adaylık ilan etme imkânı vardır, fakat AKP yönetiminin Cumhurbaşkanlığı tercihi netleşti. Bu adaylık konusunda durumun artık aydınlığa kavuşmakta olduğunu bize gösteriyor. Bu tablo üzerinden bir değerlendirme yapmak imkânımız doğmuştur, bunu birlikte gerçekleştireceğiz.


Değerli arkadaşlarım, önce, Cumhurbaşkanlığı konusunu konuşurken görev başında bulunan 10’uncu Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’e, bir kez daha şükranlarımızı, saygılarımızı ifade etmek istiyorum. (Alkışlar) Gerçekten, Türkiyemizin çok güç bir döneminde çok muhtaç olduğumuz anlayışı, bir yaklaşımı, bir duyarlığı Çankaya’da kararlılıkla, tutarlılıkla, cesaretle sürdürdü ve yedi yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminin en son aşamasına geldi. Geride bıraktığımız dönemde çok büyük sorunlar yaratabilecek olan gelişmeler, Sayın Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığının katkılarıyla denetim altına alınabilmiştir. Çok önemli tarihî bir işlev yerine getirilmiştir. İnanıyorum, milletimiz şükran duygularını daima ifade edecektir. Öyle anlaşılıyor ki, gelecekte Sayın Ahmet Necdet Sezer’in bir Cumhurbaşkanı olarak değeri çok daha da iyi anlaşılacaktır. (Alkışlar) Tarih de, hiç kuşku duymuyorum, Sayın Ahmet Necdet Sezer’i, ülkemizin çok seçkin, çok başarılı, Anayasayı özümsemiş, devletin temel konularını, sorunlarını kavramış, görevini başarıyla yapan bir Cumhurbaşkanı olarak onu kaydedecektir, değerlendirecektir. Bu aşamada ne zaman bir Cumhurbaşkanlığı konusu konuşma ihtiyacıyla karşı karşıya kalsak, hemen aklımıza, doğal olarak var olan Cumhurbaşkanımıza olan şükran duygularımızı ifade etmek geliyor. O nedenle, bugünkü konuşmada da, Cumhurbaşkanımıza saygılarımı sunarak başlamak istiyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, Cumhurbaşkanlığı makamının önemi, özelliği ortada, genel olarak önemi, özelliği ortada, ama içinden geçmekte olduğumuz dönemde, yani Parlamentoda toplumun üçte birlik desteğiyle, üçte ikilik bir Parlamento çoğunluğu oluşturan bir siyasi partinin, Anayasa, Türkiye’nin tarihî gelişimi ve dönüşümü konusundaki tereddütleri gerçeği karşısında, Cumhurbaşkanlığı konusunun önemi, değeri çok daha fazla ortaya çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı bizde, rejimimizin bir anlamda hem temsil bakımından hem de yönetiminde yanlışlıkların engellenmesi açısından çok önemli fren yetkileri olan, yanlışa engel olma şansına sahip, en yukarıdan yanlışa engel olma şansına sahip, en tehlikeli yanlışları önleyebilme şansına sahip fevkalade önemli bir yönetim noktası. Cumhurbaşkanlığı bu bakımdan çok büyük önem taşıyor, hele yanlışlığa eğilimli bir siyasi iktidarın iş başında bulunduğu dönemlerde, Cumhurbaşkanlığının değeri, önemi çok daha artıyor. Geride bıraktığımız dönemde, zaten Cumhurbaşkanlığı bu açıdan çok büyük önem taşıdı. Önümüzdeki dönemde bu ihtiyacın çok daha yüksek bir biçimde ortaya çıkacağına inanıyorum. Bu önümüzdeki döneme yönelik görevimizi, sorumluluğumuzu çok daha artıran bir tabloyla karşı karşıya kalacağımızı bize ifade etmektedir.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye bir hukuk devleti. Türkiye, gelenekleri olan, kurumları oturmuş, demokratik bir mekanizmayı yıllarca başarıyla işletmiş bir parlamenter rejim Türkiye. Geleneğimiz var, kurumlarımız var, hukukumuz var, Anayasamız var, bu çerçevede içinde Türkiye, önüne gelen sorunları çözecek. Hükümetler gidecek, hükümetler gelecek; Cumhurbaşkanları gidecek, Cumhurbaşkanları gelecek; seçimler yapılacak, parlamentonun yapısı değişecek, yeni parlamentolar ortaya çıkacak; bütün bunların çerçevesi kuralı Anayasamızda yerini almış durumda. Hepimiz, Anayasamızı, ülkemizin temel referans noktası olarak görüyoruz ve onun önemini, değerini biliyoruz ve onu işletmek istiyoruz. Anayasamızın tabii iki yönü var, iki boyutu var. Birisi koyduğu mekanizmalar var. Her bir iş nasıl yapılacak, onun mekanizmasını koymuş Anayasamız, o işleyecek. O mekanizmalar doğru işleyecek, Anayasa nasıl öngördüyse o şekilde işleyecek. Her önemli konu, her yetkili organ tarafından kararlaştırılacak. Bu konularda hiçbir tereddüt yok, ama Anayasamızın bir özü var, Anayasamızın ilkeleri var, Anayasamızın sahip çıktığı değerler var, bunlar da işleyecek. Anayasamızın özüyle mekanizması birlikte işleyecek. Anayasamızın öngördüğü mekanizmalar, Anayasamızın özüne, içeriğine, değerlerine, ilkelerine uygun bir biçimde işleyecek, ideali bu, güzeli bu, doğrusu bu, yapmamız gereken bu. Ama, bu konuda zaman zaman sıkıntılar çıkıyor. Zaman zaman Anayasamızın mekanizmalarıyla Anayasamızın değerleri arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. İşte bu, toplumda çalkantılara, tartışmalara, krizlere yol açıyor. Böyle tablolar karşısında ne yapacağız? Yine Anayasamıza sahip çıkarak, Anayasamızın özünü de, mekanizmalarını da birlikte sahiplenerek milletimizi, halkımızı ikna ederek, halkımızın desteğini alarak o uyumu, o bütünleşmeyi gerçekleştireceğiz. Bizim görevimiz, sorumluluğumuz budur, bunu yapmak durumundayız.


Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı fevkalade önemli bir makam. Burada süresi biten bir Cumhurbaşkanının yerine bir yeni Cumhurbaşkanının seçilmesi söz konusu. Zaman, süre, bizi bu aşamaya getirdi. Bu noktada Cumhurbaşkanı seçilirken, maalesef içinden geçmekte olduğumuz şu Cumhurbaşkanlığı arayışı süreci içinde, maalesef Cumhurbaşkanlığı konusu toplumun bilgisi, katılımı, değerlendirmesi içinde şeffaf, içtenlikli bir yaklaşım içinde ele alınamamıştır. Bu Cumhurbaşkanlığı süreci başından beri kapalı devre, AKP’nin bir iç işi gibi algılanarak götürülmek istenmiştir; ana gözlem budur, temel nokta budur. Seçilecek kişi Cumhurbaşkanıdır. 72 milyonun Cumhurbaşkanıdır. Sadece Parlamentoda belli bir siyasi partiye oy verenlerin değil, Parlamentoda bütün partilere oy verenlerin, Parlamentoya girememiş partilere oy verenlerin, sandık başına gitmeyen kimselerin, oy verme hakkına sahip olmayan kimselerin, hepsinin Cumhurbaşkanıdır. Bu özellikte bir seçim yapılması söz konusudur. Türkiye’de 72 milyon insan var, bir tane Cumhurbaşkanı seçilecek. Böyle bir Cumhurbaşkanlığını bir kapalı devre, bir partinin kendi iç işi gibi algılamak yapılabilecek en büyük yanlıştı. Maalesef, bu konu, ilk kez böyle algılanmıştır, ilk kez, dikkatinizi çekerim. Bundan önce daima Cumhurbaşkanlığı konusu, toplumun düşüncelerini açıkça ifade edebileceği, seçilmek isteyenlerin çok açık bir biçimde destek aradıkları, bir demokratik oluşum süreci içinden geçmiştir. Şimdi ilk kez, AKP, bize demiştir ki: “Cumhurbaşkanını biz seçeceğiz.” Olaya böyle başlanmıştır. Bu yanlış bir başlangıçtır. Seçilecek olan Cumhurbaşkanı Türkiye’nin Cumhurbaşkanı olacaktır. Ona, siz oy vererek seçiyor olabilirsiniz, ama adayınızı toplumla paylaşmak, onun değerlendirmelerini almak, toplumla iş birliği içinde bu süreci götürmek durumunda idiniz. Bu olmamıştır. Kapalı devre ve AKP’nin bir kendi iç işi gibi Cumhurbaşkanlığı seçimi algılanmıştır ve öyle yönetilmiştir. Bunun tabii uygun olmadığı görülüyor. Bunun altında şu yatıyor: Parlamentoda bizim Cumhurbaşkanını salt çoğunlukla seçecek bir çoğunluğumuz vardır. O nedenle kimseye ihtiyacımız yoktur. Biz, bunu kendi iç işimiz gibi götürebiliriz diye düşünmüşlerdir.


Değerli arkadaşlarım, işte bu temel yanılgıdır. Bir defa hukuken Parlamentoda salt çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçilmesi, bizim Anayasamız açısından kabul görmemiştir. Bu konuda çok ciddi bir iddia vardır. Anayasamız, daima Parlamentoda üçte iki bir çoğunluğun, kimin Cumhurbaşkanı olacağı konusunda mutabakat sağlamasa bile, ama mutlaka Cumhurbaşkanı seçimine katkı vermek üzere Parlamentoda bulunmasını gerekli görmektedir. Fakat, bir dayanışma arayışı, maalesef AKP’de kendisini göstermemiştir. Niçin göstermemiştir? Niçin böyle içe kapalı bir tavır tercih edilmiştir? Bunun altında ne yatıyor? Bunun altında Sayın Başbakanının kendisini Cumhurbaşkanı olarak seçtirme düşüncesi yatıyor. Başbakan değerlendirmiştir ki, eğer toplumu katmaya kalkarsak, muhalefeti katmaya kalkarsak, diğer partilerle iş birliği içinde bir Cumhurbaşkanı arayışına yönelirsek, bunun en kesin sonucu olarak benim Cumhurbaşkanlığı adaylığım gündemden düşer. Hâlbuki ben Cumhurbaşkanı olmak istiyorum. Ben, ancak kendi partimin, kendi parti militanlarımın, kendi parti milletvekillerimin bu işi sadece kendi başlarına götürmesi hâlinde güvence altına alabilirim diye bir değerlendirme yapmıştır ve Cumhurbaşkanlığı seçimini toplumla, siyasi partilerle, milletvekilleriyle paylaşmaktan kaçınmıştır. Bu işin temelidir değerli arkadaşlarım. Eğer, Sayın Başbakan Cumhurbaşkanı olma kararını almamış olsa idi, inanıyorum ki Cumhurbaşkanlığı seçimi daha başlangıçtan çok daha katılımcı, çok daha demokratik, çok daha istişareleri öngören, değerlendirmeleri alan, toplumun nabzını tutan bir yaklaşım içinde sürdürülebilir idi. Sürdürülememiş olması, Başbakanın yapmış olduğu kişisel hesap yüzündendir. Başbakan, Cumhurbaşkanı olma kararını almıştır, bu kararı toplumla paylaşarak gerçekleştirmenin mümkün olmayacağını değerlendirmiştir, hele muhalefetle bu konuda bir mutabakat sağlanamayacağını görmüştür ve bunu bir emrivakiyle, bir olup bittiyle topluma dayatabileceği hesabı içine girmiştir. O nedenle süreci kapatmıştır. Çok yanlış olmuştur, çok yanlış olmuştur. Bu yanlış bir emsal getirmiştir. Cumhurbaşkanlığı gibi bütün milleti ilgilendiren bir önemli seçimin Türkiye’de ancak bir azınlığa, üçte birlik azınlığa dayalı bir siyasi partinin iç işi gibi algılanmış olması, Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin Türkiye’de Anayasal düzenimize getirdiği ilk önemli tahribattır. Böyle bir gelenek başlatmıştır. Çok yanlış bir uygulama içine girmiştir. Bunu üstelik, hem kapalı götürmüştür hem de kimseye hiçbir şey söylemeden, kendi milletvekillerine dahi hiçbir şey söylemeden sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu, çok yanlış, çok tehlikeli bir yaklaşım olmuştur. Daha bir saat öncesine kadar –ki, yarın akşam adaylık bitiyor- Türkiye’de bir tek kişi, gerçek seçilme şansı olan bir Cumhurbaşkanı adayı kimdir konusuna, ne basınıyla ne milletvekilleriyle ne toplum örgütleriyle ne sendikalarıyla ne işveren kuruluşlarıyla, toplumun hiçbir kesiminin hiçbir cevap verme imkânı yoktur. Tamamen toplumun bilgisi dışında bir oluşumla bu iş sürdürülmüştür. Bu, tabii çok yanlış bir tercihi ortaya koymuştur. Meclis devre dışında kalmıştır, kime oy vereceğini milletvekilleri bilemez haldedir son noktaya kadar, kimin seçileceği belli değildir, çok da yanlış bir uygulama kendisini göstermiştir, yönetim kurulları seçme yetkisini bir tek kişiye vermişlerdir, milletvekilleri “genel başkan ne talimat verirse ben onu seçeceğim” diye seçme hakkını devretmiştir. Bütün bu süreçte çok dramatik bir biçimde 23 Nisan Milli Egemenlik günlerine rastlamıştır, yani hakimiyetin millette olduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisin milli egemenliğin tecelligâhı olduğu düşünülen, söylenen bir ortamda ne Millet Meclisinin ne milletvekillerinin en önemli olayla ilgili hiçbir, tercihi bırakınız, bilgi sahibi dahi olmadığı ortaya çıkmıştır.


Değerli arkadaşlarım, biz, Sayın Başbakanın adaylık planlaması içinde olduğunu teşhis ettik ve bu teşhisimizi kamuoyuyla paylaştık. Kamuoyuna, önce bunu anlattık, kamuoyunu önce bu noktada uyardık. Dikkat edin, bu şekilde bu sürecin götürülüyor olmasının altında Başbakanın Cumhurbaşkanlığı arayışı var dedik. Bu tereddütle karşılandı başlangıçta, hatırlayacaksınız. Bazıları inandırıcı bulmadı, bir süre sonra Cumhuriyet Halk Partisinin bu teşhisi, yani Başbakanın aslında Cumhurbaşkanı olma hazırlığı, hesabı, çabası içinde olduğu tespiti toplum tarafından kabul gördü. Böylece, Başbakanın adaylığını gizleyerek son noktaya kadar Türkiye’yi taşıyıp son noktada adaylık ilan edip adaylığı alıp götürme projesi işletilemedi. Bunu bir siyasi parti olarak çok önemli bir görev yerine getirerek sağlamaya katkı verdiğimizi düşünüyorum. Bu sayede Türkiye, Başbakanın Cumhurbaşkanlığı sürpriziyle karşı karşıya kalmamıştır, çünkü olay önceden teşhis edilmiştir, anlatılmıştır, topluma bu konuda bir duyarlık kazandırılmıştır. Hem biz, Başbakanın Cumhurbaşkanı seçilme planını deşifre ettik hem de bunun olamaz, olmaması gereken, yanlış bir karar olduğunu Türkiye’ye anlatmayı başardık. (Alkışlar) Bizim kanaatimiz buydu, bu kanaatimizi toplumla paylaştık ve toplum bizi haklı buldu; “Evet, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmaması gerekir” noktasına millet geldi. Konu bütün boyutlarıyla ele alındı, konuşuldu, tartışıldı ve bu konuda ortak bir anlayış ortaya çıktı. Bunun sağlanmış olmasını fevkalade önemli sayıyorum.


Değerli arkadaşlarım, bizim itirazlarımızın hangi noktalarda toplandığı açık, burada tekrar etmeme gerek yok, ama asıl temel nokta, Cumhurbaşkanı olacak kişinin Anayasaya inanması gerektiğini düşündük, Anayasayı sahiplenmesi gerektiğini düşündük, Anayasayı savunması gerektiğini, Anayasayla bütünleşmesi gerektiğini düşündük ve Başbakanın, Anayasa karşısındaki tavrının bunun tam tersi olduğunu çok açık bir şekilde gördüğümüzü millete anlattık ve bunu saklamak da mümkün değil. Başbakanın, Anayasayla ilişkisi, maalesef bir sahiplenme, uyum ve onu savunma ilişkisi değildir, eline geçecek ilk fırsatta Anayasaya yönelik kafasındaki projeleri artık bütün millet görmeye başlamıştır. Bunun olamazlığını anlatmaya çalıştık ve bu da sanıyorum toplumda haklı bir tespit olarak görüldü. Ayrıca, Anayasanın kurumlarla olan ilişkisi, yargıyla ilişkisi, üniversiteyle ilişkisi, Silahlı Kuvvetlerle ilişkisi, muhalefetle ilişkisi, bir Cumhurbaşkanının sergilemesi gereken ilişki olmadığı ortada, bu da kendisini net bir şekilde gördü. Başbakanın, hesabı verilmemiş dosyalarının bulunduğu, hakkında bu kadar dosyası olan, daha yargıdan aklama aşamasına gelememiş olan bir kişinin Cumhurbaşkanı olmasının kabul edilemez olduğu. Bunlar çok sağlam, inkâr edilmez gerekçelerdi ve Başbakanın şu ana kadar sergilediği tutumun niteliği de, bu Cumhurbaşkanlığı süreci sırasında daha da netleşmiştir. Nedir bu tutum?


Başbakanın siyasi üslubu, artık hepimiz görüyoruz ki, demokratik bir üslup olmaktan çok uzaktır. Başbakan, despotik bir siyaset üslubuna sahip bir insan olarak ortaya çıkmıştır. Yani dayatmacı, olup bittici, kanaatlerini empoze etmeyi tercih eden bir yaklaşım içinde olduğu Başbakanın bu süreç içinde ortaya çıkmıştır. Bütün bu nitelikleriyle Başbakanın Cumhurbaşkanı olmasının mümkün olmadığı, Türkiye’nin bunu taşıyamayacağı, demokratik rejimin çok ağır bir tahribat göreceği ve demokratik rejimimizin, Anayasamızın böyle bir Cumhurbaşkanlığı karşısında çok ciddi gerilimlerin ortaya çıkmasına neden olacağı, bütün bunlar değerlendirildi ve kendisine anlatıldı. Keşke bunu bizim ifade ettiğimiz noktada Başbakan kavramış olsaydı, yani biz bunları ifade ettiğimiz zaman şahsen biz kendisiyle çatışıyoruz diye sinirlenip kızıp tepki gösterdi, aslında bunu değerlendirmesi, anlaması ve önemsemesi gerekirdi, yapması gereken o idi. Siyasi süreç içinde, siyasi mekanizma içinde kendi Cumhurbaşkanlığını ana muhalefetle müzakere ederek, tartışarak, bugün geldiği olmayacağı noktaya siyaset süreci içinde gelmemeyi içine sindirebilmiş olsaydı, çok daha kendisi için de uygun olurdu. Biz, bunu öngörerek söylüyorduk. Ama o, bizi aşabileceğini ve bir oldu bittiyle bunu gerçekleştirebileceğini düşündü, fakat geldiğimiz noktada artık Sayın Başbakan da değerlendirdi ki, Türkiye, onun Cumhurbaşkanlığını kabul etmiyor, etmeyecek. Bu konudaki ısrarın, inadın Türkiye’de çok kaygı verici gerilimlere yol açacağı ve bunun çok ağır sonuçlarının olacağı net bir biçimde ortaya çıktı ve bugün geldiğimiz noktada artık Başbakan da, Cumhurbaşkanı adayı olmadığını ilan etmek durumunda kaldı. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu önemli bir gelişmedir. Parlamentoda üçte ikilik çoğunluğu olan bir partinin genel başkanı, toplum içinde medya, iş dünyası, çeşitli toplum örgütleri, birtakım yöntemlerle susturulmuş, etkisiz kılınmış, böyle bir manzaranın içinde bir, eğer parti genel başkanı, bir başbakan, Cumhurbaşkanı olma iddiasını takip edip sonuçlandıramıyor ise, bunun çok iyi değerlendirilmesi lazımdır. Bu, Türkiye’deki demokratik toplumsal sürecin kendisini bütün engellere, güçlüklere rağmen kabul ettirmeyi başarmış olduğunu bize göstermektedir. Bugün, Sayın Tayyip Erdoğan, bilmeliyiz ki Cumhurbaşkanı adayı olmadıysa bir saat önce, bu, millet onu kabul etmediği içindir. (Alkışlar) Milletin Cumhurbaşkanlığı anlayışına Başbakan uygun olmadığı içindir. Bu uyumsuzluk, millet tarafından tespit edildiği içindir. Bu çok önemli bir olaydır. Bu sonucun alınması Türkiye’de demokrasinin bir zaferidir, bir başarısıdır, hiç kuşku yok. (Alkışlar) Bu sonucun alınmasına toplumun her kesimi çok büyük katkı yapmıştır. Pek çok kesimi umursamamıştır, pek çok kesimi görmezlikten gelmiştir, pek çok kesimi cesaret edememiştir, ama buna cesaret edenler, bunu önemseyenler, Anayasanın özünü kavrayanlar, bunun için açıktan tavır takınanlar, düşüncelerini söyleyenler, konuşanlar, tartışanlar ve nihayet 14 Nisanda Ankara’da, meydanda toplanan o bir milyon insan bu sonucu almıştır. (Alkışlar) Bunun çok net bilinmesi lazımdır. Kimse bunu gizlemeye kalkmasın. Bu, o yüz binlerce insanın emeğine haksızlıktır. Bu, demokrasiye inanıp inançlarını, ilkelerini, susturulan siyaset, susturulan toplum karşısında inançla ifade ederek, mücadelesini başarıya götürmeyi sağlayan o milyonlarca insana haksızlıktır, yanlışlıktır. (Alkışlar) Gerçekten bir büyük demokrasi dersi verilmiştir. Çoğunluğum var, istediğim gibi alır götürürüm, Anayasada kurallar yazılı, kime ne, bu işlememiştir. Demokrasinin özü, demokrasinin ilkeleri, demokratik duyarlılıklar devreye girmiştir ve etkili olmuştur. Bu çok büyük bir olaydır.


Değerli arkadaşlarım, bu olaya dikkatinizi çekiyorum. Bu olay, çok büyük bir başarıyı güvence altına almıştır. Bundan sonraki büyük başarılar da yine buradan çıkacaktır. (Alkışlar) Bundan sonraki Türkiye’nin demokratik atılımları da yine oradan çıkacaktır. O Tandoğan Meydanı’nda bir araya gelen bir milyon insan, hiç kuşku duymayın, siyaset sürekli bir iştir. O büyük güç, o büyük birikim önümüzdeki büyük seçimde de zaferin sağlanmasını güvence altına alacaktır. (Alkışlar) Yani halkın sesi etkili olmuştur, halkın gücü etkili olmuştur ve bir büyük demokrasi dersini topluma, ilgili herkese milletimiz vermiştir. Bu büyük oluşuma şu grup salonunda toplanmış olan siz değerli arkadaşlarımın katkısına da teşekkür etmeden bu konuyu kapatırsam yanlışlık yapmış olurum. (Alkışlar) Sizlerden aldığım güçle, daha aylar öncesinden, daha bu konuda proje ortaya çıkmadan, kafaların arkasındaki niyetler daha netleşmeden bunu ortaya koyup olmaz, olmayacaktır, olmamalıdır deme gücünü sizlerden almıştım. (Alkışlar) Aradan geçen aylarca zaman dilimi içinde pek çok çevre, oradan oraya savruldu, ama biz hiçbir zaman savrulmadık. Bu meydan, şu kürsü, Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı adayı olamayacağının ilanının dışında bu konuda hiçbir yanlışa karışmadı. Çok açık bir biçimde burada, o inancımızı ifade ettik, bugün de bu sonuç ortaya çıkmıştır. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu bir demokrasi başarısıdır. Bundan büyük mutluluk duyuyorum. Buna katkılarınız dolayısıyla sizlere teşekkür ediyorum. Hepimizin katkısı, hepimizin emeği vardır. Türkiye’de Anayasanın özünü, ilkelerini hep beraber savunmuşuzdur. Anayasa saygısını, cumhuriyet duyarlılığını hep beraber ayakta tutmuşuzdur ve bunu millete mal etmişizdir. Milletin desteğiyle bu sonucu güvence altına almışızdır.


Cumhurbaşkanlığı süreci içinde yaşanan tehlike, sadece Başbakanın adaylığından ibaret değildir. Son günlerde bir başka tehlikeyle de karşı karşıya kaldık. O tehlike, Başbakanın ifadesiyle söylüyorum, sürpriz aday tehlikesi idi. Hatırlayacaksınız, Başbakan, artık kendisinin aday olamayacağını görmeye başladıktan sonra “sürpriz bir aday çıkarmaktan” söz etmeye başladı. Sürpriz aday söylemi epeyce ortaya çıktı. Bu da Türkiye için, cumhuriyetimiz için, rejimimiz için, hukuk devletimiz için çok ciddi bir sakınca idi. Bu sakıncayı da bertaraf etmiş olduğumuzu memnuniyetle görüyorum.


Değerli arkadaşlarım, tabi sürpriz aday, dün Meclis Genel Kurulunda da ifade ettim, en sakıncalı, en tehlikeli bir oluşum olarak kendisini gösteriyor idi. Eğer öyle bir olay olsa idi, bu sadece Cumhurbaşkanı konusunda seçme yetkisini taşıyan Parlamentomuzun saygınlığına çok ciddi bir darbe vurmakla kalmayacaktı, Cumhurbaşkanlığı makamı da artık saygınlığını çok ciddi şekilde kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktı. Bu konudaki açık, kararlı, net tavrımız ve öyle umut ediyorum ki, kamuoyumuzun bu konuda sergileyeceği görülen duyarlık caydırıcı etkisini göstermiştir. Bu tehlike de o şekilde bertaraf edilmiştir.


Değerli arkadaşlarım, bakın, bu süreç içinde pek çok şeye tanık olduk. Demin kısaca değindim, geçtim. Başbakanın despotik üslubu, demokratik değil, despotik üslubu. Bunun örneğini dün Mecliste verdim, bir kez daha burada vurgulamak istiyorum.


Değerli arkadaşlarım, bakınız, medya üzerinde nasıl bir büyük kuşatmanın sürdürülmekte olduğunu biliyoruz. Türkiye’deki zaten sayıca çok fazla olmayan etkin medya gruplarının her birisine yönelik kuşatma ve sindirme projeleri kararlılıkla ve üzüntüyle ifade etmeliyim, etkili olarak işletilmektedir. Gazetelerin hangi manşeti atacağına, bilerek söylüyorum değerli arkadaşlarım, bilerek söylüyorum, Başbakanın basın müşaviri karar verebilmektedir. Başbakanın basın müşaviri, o haberi öyle görmeyin, böyle görün demektedir ve maalesef öyle görünmektedir. Bu, çok acı bir tablo. Böyle bir tespiti yapmaktan büyük ıstırap duyuyorum. Türkiye gibi koca bir ülkenin, Anayasasıyla, demokratik birikimiyle, demokratik geleneğiyle, basın özgürlüğü mücadelesiyle, on yıllarını vermiş yığınla insanın fedakârlıklarıyla, nihayet Anayasasına basın özgürlüğünü güvenceli bir şekilde yerleştirmiş bir ülkenin, şimdi çeşitli kuşatmalarla diz çökertilip talimatla, Başbakanlık basın sözcüsünün talimatıyla manşet atar konuma düşürülmüş olmasından acı duyuyorum, ıstırap duyuyorum. (Alkışlar) Tablo bu değerli arkadaşlarım.


Bu, açık gerçek, kimse inkâr edemez. Meydan okuyorum, meydan okuyorum, buna “hayır, öyle olmuyor” diyecek baba yiğiti görmek istiyorum. (Alkışlar) Böyle gitmez değerli arkadaşlarım. Bu, bir rejim konusudur, rejim; basın konusu değil, rejim sorunudur. (Alkışlar) En son örnek, ilgili genel yayın yönetmeni ifade etti, oradan biliyorum. Bilgilerim sadece ondan ibaret değil, başkalarını da biliyorum, ama şimdi burada bir genel yayın yönetmeninin kendi ifadesine dayalı olarak söylüyorum. Açıyor Başbakanlığın basın sözcüsü, Türkiye’nin ikinci en büyük satan gazetesinin genel yayın yönetmenine, diyor ki: “Cumhurbaşkanının konuşmasını küçük gör kardeşim.” Evet. “Küçük gör” diyor. “Cumhurbaşkanının konuşmasını küçük gör” diyor. Taşra baskısında büyük çıkmış. “Onu küçültün” diyor. Genel yayın yönetmeni tartışıyor, direniyor, ama Başbakanlık basın müşaviri daha etkili oluyor ve birden o taşrada manşette olan haber, büyük kentlerde eteklerine indiriliyor gazetenin. Ayrıca diyor ki Başbakanlık basın müşaviri “Şu şu yazarların işine son verin.” “Olur mu, böyle bir şey yanlış olur falan” denilince, “kardeşim, o zaman sütununu değiştirin, görünmez yerlere alın” diyor. Şimdi, bu böyle oluyor mu, olmuyor mu? Oluyor. Niye kimsenin sesi çıkmıyor? Niye kimsenin sesi çıkmıyor kardeşim? Ne hakla oluyor? Nasıl oluyor? Bunu söyleyen bir devlet memuru, Başbakanlık basın sözcüsü. Gücünü kimden alıyor? Kim, ona bunu söyletiyor?


Şimdi, bunu söyleyen insanın, demokrasiden, milletten, milli iradeden, millete saygıdan, insan hak ve özgürlüklerinden söz etmeye hakkı var mı? Bütün bunların hepsi boş laf hâline gelmiyor mu?


Değerli arkadaşlarım, çok acı bir tablo. Gerçekten bugün, Türkiye’de medya çok ağır bir kuşatma altındadır, çok ağır bir kuşatma altındadır. Bundan kimsenin rencide olmasına gerek yoktur; bu ayıp Türkiye’nin ayıbıdır. Bunun mağduru da gazetecilerdir, basın mensuplarıdır. Ama, gönül istiyor ki, o mağdurların da buna “hayır” diyecek bir cesareti ortaya çıksın. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, şimdi böyle bir siyaset anlayışı Türkiye’de egemen. Medyayı susturmuş, iş dünyasını yıldırmış, toplumsal kuruluşları tehdit etmiş böyle bir büyük baskı ve kuşatma Türkiye’nin üzerinde. Bu arada Türkiye bir Cumhurbaşkanlığı seçimi yapıyor ve Cumhurbaşkanlığı konusunda ortaya çıkacak olan tablo, hiç kuşku yok, bu çerçevede önem taşıyor.


Değerli arkadaşlarım, şu ana kadarki süreç içinde halkımız, başta Cumhuriyet Halk Partisi, demokrasiye inanan toplum güçleri, fevkalade etkili ve başarılı olduk, çok büyük bir görev yaptık. Bir önemli tehlikeyi, yani Anayasaya açıktan meydan okuma kararı içinde ortaya çıkacak bir adayın, parlamentodaki çoğunluğuna dayanarak oraya gelmesi dayatmasını önlemeyi başardık. Kendi emir ve kumandası altında bir uzantısını, bir kapı kulunu oraya yerleştirme projesini etkisiz kılmayı başardık. Bunların hepsi önemlidir, hepsi değerlidir. Türkiye’deki demokratik potansiyelin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymaktadır ve gelecek için de hepimize büyük umutlar vermektedir. Bu birikimle biz, Türkiye’de çok iş yapacağımıza inanıyorum, var olan güçlükleri de bu birikimle aşacağımızdan hiç kuşku duymuyorum. (Alkışlar) Önümüzdeki dönem için büyük sorunlarımız var, büyük görevlerimiz var. Siyaset sürekli bir iştir. Siyaset, bir noktada hiçbir zaman bitmez. Şimdi, Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Cumhurbaşkanlığı seçiminde belli mücadeleler yaptık, belli noktalara geldik. Ortaya çıkacak olan tabloyu göreceğiz, bu tabloyu değerlendireceğiz ve bu tablodan sonrası için de biz, biliyoruz ki, görevimiz daha da ağırlaşmış olarak çalışmak zorundayız. Bu sürekli bir iştir. Bugün, Cumhurbaşkanlığı tablosu iki konunun sonucudur. Bir, 2002 seçimlerinin sonucu, ikincisi de bugünkü Anayasal düzenimizin sonucu. Şimdi, önümüzdeki dönem için biz mücadelemizi sürdürmek zorundayız. Milli görüş anlayışı içinde düşünceleri, değerleri, anlayışı şekillenmiş bir kadronun birisinin Başbakanlıkta, birisinin Cumhurbaşkanlığında bir arada bulunuyor olmasının, hiç kuşku yok, Türkiyemize, Anayasamıza, ulusumuzun geleceğine yönelik çok haklı tehlikeleri, tehditleri ortaya çıkardığı bir gerçektir. (Alkışlar) Bunu her beraber görüyoruz. Bu tespiti yapıyoruz. Bu tespit karşısında görevimiz var, o görevimizi yerine getireceğiz. Görev, bu konuda kararlılıkla halkı, toplumu bu tehlikeye karşı uyarmak ve böyle bir tehlikeyi Türkiye’de etkisiz kılmak için gerekli dengeyi, yeni yapılanmayı ortaya çıkaracak gayreti sergilemek.


Değerli arkadaşlarım, Sayın Gül’ün aday olacağı anlaşılıyor. Sayın Gül’ün önünde bazı handikaplar var. O handikaplara dikkatinizi çekmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, Sayın Gül de, Sayın Tayyip Erdoğan gibi milli görüş rahleyi tedrisinden geçmiştir. Orada şekillenmiştir. Anlayışı, duyguları, düşünceleri milli görüş ortamının, ikliminin eseridir. Ama, şunu da kabul etmek durumundayız ki, Abdullah Gül’ün, özellikle bu son dönemdeki uygulamaları, onu milli görüş çizgisinden top yekûn teslimiyet çizgisine çekmiştir. (Alkışlar) Yani, artık böyle Hıristiyan kulübü Avrupa Birliği, yok İslam Dinarı, Amerika’ya, Avrupa Birliğine, İsrail’e meydan okuyan tavırlar, bunların hepsi bitmiştir. Şimdi, askerlerimize çuval geçiren o acı elim olay karşısında sesi soluğu çıkmayan süklüm püklüm bir Dışişleri Bakanı almıştır. (Alkışlar)


Sayın Gül Dışişleri Bakanı olarak, uygulamalar esas alındığı zaman açıkça görülmektedir ki, Türkiye’yi çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıya bırakmıştır. Bu dönem, dış politika bakımından büyük yanlışlıkların yaşandığı bir dönemdir. Avrupa Birliği projesi yanlış yönetim yüzünden iflas etmiştir, çıkmaza girmiştir ve bu Sayın Gül’ün döneminde olmuştur. 17 Aralık belgesini birlikte imzalamışlardır. Burada bayram yapmışlardır. Şimdi, Avrupa Birliği tıkanmıştır. Irak politikası çıkmaza girmiştir. Irak politikası, yine o anlayış etrafında şekillenmiştir. Kıbrıs’ta sorunlar ortadadır. Bütün bunlar açıkça gözükmektedir. Ama, garip bir manzaranın var olduğuna da dikkatinizi çekmek istiyorum. Ortada çok somut başarısızlıklar var, ama Sayın Gül’ün sevimli üslubu, yumuşak ve daima gülen mütesebbim çehresi ve alttan alan üslubu, sanki her şey yolunda gidiyormuş gibi bir izlenim yaratmayı başarmıştır. Bunu görüyorum, ama bu gerçeği değiştirmiyor. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunları, o güzel yüz, tatlı dil değiştirmiyor. Şimdi, böyle bir manzarayla karşı karşıyayız. Tabii Sayın Gül’ün, seçim eğer sonuçlanırsa, önünde tarihî büyük sorumluluklar, büyük görevler düşecek. Bir defa Cumhurbaşkanı seçim sürecinin kapalı devre götürülmüş olması, sadece o uygulamayı yapan Başbakana ve AKP’ye değil, seçilecek olan kişiye de çok ciddi sıkıntılar getirmektedir. Bunun görülmesi lazımdır ve seçilecek kişinin derhal siyaset üslubunu, AKP’nin bu kapalı devre, dayatmacı siyaset üslubunun dışına çıkarma doğrultusunda harekete geçerek, bir yeni sınav vermek mecburiyeti vardır. Yani, oraya Başbakanın emir ve kumandası altında, Refah Partisi kadrolarının bir parçası, bir uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı makamına çıkılamayacağını önce Abdullah Gül’ün anlamasına ihtiyaç vardır. (Alkışlar) Ve bu olayın bir AKP’nin kendi iç işi, bir mutfak konusu olamayacağını idrak etmesine, olayı bu şekilde ele alma çabalarını kararlılıkla reddetmesine, yepyeni bir kimlikle ortaya çıkmasına ihtiyaç vardır, bunu yapmak zorundadır. Oraya gelirken bunu yapmak durumundadır, eğer gelmeyi kararlılıkla sürdürüyor ise, eğer gelebilirse de, geldikten sonra artık Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanı olmak zorunda olduğunu unutmamak durumundadır. Eğer unutacak olursa, hiç merak etmesin, ona bunu hatırlatacak olanlar vardır. (Alkışlar) Eğer bunu unutacak olursa, onun gereğini yapacak olanlar Türkiye’de vardır. Türkiye’de açıkça ortaya çıkmıştır ki, cumhuriyetimize, Anayasamıza laik, demokratik düzenimize halkımızın ezici çoğunluğu inançla sahip çıkmaktadır. (Alkışlar) Ve Türkiyemizin bu temel kimliği kimsenin lütfu olarak değil, iktidardakilerin hoşgörüsü sonucu değil, milletimizin kararlılığı sonucu güvence altındadır. Biz, böyle bir tablonun Türkiye bakımdan sakıncalı olduğuna inanıyoruz.


Yani, Başbakan Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül Cumhurbaşkanı, Bülent Arınç Meclis Başkanı, böyle bir tablonun, Türkiye’nin gerçeğine de uymadığını, ihtiyaçlarına da uymadığını, Anayasasının değerlerini de sahiplenemeyeceğini, Türkiye’de rejimin işleyişini her türlü kontrol, fren, denge mekanizmalarının dışına çekeceğini ve bunun çok ciddi sıkıntılar, sakıncalar doğurabileceğini görüyoruz. Bunu ta başından beri gördük, bu konuda çok ciddi bir görev yaptık ve bu konuda milletimizin önemli bir kesiminin duyarlılığını ortaya çıkarmayı başardık. Şimdi, bu mücadele devam edecektir.


Türkiye’de demokrasi işleyecektir. Türkiye’de hukuk işleyecektir, Anayasa işleyecektir, bizim işimize gelse de işleyecektir, gelmese de işleyecektir. (Alkışlar) Ama, biz, ülkemizin yararına olmadığını gördüğümüz işleyişler karşısında, yine Anayasamızdan aldığımız güçle görevimizi yapacağız, milletimizi uyaracağız, milletimizi harekete geçireceğiz, milletimizin desteğiyle durumu düzeltmeye çalışacağız, yapılması gereken iş budur değerli arkadaşlarım. (Alkışlar) Bunu hep beraber başaracağız. Bunu başarırken tabii gönül istiyor ki, Türkiye’de demokrasi işlesin, yani basın özgürlüğü olsun, talimatla manşet atılamasın. Televizyonlar, gazeteler yayın yaparken, “acaba, Başbakanlıktan ne denir” diye korkmasın. Bunu sağlayacağız değerli arkadaşlarım, Türkiye’de basın özgürlüğünü yaşama taşıma mücadelemizi, gerekirse, medyanın destek eksiğine rağmen, başarıya ulaştıracağız. Türkiye buna layıktır, onu hep beraber gerçekleştireceğiz. (Alkışlar)


Sayın Gül aday olarak belirlendi. Kendisini kutluyorum, adaylığı hayırlı olsun. Bundan sonra, umut ediyorum, adaylığını Parlamentonun bir ortak sorumluluğu hâline dönüştürme konusunda üzerine düşeni yapar. Bunu bir AKP adaylığı hâlinde sürdürmeyi öncelikle kendisi reddeder. Bunu kendisine hatırlatmayı görev biliyorum. Kendisini bir AKP adayı mantığı içinde sürdürecek olursa, seçilirken de AKP adayı olur, eğer seçilmeyi başarırsa da, Anayasa Mahkemesinden Cumhurbaşkanlığına kadar her noktada önünde çok ciddi sorunlar, engeller kendisini gösterir. Onun önünde Türkiye’nin yaşadığı tabloyu görerek, ülkemizi barış ve istikrara kavuşturmak için bir fırsat çıkmıştır. Artık, AKP kimliğini bir yana bırakarak, cumhuriyet hükümetinin ve Türkiye Cumhuriyetinin, Anayasamızın içtenlikle sahibi hâline dönüşme konusunda samimi bir çabayı sergileyeceği güvenini Türkiye’ye vermek durumundadır. Bunu verirse kendisi de kazanır, Türkiye de kazanır, ama emir-kumanda altına girerse, ama AKP partizanlığının bir uzantısı hâline Çankaya’yı dönüştürmeye kalkar ise, bundan kendisi de, Türkiye de büyük zarar görür. Biz, büyük bir iyi niyetle, demokratik bir hoşgörüyle Türkiye’ye, Türkiye’nin yararlarına sahip çıkan, Türkiye’nin huzurunu, barışını isteyen bir sorumlu anlayış içinde gelişmeleri bu noktaya getirdik, bundan sonraki dönemde de aynı anlayışla görevimizi yapmaya devam edeceğiz.


Hepinize teşekkür ediyorum, sevgiler, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

Monday, April 23, 2007

İran kadınına, kıyafet teftişi


İran'da şeriata aykırı giyinen kadınlara yönelik teftiş kararı dün yürürlüğe konuldu. Başörtüsü açık kalan ya da uygunsuz giyinenlere polis müdahale ediyor

İran'da şeriat kurallarına göre giyinmeyen kadınlara yönelik "teftiş" kararı dün uygulamaya sokuldu. Polis dünden itibaren başkent Tahran başta olmak üzere tüm bölgelerde kıyafet denetimlerini artırdı. Tahran Emniyet Müdürü Ahmet Rıza Radan "Açık saçık giyinenler toplumda ahlaksızlığa neden oluyor. Dolayısıyla bu uygunsuzluklara müdahale edeceğiz" diye konuştu.

ERKEKLERE DE GEÇERLİ

Kıyafet denetimlerinde kadınların dar manto, kısa pantalon, vücuda yapışan elbiseler giymemesine dikkat ediliyor. Saçları gösteren başörtü kullananlar da polis tarafından örtülerini düzeltmeleri için uyarılıyor. Kurallara uymayı reddeden kişiler ise karakola götürülecek. Fotoğrafları ve kimlik bilgileri alınarak polis bilgisayarlarında saklanacak. Ailelerine haber verilecek kızların uygun bir kıyafet giyerek karakola tekrar gelmeleri istenecek. Kişiler, uygunsuz bir kıyafet giymeyeceğine dair imzalı tahhahüt verirse serbest bırakılacak. Tekrar durumunda ise bu kez olay adli makamlara intikal edilecek. İran polisi uygulamanın yalnızca kadınlara yönelik olmadığını da belirtertek, "İslam kuralları ile bağdaşmayan kıyafet giyen erkekler de aynı işleme tabi tutulacak" açıklamasını yaptı.

DIŞ HABERLER - SABAH

«Valeur travail» contre «référendum anti-Sarkozy»


Une autre campagne commence. Dans chacun des deux camps, on a fait le tri. Quels thèmes faut-il mettre en avant pour battre l'adversaire ? Au QG de l'UMP, on a une certitude : Sarkozy doit continuer à se poser en défenseur de la «valeur travail», en candidat de «la France qui se lève tôt et qui travaille dur».

Au Parti socialiste, on l'attend de pied ferme, sous l'angle du bilan : qu'a fait, pendant cinq ans, l'ex-numéro 2 du gouvernement pour cette France qui travaille ? Ségolène Royal ne va pas se priver de renvoyer au bilan du quinquennat, par exemple à la suppression de l'article de la loi de modernisation sociale («l'amendement Michelin») destiné à freiner les licenciements. Celui qui visite les usines et multiplie les déclarations d'amour aux ouvriers ne s'y était pas opposé, soulignera le PS. Au vagabondage idéologique et aux «convictions changeantes» de Sarkozy, la candidate socialiste opposera son «langage de vérité» et la constance de ses engagements, explique Vincent Peillon, un de ses porte-parole. Le PS a tout à gagner à ce que cette campagne tourne au referendum anti-Sarkozy. En allant chercher des électeurs de Bayrou à Besancenot, en jouant sur les «valeurs humanistes».

«Egalitarisme». L'UMP va s'efforcer de la déplacer sur le terrain de la «crise morale» et de la nécessaire «renaissance» qui permettra d'en finir avec «vingt-cinq ans de pensée unique». Sous la dictée d'Henri Guaino, sa plume gaulliste social, il soulève l'enthousiasme quand il vante, comme il le fit à Nantes le 15 mars, «le travail au sens de l'effort, du mérite, de l'initiative, de la prise de risque, discrédité par l'assistanat, le nivellement, l'égalitarisme». Même succès quand il promet, dans la foulée, la suppression des droits de succession («à quoi sert-il de travailler toute sa vie si c'est pour ne pas pouvoir transmettre à ses enfants le fruit de son travail ?») ou encore quand il s'engage à renforcer le bouclier fiscal «pour que nul ne puisse se voir prélever plus de la moitié de ce qu'il gagne». Ceux qui acclament ces promesses, militants et sympathisants issus de la classe moyenne, n'ont paradoxalement pas grand-chose à en attendre.

Dans l'entourage de Nicolas Sarkozy, on y voit l'éclatante confirmation de la justesse de l'analyse du candidat sur le respect de «la France qui travaille». C'était d'ailleurs le thème de son entrée en campagne sous le patronage revendiqué de Jaurès, lors du congrès du 14 janvier. Supplanté ces dernières semaines par l'identité nationale et les valeurs patriotiques, la valeur travail devrait donc reprendre le dessus.

«Les gens ne veulent pas de l'égalitarisme et de l'assistanat. La richesse de certains chefs d'entreprise ne leur pose pas de problème. Ce qui les gêne, ce n'est pas la fortune de Bill Gates, ce sont les 8 millions de Noël Forgeard», explique un député UMP qui juge son candidat parfaitement en accord avec la thèse du philosophe allemand Sloterdijk, selon qui «la redistribution par l'Etat aurait atteint ses limites».

Le gaulliste social Henri Guaino souligne que la France est selon les économistes «le pays où on s'épanouit le moins au travail». «Découragé par les 35 heures», le travail salarié «ne protège plus de la pauvreté et de la précarité», martèle le candidat UMP . Pendant les quinze jours à venir, il entend bien enfoncer le clou sur ce qu'il présente comme la mesure emblématique d'une gauche archaïque : la gratuité dans les transports pour les RMistes d'Ile-de-France. «La gauche n'a toujours rien compris. Elle persiste et elle signe. Cette bonne conscience ne veut pas voir qu'on enferme de la sorte encore un peu plus nos concitoyens dans l'assistance. [...] Si je ne travaille pas, c'est gratuit. Si je travaille, je paye. Bravo !» s'exclamait Nicolas Sarkozy en meeting, jeudi dernier, à Issy-les-Moulineaux.

«Bêtise». «Je ne veux pas non plus d'une France de l'assistanat, je veux qu'avec chaque droit nouveau il y ait une obligation nouvelle», lui répond Ségolène Royal. Elle revendique la maternité du concept de valeur travail et désapprouve la gratuité dans les transports, que le conseil régional d'Ile-de-France, à majorité PS, vient d'accorder aux RMistes. «C'était une bêtise», confiait hier un membre de son équipe.

Par Alain AUFFRAY

Thursday, April 19, 2007

CHP’nin Büyük Acısı Ali Dinçer



Genel Başkan Baykal: "Acımız çok büyük. Türkiye’mizin çok değerli, çok seçkin bir aydını, siyasetçisi, çok temiz bir vatan evladı genç sayılabilecek bir yaşta vefat etti"

İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, TBMM Başkanvekili Ali Dinçer'in vefatından duyduğu üzüntüyü belirterek, "Acımız çok büyük. Türkiye’mizin çok değerli, çok seçkin bir aydını, siyasetçisi, çok temiz bir vatan evladı genç sayılabilecek bir yaşta vefat etti" dedi.

İstanbul'dan dönüşünde Dinçer'in vefat haberini alan Genel Başkan Baykal, Esenboğa Havalimanı'ndan İbni Hastanesi'ne geçti. Deniz Baykal, Dinçer'in eşi Yıldız İbrahimova ve kardeşi Tahir Dinçer'e başsağlığı dileğinde bulundu.

Daha sonra gazetecilere açıklama yapan Genel Başkan Deniz Baykal, Dinçer'in uzun süredir yaşam mücadelesi verdiğini belirterek, şöyle dedi.

"Sağlık sorunları karşısında dirençle, güler yüzle bir mücadele sürdürdü. Tıbbın olanakları tümüyle seferber edildi. Fakat maalesef bu uzun mücadele sonucunda Ali Dinçer'i kaybettik. Acımız çok büyük. Türkiye’mizin çok değerli, çok seçkin bir aydını, siyasetçisi, çok temiz bir vatan evladı genç sayılabilecek bir yaşta vefat etti. Takdiri ilahi. Elbette acımızı, üzüntümüzü, yüreğimizde taşıyoruz. Ali Dinçer'in bütün yaşamı boyunca ortaya koyduğu sıcak sevecen anlayışı herkesle, her konumdaki insanla bir siyasetçi olarak, siyasetin her konumundaki kişilerle daima karşılıklı sevgiye, dostluğa, anlayışa dayanan, sıcak, olumlu bir ilişki kurmaktaki başarısını hepimiz saygıyla anıyoruz. Bir icraat adamı olarak Ankara Belediye Başkanlığı döneminde Ankara’mıza çok büyük hizmetler verdi. Siyaseti daima bir hizmet alanı olarak düşündü. Çok değerli seçkin insanlarla işbirliği içinde çalıştı. Ondan sonraki döneminde de siyasal yaşamında CHP'nin yeniden kuruluş dönemlerinde bize en büyük katkıyı, desteği veren arkadaşlarımızın başında gelmiştir. Meslek yaşamı, siyasal yaşamı onurlu, saygın, örnek bir yaşamdır. Kişiliği, hepimizin daima özlemle arayacağımız, olağanüstü iyi niyetli, pozitif, olumu, sıcak, dost bir anlayışı daima yansıtmıştır. Böyle bir insanı şu anda kaybetmiş bulunuyoruz. Bunun büyük üzüntüsü içerisindeyiz. Hepimize sabır ve dayanışma görevi düşüyor. Ailesine ve bütün sevenlerine, ülkemize başsağlığı diliyorum. Allah rahmet eylesin, acınızı yürekten paylaşıyorum"

Wednesday, April 11, 2007

Caught in the Backlash?

As strains of Islam arouse suspicion worldwide, there may be ramifications for the Jewish community too.

Every citizen of the West is threatened by political Islam, which seeks to impose Islamic law over the entire world. The Jewish community feels the threat even more intensely, as Muslims' separatism and refusal to integrate into their host cultures causes them to be perceived as threats to national cohesion and to democracy. That critique can be easily expanded to encompass every religious-ethnic community, the Jewish community included.

Further, Islamic fundamentalism has helped bring religious belief in general into disrepute, and provided fuel to those who charge that most of mankind's problems can be traced to religious fanaticism. Within one week of 9/11, for instance, The New York Times' Thomas Friedman already described the great threat confronting the West not as Islamic fundamentalism but as religious fundamentalism in general, including Christian and Jewish. Thus did traditional Jews find themselves uncomfortably linked with Islamic terrorists under the convenient rubric "fundamentalists."

The past year has witnessed a plethora of screeds -- several of them best-sellers -- against religious belief: Richard Dawkins' The God Delusion, Daniel Dennett's Breaking the Spell, and Sam Harris's The End of Faith and Letter to a Christian Nation. These works are characterized not by their arguments, none of which are new, but their level of invective and in their general attitude toward religious belief as something beneath contempt and incapable of defense by any intelligent person.

Though 9/11 and ongoing Islamic fanaticism helped create an audience for such works, they by no means focus their attack on Islamic fanaticism. Sam Schulman points out in the January 5, 2007 Wall Street Journal, "The atheists focus their peevishness not on Muslim extremists (who advertise their hatred and violent intentions) but on the old-time Christian religion... They conclude: God is not necessary, God is impossible and God is not permissible if our society -- or even our species -- is to survive."

Acknowledging the Threat

The concerns raised by the threat of Islamism can in no way be dismissed. Indeed, as citizens of the West, we should all be grateful that the nature of the threat posed is finally registering societal elites. The internal Islamist threat is greatest in Europe. A combination of well-below-replacement birthrates among Europeans, high Muslim birthrates and Muslim immigration have paved the road for a Muslim majority in Europe within two or three generations.

Most of the approximately 20 million Muslims living in Europe today have not integrated into their host societies. In a recent poll in Britain, 40-60% of Muslims said that they would prefer to live under Sharia, Islamic law. British security forces consider at least 14,000 British Muslims to be security threats, and keep 1,000 under active surveillance. Tens of thousands of British citizens of Pakistani descent visit their ancestral homeland each year, and many of those are indoctrinated by Islamist groups while there.

Nor has the threat remained theoretical, as demonstrated by the 7/7bombings on the London Underground, which claimed 52 lives, and the uncovering last August of a plot by British Muslims to blow up 10 transatlantic airliners. At least 13 students at British universities have been convicted of terrorism and four became suicide bombers.

Increasingly, mosques and Islamist religious institutions are fostering Muslim separatism. A recent British TV documentary featured preachers at numerous mosques, including those allegedly dedicated to moderation and interfaith dialogue, condemning integration into British society, democracy, preaching hatred for Jews and Christians, and celebrating the killing of British soldiers in Iraq and Afghanistan.

The 2004 rioting in the "cities of darkness" ringing Paris and other major French cities revealed the extent of alienation of young, mostly second generation Muslims in France. Social critic Theodore Dalrymple describes how the "sweet dream of universal cultural compatibility has been replaced by the nightmare of permanent conflict," in France and numerous other European cities, in which police and firefighters do not dare venture into Muslim areas, and where copycat riots followed those in France: "A kind of anti-society has grown up in [these cities of darkness] -- a population that derives the meaning of its life from the hatred it bears for the other 'official' society...This alienation...is written on the faces of the young men, most of them permanently unemployed, who hang out in the pocked and potholed open spaces between their dwellings. When you approach to speak to them, their immobile faces betray not a flicker of recognition of your shared humanity..."

In the UK, when British Home Secretary John Reid urged Muslim parents in East London to supervise their children and to make sure that they are not being initiated into a death cult in their local mosque or Muslim school. When a heckler shouted at him that he had no business coming to a Muslim area, Reid sharply rejected the suggestion that there is any area in Britain that is off-limits to Her Majesty's government. And he denounced the attempt to Balkanize Britain into semi-autonomous communities, each with its own values.

In Reid's reply, we hear the growing apprehension that extreme multiculturalism threatens the unity and strength of the nation-state. That fear is well-taken. Citizens of democratic societies feel a greater stake in the country and a greater identification with one another. Yet where citizens do not identify with the state or a common set of national values, but rather view themselves only as members of insular sub-communities, that national strength is lost. Opponents of bi-lingual education make the same point: loss of a common national language weakens a country.

To date, the United States has experienced nothing like the bombings in London or the Madrid train blasts. And Muslims in America appear to have integrated more successfully than in European countries. The median average income of American Muslims is approximately the same as American whites, and their educational levels are higher. From the beginning, America has conceived itself as a melting-pot of immigrants from many different countries; national identity is not assumed to be based on descent from some group of ethnically homogenous ancestors, as in European countries. Further the deep religiosity of America and the fact religion that there was never a national church in America, but rather a multitude of sects and religions, have made it easier for Muslims to maintain their religious identity and assume their place in the rich tapestry of American religious pluralism. (American religiosity and the lack of a national church stand in stark contrast to Europe.)

Nevertheless, fanatic forms of Islam have found a receptive audience among black inmates in prisons. Anti-terrorist expert Daniel Pipes has repeatedly warned of radical Islamic groups in the United States as well, a warning given more credence by the January expulsion from the United States of an Ohio imam on charges stemming from his fundraising for Islamic Jihad. The plot of 17 Canadian Muslims to blow up the Canadian parliament and behead the prime minister further suggests that the United States should not consider itself immune from homegrown Islamists.

Of Exemptions and Loopholes

The recognition that Muslim schools attempt to create a Muslim identity that prevents integration into the larger society has engendered a response that has important implications for Jewish institutions as well.

In England, Lord Kenneth Baker submitted a bill to parliament, believed to have the support of the Minister of Education, which would have required all newly opened religious schools to set aside at least 30% of its places for children of different religions. Lord Baker noted that his concern was with Islamic schools that "seek to create a total Muslim personality." Under Baker's bill, requirements such as familiarity with the Koran would have been forbidden since the effect of the requirement would have been to eliminate all non-Muslims together.

Though Baker's bill was ultimately withdrawn, the mere fact that such legislation could be introduced and supported by the Minister of Education gives cause for concern. The implications of such a piece of legislation for the Jewish community would have been immense. Torah day school education also seeks to create a uniquely "Jewish personality." The presence of 30% of non-Jews in a school would make that goal unobtainable. So would forcing Jewish school to drop requirements for admission that would exclude all or most non-Jewish students -- e.g., familiarity with Jewish prayer, holidays and Bible.

The statute may have been written with Muslim extremism in mind, but it would be naive to think that it would therefore apply to only to Muslim schools and not Jewish ones. Legislators prefer to couch statutes in neutral terms that do not single out any particular religious group for special regulation.

Most traditional Jews would undoubtedly be shocked at finding themselves linked to Islamic extremists. And they would be right to object. The most salient distinction, of course, is that there are no Jews blowing themselves up on the London Tube or plotting to explode transatlantic airlines. But it remains unlikely that courts would carve out an exemption for Jewish schools based on the generally upstanding citizenship of their graduates.

In at least one case, the United States Supreme Court did carve out a religious exemption to a neutrally drawn statute on the basis of the good citizenship of those asserting the religious claim. Thus in Wisconsin v. Yoder, the Court exempted Amish children who had completed elementary school from the requirement of attending high school until age 16. The Court cited the low rates of criminality among the Amish and the fact that they rarely, if ever, receive state welfare payments. Those were deemed sufficient reason to allow Amish parents to educate their children themselves from ninth grade on.

In a similar way, if a particular statute was drafted to prevent private religious schools from being breeding grounds for terrorists, the lack of Jewish terrorists might be cited in support of an exemption for Jewish day schools from the statute's application. In all likelihood, however, courts would be reticent to extend the Wisconsin precedent in such a way that Muslim schools alone would be singled out for a particular statutory regulation.

A Curriculum to Limit Torah's Authority

In addition, many regulations drafted with Muslim schools in mind are designed not just to protect against the training of terrorists of the future, but also with the goal of preventing those schools from fostering an identity completely at odds with the dominant national culture. The French ban on the wearing of any religious head-covering in school would be an example of the second kind of legislation, and it applied with equal force to yarmulkes and the hijab worn by some Muslim women.

Some have argued that there is no religious liberty argument in the wearing of a hijab because Islamic law does not require it. In support they cite the fact that at least two Muslim countries -- Turkey and Tunisia -- ban the wearing of a veil altogether, and that it has not been traditional dress in many Muslim societies.

That is not an argument that Jews should be eager to embrace. We would not want a secular court to inquire whether wearing a yarmulke indoors is religiously required, or consider evidence that some observant Jews do not wear a yarmulke at work. A secular court oversteps itself when in acts as a religious authority. The only relevant question in this regard is whether the person asserting the religious liberty claim truly believes that he is religiously required or forbidden to something.

So it remains true that many Jews, like many Muslims, do wear distinctive garb, and profess an allegiance to God that transcends any allegiance to the secular state. Unlike many Muslims, however, Jewish law recognizes the legitimacy of a secular legal system, and acknowledges the duty to obey the laws of the land (dina d'malchusa dina) and nowhere seek to impose Torah law on the secular state.

Muslims show a much greater propensity for imposing their religious beliefs on others. In one case that attracted a great deal of notoriety, Muslim taxi drivers in Minneapolis have been refusing to take passengers caring pork or liquor products. The airport authority was initially inclined to accommodate the Muslim drivers until columnist and scholar Daniel Pipes aroused a national uproar, at which point the drivers were told that they would have to take all passengers or forfeit their license.

Here the claim of the airport authority seems particularly strong. Taxi licenses are a limited public resource, and the state has a clear interest in ensuring that holders of those licenses use them to best serve the public. (It is hard to imagine a Jewish taxi driver refusing to transport a passenger carrying pork products, even if the passenger were Jewish.)

The religious curriculum will introduce students to a variety of different religions, and seek to imbue them with an attitude of tolerance to all of them, including those which according to halachah constitute idol worship. In addition, students will learn that many people derive their ethical moral beliefs from sources other than revealed religion. The message is the same that anti-religious writers are forever proclaiming: One need not be religious in order to be a moral person, and indeed religious people are no more moral than others.

The authors of the curriculum emphasize that some values are growing stronger in the contemporary world and other traditional values waning. They make clear that their preferences rest on the side of the contemporary over the received values of the past. But the very description of such value changes contradicts the view of Torah as the source of eternal values binding on the Jewish people forever.

Underlying the proposed curriculum is a strong emphasis on tolerance that derives, at least in part, from the fear of the Islamic intolerance and even violence. The emphasis on the moral autonomy of each person and the need to recognize multiple sources of ethical values betray a bias against revealed religion in general.

It is hard to imagine any Torah Jew allowing his children being subjected to a curriculum in which Torah is just one among many options. But the question we must ask ourselves is whether any political entity might nevertheless mandate such curriculum.

In the United States the right of parents to provide their children with a parochial education was settled by the Supreme Court almost a century ago. If anything, that right has even become more firmly entrenched with the rapid growth of the home-schooling movement. At the same time, the state's substantial interest in the regulation of private education has long been recognized.

As suspicion grows against certain religious-ethnic groups, it would be prudent for the Jewish community worldwide to carefully monitor the affect this has on their own rights and educational autonomy. As such, this becomes yet another chapter in our millennia-long effort to preserve our unique and precious Jewish heritage.

A version of this article originally appeared in the Jewish Observer

by Jonathan Rosenblum

Author Biography:
Jonathan Rosenblum is a columnist for the Jerusalem Post and Israeli director of Am Echad.

Genel Başkan Baykal: "Başbakan, Barzani'ye 'Kardeşim' Diyor, Anamuhalefetle Kanlı Düşman"


-"Talabani ile dostluk, Barzani ile yakınlık... Başbakan, kısa bir süre önce Mit Müsteşarı'nı Barzani'ye göndermiş, Barzani'ye 'Sevgili kardeşim' diye yazmış. Al kardeşinin söylediklerini... Barzani'ye kardeşim diyor, anamuhalefetle kanlı düşman, 'konuşmam, görüşmem...'

-"Barzani'nin söylediği sözlerin arkasında, senin göz yumduğun, seyirci kaldığın gerçekler var. Oradan güç alarak konuşuyor"

-"Barzani'nin açıklamaları, iktidarın izlediği terör ve ırak politikasının iflas ettiğini ortaya koyuyor"

-"Başbakan'ın Cumhurbaşkanı adayı olmayacağını kamuoyuna ilan edeceğini, büyük bir müjde vereceğini düşünüyorum ve bekliyorum"

-"Türkiyemizin 7 yıllık geleceğini belirleyecek en önemli noktaya (Cumhurbaşkanlığı) kimin geleceğiyle ilgili bir bilinçli sisleme, kapatma politikası sürdürülüyor"

-"Adaylıkların resmen ilanına bu kadar yaklaştığımız halde, adaylıklarla ilgili hiçbir şekillenmenin ortaya çıkmamış olması, çok şaşırtıcı, çok garip, çok tedirginlik yaratıcı bir cumhurbaşkanlığı arayışı içinden geçmekte olduğumuzu gösteriyor"

-"Milletin ekonomik durumunu düzeltemiyorsun, ama o ekonomik durumu düzelmiş gibi göstermek için rakamlarla oynamayı tercih ediyorsun"

-"Demokraside sadece güçlünün fikrinin, sadece iktidarın tercihinin ifade edilmesi, buna karşılık güçlü olmayan insanların, hakları elinden alınmış insanların, toplumun mağdurlarının, muhalefetin tez ve düşüncelerinin gereken ilgiyi görmemesi, demokratik sürecin işlemesini olumsuz etkiler.

-“Bir araştırmada Başbakan, Cumhurbaşkanı adayları arasında 4. sırada çıktı diye A.A. haberi servisten çekildi. Bu yakışıksız”

-“Yanlış ekonomi politikası ve sonuçları sadece medya desteğiyle değil, gerçekler çarpıtılarak, makyajlanarak, allanarak pullanarak takdim ediliyor”

-"Polise sevgiyle yaklaşılmalı"-

İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Türkiyemizin 7 yıllık geleceğini belirleyecek en önemli noktaya (Cumhurbaşkanlığı) kimin geleceğiyle ilgili bir bilinçli sisleme, kapatma politikası sürdürülüyor" dedi.

Genel Başkan Baykal CHP TBMM Grup Toplantısında yaptığı konuşmada, Türkiye'nin tarihi bir dönüm noktasında olduğunu ve atılacak yanlış adımların ülkeyi çok ciddi sıkıntılarla karşı karşıya bırakacağını söyledi.

Tuesday, April 10, 2007

SABAH / Baykal: Uzlaşma İsteyen 'Sen Aday Olma'




Erdoğan'a yapılan "uzlaşma" çağrılarını, "Bu 'Sen olma' demenin çok kibar ifadesidir" sözleriyle açıklayan Deniz Baykal, Erdoğan kendisiyle görüşmeye gelirse kendi adayını söyleyeceğini belirtti...

ŞENOL ATEŞ ANKARA

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, cumhurbaşkanlığı için nabız yoklayan Başbakan Tayyip Erdoğan'a üst üste yapılan "uzlaşma" çağrılarının kibarca "sen aday olma" anlamı taşıdığını söyledi. Baykal, Erdoğan'a kendisinin aday olmaması durumunda da açık çek vererek, "Bana gelirse memnun olurum, aday ismi isterse de söylerim" dedi. Rektörler Komitesi ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Nuri Ok'un yaptığı "Çankaya için uzlaşma" çıkışlarının ardından, Baykal, SABAH'a Köşk seçimi sürecini değerlendirdi. Cumhurbaşkanı olacak kişi için yapılan tariflere "terbiye" kriterini de ekleyen Baykal, "Cumhurbaşkanı terbiyeli olmalıdır. Ana muhalefete 'cibilliyetsiz' diyen bir cumhurbaşkanı olur mu" diye sordu. Baykal, partisinin genel merkezinde sorularımızı yanıtladı:

BİZ LÜTUF YAPMADIK

"Bazı kesimler Başbakanın Çankaya'ya çıkmasının sorumlusu olarak sizi gösteriyorlar. Siyasetin yolunu Baykal açtı diyorlar" eleştirileriyle ilgili Baykal, "Çünkü Türkiye'deki yetkili organlar, bir partinin genel başkanı olarak seçime katılmasına hak verdiler. Seçime katıldı ve seçimde de yüzde 34 oy aldı. Bir kanun maddesinden dolayı, ebediyen siyasi haklarından yoksun bırakılmasını kabul etmek demokrasi anlayışıyla bağdaşmaz. O hak ondan esirgenmiş olsaydı, bu bir demokrasi krizi haline gelirdi. Biz buna fırsat vermedik. Bu çok doğru bir görevdi. Bunu Tayyip Erdoğan'a bir lütuf diye yapmadık" dedi. Cumhurbaşkanının uzlaşmayla seçilmesini toplumun büyük bir bölümünün istediğini belirten Baykal, şöyle devam etti: "Bu ne demektir biliyor musunuz? 'Erdoğan seçilmesin' demektir. Kendisi, 'bu uzlaşma nereden çıktı, uzlaşma lafının büyüsünü kullanıyorlar' diyor. Anlamıyor, ben tercüme edivereyim: Başbakana 'bu sen olma' demenin çok kibar ifadesidir. Nazik ve yumuşak bir ifadesidir."

YÖK'E TAM DESTEK

YÖK Rektörler Komitesi'nin açıklamasına da tam destek veren Baykal, "YÖK 'Şaibesiz olsun, tarafsız olsun, anayasayı sahiplensin' diyor. Yanlış bunun neresinde? Türkiye'nin en saygın insanların oy birliği ile söylediklerine kulak vermek lazımdır" dedi. "Rektörler bunu söyleme gereğini niye duyuyorlar?" diye soran Baykal, şöyle konuştu: "Demirel, Özal seçilirken 'Anayasaya inanıyor mu inanmıyor mu?' diye kimse niye sormadı. Şimdi soruyorlar, çünkü senin bu konuda, anayasanın temellerine inanmadığınla ilgili bir kanaat var. 'Şaibesi olmayacak' diyorlar. Haksız mı kardeşim? 70 milyona 'Cumhurbaşkanı şaibeli olsun mu olmasın mı' diye sorsan, ne söyler onlar. 'Şaibeli olmasın' derler. 'Benim şaibem yok.' O belli değil. Senin hakkında müfettişlerin raporu var, hesap uzmanlarının raporu var. Danıştay'ın senin hakkında 'evet bu ciddi bir konudur yargılansın' diye hükmü var. Ve orada iktidar değişikliği nedeniyle yargı sürecinin kesilmesi var. Yani 'evet sen yargılandın ve aklandın' diyecek bir kişi var mı? Bunu birisi söyleyebiliyor mu?"

Gelirse adayımı söylerim

Baykal, Çankaya'ya çıkacak kişinin Başbakan Erdoğan'ın bakış açısının çok daha ötesinde olması gerektiğini vurgulayarak, "Çankaya'da 360 dereceyi görebilecek bir anlayışa ihtiyaç var. Toplumun tamamını, iktidarını, muhalefetini, sağcısını, solcusunu, Alevisini göreceksin. Başbakan Çankaya'ya çıkarsa bütün bu hassas dengeleri gözetemez" dedi. "Başbakan gelse, isim önerir misiniz?" sorusuna Baykal şu karşılığı verdi: "Gelirse çok memnun olurum. Keşke yapsa. Eğer uzlaşma anlayışını içine sindirmişse önümüzdeki döneme yönelik bir cumhurbaşkanı portresini çizeriz. O da isim söyler ben de söylerim. Önce ilkeleri koyarız yani sonra uyan isimleri sıralarız. Bir isim de söylerim, 10 isim de söylerim."

Şero keyfin yerinde mi?


Baykal ile makam odasında yaklaşık 3 saat süren görüşmeye, CHP'nin kedisi olarak bilinen Şero da tanıklık etti. Şero, sohbet sırasında makam odasında özgürce dolaştı. Söyleşimiz zaman zaman Şero'nun miyavlamaları arasında sürdü. Şero, ciddi konular konuşulurken gerek Baykal'ın, gerekse bizim bacaklarımıza sürtündü, sevilmeyi bekledi. CHP lideri, ülke için çok önemli olduğuna inandığı tespitlerini yaparken, Şero'ya sevgisini göstermeyi de ihmal etmedi. Sık sık yanına gelen Şero'yu okşayan Baykal, "Şero, güzelim, ne yapıyorsun, keyfin yerinde mi?" diyerek gönlünü aldı. Şero, CHP yeni genel merkez binasına taşındığında, sokakta bulundu. Parti görevlileri "Kötü kedi Şerafettin" tiplemesinden esinlenerek adını Şero koydular ve CHP'nin 'kadrolu' kedisi yaptılar. CHP genel merkezine gelen herkesi daha girişte bütün sevimliliği ile karşılayan Şero, başta Baykal olmak üzere bütün CHP yönetiminin adeta sevgilisi oldu...

Anavatan'a 367 uyarısı

CHP lideri Deniz Baykal cumhurbaşkanlığı oylamasında 19 milletvekili bulunan Anavatan'ın destek vermesi halinde TBMM'de 367 rakamının bulunacağının hatırlatılması üzerine şu yanıtı verdi: "Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı macerasına destek anlamına gelecek, onun önünü açmak, onu rahatlatmak anlamına gelecek bir rolü biz üstlenmeyiz. Oraya katılacak olanların, takdir kendilerinindir ama oraya katılmanın anlamı bu adaylığı desteklemektir. Sayın Erdoğan'ı yararlı, uygun, doğru aday sayan partiler, kişiler elbette girer oyunu verir. Sakıncası yok. Ama onun seçilmesinin sorumluluğunu onlar üstlenir."

AKP karşısında tek alternatif CHP

Baykal, genel seçimlerde AKP'nin tek alternatifinin CHP olduğunu özellikle vurguladı. Merkez sağ, merkez sol, sağcı, solcu, liberal, muhafazakar, demokrat demeden bütün topluma kucak açtıklarının altını çizen Baykal, "Merkez sağ, merkez sol, saydığımız bütün kesimlerle el ele vereceğiz. Bu konuda üzerimize düşen her görevi de yerine getirmeye hazırız" dedi. AKP ve CHP'nin dışında sadece bir partinin baraj sınırında olduğunu anlatan Baykal, diğer partilerin ise barajın altında bulunduklarını belirterek, şöyle dedi: "AKP'ye üçte bir oranında destek gözüküyor. Üçte ikisi Türkiye'de seçmenin AKP'nin karşısında olma açısından net, fakat nerede toparlanacağı, neyi seçeceği bakımından berraklaşmış değil. Seçim sürecinde bu netleşecektir. Türkiyenin ulusal bütünlüğünden, anayasasının korunmasından, Türkiye'nin yolsuzluklardan arındırılmış dürüst bir kamu yönetimine kavuşturulması için bizim, merkezin sağındaki solundaki bütün insanlarının el ele verebileceğimizi düşünüyorum."

Friday, April 06, 2007

VATAN / Merkez Sağ, Merkez Sol El Ele Vereceğiz


CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, genel seçimlerde AKP dışındaki üçte iki ve sandık başına gitmemiş olanları hedeflediklerini açıkladı. Genel seçimler öncesi merkez sağ ve sola çağrıda bulunan Baykal, “Geçmiş siyasi ayrışmaları aşacağız” dedi. Baykal’ın genel seçimlere ilişkin değerlendirmeleri şöyle:
* Erdoğan Köşk’e çıkabilir ya da AKP’nin başında kalabilir. Siyaseten hangisi sizin lehinize?
Bizim bir Türkiye yorumumuz var. Bugünkü iktidarın beş yıllık manzarası var. Ona göre bir seçim planlaması yapıyoruz. AKP’nin başında Tayyip Bey olmuş, bir başkası olmuş, bizim için fark etmez. Bir tercihimiz söz konusu değil. AKP’nin başında Tayyip Bey’in olması bizim için daha da uygundur. Çünkü tezleri netleşmiştir. Onun uygulaması bellidir. Bizim neye niçin itiraz ettiğimiz ortadadır. Kamuoyu daha net tercih yapabilir.
SLOGANLAR BELLİ
* İktidar projeniz için slogan belirlediniz mi?

“Halkı ezdirmeyeceğiz”, “Ülkeyi soydurtmayacağız”, “Devleti böldürmeyeceğiz.” Kısa, telegrafik programımız bu. Bunlar ortaya koyduğumuz programların, stratejilerin içlerini dolduran sloganlar. Bu üç nokta halkımızın, seçmenimizin en hassas noktalarıdır. Bu konularda çok ciddi, kararlı, heyecanlıyız ve çok hazırlıklıyız.
AYRIŞMALARI AŞACAĞIZ
* Peki bunları nasıl yapacaksınız?

Geçmiş siyasi ayrışmaları aşarak yapacağız. Merkez sağdı, soldu, demokrattı, liberaldi, muhafazakardı ayrışmalarının tuzağına düşmeden bu programı doğal olarak içine sindirdiğini bildiğimiz merkezin sağındaki solundaki bütün toplum kesimlerini bir araya getirerek, onlarla el ele vererek, onları göreve çağırarak, onlarla işbirliği içine girerek yapacağız. Yani “oy verin bize yapalım”, “ödünç oy verin yapalım” diye bir şey yok. Hepimiz elimizi taşın altına sokacağız. Yani merkez sağ, merkez sol, el ele vereceğiz, başka çare yok. Ancak böyle bir beraberlikle Türkiye’nin şu andaki çok önemli olduğuna inandığımız sorunları aşılabilir. Büyük bir ulusal projeye ihtiyaç var. Bunun farkındayım, bilincindeyim. Şimdi bu önemli, tarihi bir seçim. Bunu görüyoruz, özel ilgi ve duyarlılık içindeyiz. Bunun daha da gelişeceğine güveniyorum. Bu duygular içinde “el ele verelim ve Türkiye’yi sahiplenelim” diyorum. Ben dar bir siyasi program etrafında, gelin bize teslim olun demiyorum. Bu anlaşıldı ve görüldü. Ben bunun önemli yansımasını alıyorum.
* Seçime giderken siyasi tabloyu nasıl görüyorsunuz?
Benim gördüğüm tablo şu. İktidarın artık ayağı yerde. Yüzde 34’le geldi, yerel seçimlerde yüzde 44 gibi bir nispet aldı. Şimdi yavaş yavaş herkes gerçeği görmeye başladı, şimdi bu tekrar yüzde 30’ların altına doğru, üçte birin altına doğru gidiyor.
TOPARLANMA CHP’DE OLACAK
* Bu anlattıklarınız çerçevesinde, toparlanma birleşme nerede olacak?

Manzara şudur, AKP’nin dışında CHP çok net bir şekilde bir ağırlık merkezi olarak, muhalefetin temel ağırlık merkezi olarak görülüyor. Onun dışında yeralan siyasi hareketlerin, tamamına yakını baraj altı gözüküyor. Sandık başına gitmekte tereddüt eden yüzde 25-30 bir ağırlık var. Bütün bunlar önümüzdeki dönemde şekillenecektir. Bu tablonun hükümete yönelmesi söz konusu değildir; “ya ne yapacağız kardeşim” sorusunu soranlar, zihni netleşmemiş olanlardır. Şimdi onların zihni netleşecek. “Böyle bir buluşmanın, böyle bir toparlanmanın gerçekleşeceği merkezin neresi olacağı” sorusu önemlidir. Bu tartışma götürmez bir şekilde CHP’dir. Topluma biz bunu anlatıyoruz. Hiç birimizde lider olarak ya da parti olarak bir transfer yetkisi yok. Kimsenin oyu için “şuraya transfer ettim” gibi bir şey yok. Yapay, eski usul olayların anlamı kalmamıştır. O kimliklerle, o tekliflerle olayların ne olacağı bellidir. Zaman içinde bu yaşanıyor, görülüyor.
* Bazı anketlerde CHP şu anda baraj altı gözüküyor.
Bütün bu anlattıklarım sağlanırsa, baraj altı olmaz. O zaman o tablo da değişir. O toparlanma belli bir ölçüde ortaya çıktığı zaman çok büyük ufuk açar. Bu seçimi belirleyecek olan dağılma mı olacak, toparlanma mı olacak? Ben toparlanma olacak diyorum. İşin dinamiği, gidiş o. O üçte iki potansiyel bir yerlerde toparlanacak. Bu işin özü ve anahtarıdır. Gelinen noktada, ben seçmene kesin güveniyorum. Seçmen bu seçimin önemini de görecek bütün bu değerlendirmeleri de anlamaya paylaşmaya hazır olarak, böyle bir yaklaşımı değerlendirmeye açık duracaktır. Seçmenin böyle bir arayış, bekleyiş ve özlem içinde olduğunu görüyorum. Seçmenin, kendisine makul, toparlanabilir ciddi bir seçeneğin sunulmasını beklediğini biliyoruz. Seçmen bunu ararken de CHP’ye özel bir ilgiyle, özel bir dikkatle baktığını ve bizim bir takım şeyleri ortaya koymamız halinde de bunu başarmamızın mümkün olduğunu düşünüyorum. Önümüzdeki seçime yönelik anlayışımız budur.
* Merkez sol da bunların içinde mi?
Tabii onlar da bir parçası. Onu biz büyük ölçüde şu ana kadar getirdiğimiz süreçte bir noktaya getirdik. Onu şimdi ilerletip, sandık başına gitmemiş olanları da almamız lazım. Bunları biliyorum. Oraya yönelik de duyarlılığımız var. Oradaki problem kadro problemidir. Seçmen problemi değildir. Orada kim ne olacak problemi var.
KOALİSYON SIKINTISI OLMAZ
* Seçim öncesinde Avrupa’da olduğu gibi iki parti birbirine yakın olduğunu belirtip, “biz anlaştık” diye çıksa seçmenin karşısına. Böyle bir yaklaşım olamaz mı?

Buradaki mesele şu. Seçimlerde, her parti doğal olarak “tek başına iktidara geleceğim” diye çalışacak. Hiçbir parti kendi beklenti seviyesini indirmek istemez. Buna rıza göstererek yürümek istemez. Ama seçimin ateşi içinde de partiler ilgili değerlendirmelerini, algılarını ortaya koyar ve bakarlar. Tablo şöyle gözüküyor: Bir defa iktidar karşısındaki tavrının netleşmesi lazım. İktidar karşısındaki tavrı tam netleşmiş değildir. AKP dışındaki her partinin kendi arasında bir işbirliği yapacağına tam bir güven içinde olmak keşke mümkün olsa. Ama koalisyon kurmakta Türkiye’nin bir sıkıntısı olmaz.
* Koalisyona sıcak bakılmıyor ama...
Şu gözüktü: Tek parti istikrar anlamına gelmiyor. Çok ciddi bir istikrarsızlık birikimi oldu, fay hattında. Türkiye’de tek parti döneminde bir gevşeme, ferahlama değil tam tersi oldu. Türkiye yorgun düştü.
Bizim en önemli projelerimizden birisi, bundan sonra Türkiye’de bir barış ve kardeşlik dönemini açabilmek. Dayanışmaya ve birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. Gerginliklerin, husumetlerin, kamplaşmaların aşılmasına ihtiyaç var. Bunu sağlamak zorundayız. Ben bunu şöyle simgeliyorum. Kışlayı, okulu, camiyi, karakolu ve mahalle kahvesini birbiriyle kaynaşık, bütünleşik, el ele vermiş, birbiriyle uyumlu, birbirine sahip çıkar hale getirmemiz lazım. Toplumun elbette kendi iç tartışmaları, gerginlikleri olacaktır. Ama bunun çözülme, dağılma noktasına gelmemesini sağlamak ülkeyi yönetenlerin görevidir. Buna çok özen göstermek lazım. Cemaatleşme olayını da, devletin kurumlarını da bir çatışma tablosunun dışına çıkarmak zorundayız. Bunun yollarını bulmak zorundayız. Türkiye’nin bir iç barış dönemine ihtiyacı var.
‘EKONOMİ POLİTİKALARI GÖZDEN GEÇİRİLMELİ’Baykal, dün, 31. İktisatçılar Haftası dolayısıyla Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlenen “Dünya Ekonomisi ve Türkiye’ye Yansımaları” konulu toplantının açılışında konuştu. Baykal, yaptığı konuşmada Türkiye’de son yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç olduğunu belirterek, “Bunu sadece biz değil, bağımsız iktisatçılar değil, bu politikalara bel bağlayan özel sektör temsilcileri de söylüyor” dedi.
CHP’nin iktidar vaadleri
EKONOMİ:
Türkiye 10 yıldır ağır istikrar programı uyguluyor, Türkiye çözülüyor. 1 milyon 300 bin kişi tarımdan koptu, iç ve dış borçlar artıyor. İzlenen politika işsizlik üreten politika haline gelmiş. Reel faiz dünyanın en yüksek reel faiz oranına yükselmiş. Enflasyon yüzde 10’larda tıkanmış. Yüzde 30 civarında gerçeküstü kur uygulaması var. Kur düşürülmeden enflasyonu düşürmek mümkün değil. Türkiye seçime girerken, mutlaka yeni bir ekonomi politikası arayışına girecektir. bir sanayi yapısına geçmelidir.
SANAYİLEŞME POLİTİKASI: CHP, Türkiye, özel sektör öncülüğünde daha çok üretsin, daha çok ihracat yapsın istiyor. Bugün dünyanın her yerine televizyon satıyoruz. Ama bunun yüzde 75’inin yine ithalata dayandığını görüyoruz, bu oranın yüzde 50’nin altına düşmesini istiyoruz. Montaj ağırlıklı değil, üretim ağırlıklı olsun istiyoruz. CHP’nin ekonomi anlayışı, devleti, sosyal devlet ilkesinin uygulanmasıyla görevli sayan bir anlayıştır.
EĞİTİM REFORMU: Türkiye önce üniversite reformuyla birlikte düşünerek ortaöğrenim reformu yapacak. Kabaca söylüyorum, orta eğitimdeki öğrencisinin üçte ikisini daha orta öğrenimdeyken, iş ve meslek yaşamına, üçte birini akademik eğitime doğru yönlendireceğiz; öyle bir anlık sınavlarla değil, çokyönlü mekanizmalar işleterek.
Sıfır açlık projesi
* Yoksullukla mücadele programınızın ayrıntılarında neler var?

Türkiye ciddi yoksulluk ve açlıkla karşı karşıyadır. İzlenen ekonomi politikaları sonucu geleneksel kırsal yapı ortadan kalkmış ve ciddi bir sosyal sorun ortaya çıkmıştır. İşte bu tabloyu gören siyasetçiler de kömür dağıtıyor. Yoksul yaratıyorsun, sonra da o yoksullara sadaka vermeye çalışıyorsun. Türkiye’de yoksulluk üretmeyen, istihdam üreten bir politikayı götürürken, var olan yoksulluğu da dikkate alarak onların sorunlarına yeni bir yaklaşım getiren yoksullukla mücadele programını da koymamız lazım.
* “Sıfır açlık” söyleminiz yoksullukla mücadelenin bir ayağı mı?
Evet sıfır açlık onun bir ayağı. Türkiye’de 900 bin gıda yoksulu var. Buna duyarsız kalmak mümkün değil. Eskiden bu popülizm diye anlaşılıyordu. Bu reel bir sosyal sorun, mutlaka çare bulunması lazım.Türkiye’nin yoksulluk tablosu karşısında sorumlu, insanlara saygı gösteren, sadaka kültürünün bir parçası haline dönüştürmeyi kesinlikle aklından geçirmeyen, onları rahatlatmaya yönelik bir programı koymak zorundadır. İnsanları motive edip, üretime çekecek politikalar üretmemiz lazım. Aile, referans noktasıdır. Aileyi çocuktan yakalayabiliriz. Çocuğun eğitim masraflarından.
* Buna “vatandaşlık yardımı” diyebilir miyiz?
Bir sürü şey var. Aile yardımı diyebileceğimiz bir hukuki anlayış var, o konuda bizim bayağı ileri bir hazırlığımız da var. O olabilir. Başka bir takım eğitim, çocuk, kadından yola çıkarak yapılacak başka şeyler var. Bunları netleştirmedik daha. Meseleyi, şu kadar para vereceğiz noktasına indirgemek doğru olmaz.
* Bu projelerin finansmanı nasıl sağlanır?
Biz, “Yüzde 6. 5 faiz dışı fazla verip borçları azaltacağız” diyorduk. Azalmadı. Kaynaklardan biri, faiz dışı fazlayı düşürmektir. Başka bir kaynak ise özelleştirme gelirlerinin buraya harcanmasıdır. Biz özelleştirme gelirlerini çarçur ettik, değiştirmek zorundayız. Bir diğeri, merkezi hükümet ve belediye kaynaklarıdır, bir kısmı da gene belediyelerin havuzlarından aktarılan kaynaklardır. Bunu çok net, saydam, dürüst bir model içine oturturmak lazımdır. Kimin hakkı nedir? Kime ne vermek lazımdır? Başbakan topluyor parti örgütünü, “aman gidin siz bizzat onu oraya verin” diyor. Dağıttığı ne? Babasının malı mı? Kendi cebinden mi? Bunun oturtulması lazım. Türk siyasetinin yozlaşma konularından bir de budur. Türkiye’nin kendi içindeki yoksulluk problemini şahsi sorumluluk duygularıyla, insanların onurunu koruyarak, hak adene vererek, partizanca duyguların dışında çözebiliriz. Mesela muhtarlıklar önümüzdeki dönemde Türkiye için büyük önem taşıyor. Bizim yeni yaklaşımımızın unsurlarından biri de bu.
* Dünya Bankası desteği de olabir mi?
Elbette. Bakın, tarımda doğrudan gelir desteği tamamen Dünya Bankası projesidir.
Haber: Hale GÖNÜLTAŞ

Wednesday, April 04, 2007

Iran, Regime Change or Behavior Change: A false choice



Hudson Institute Briefing Series

Ladies and gentlemen, distinguished guests good afternoon.

Allow me to express my gratitude for the invitation to be with you today. To many of you whom I know personally, I extend my admiration and respect for the great work you have done over the years. To those I meet for the first time, thank you for letting me have the privilege of getting to know you.

The Hudson Institute’s proud tradition of service to world peace includes the great work of those, like Herman Kahn, who dared to “think the unthinkable.” You can imagine the depth of my sorrow that today, the “unthinkable” concerns my homeland.

The latest Presidential National Security Directive names the Islamic Republic of Iran as the greatest threat to international peace, security and stability. That is principally because permitting the foremost state-sponsor of terrorism to acquire nuclear weapons is unthinkable.

What has changed from Herman Kahn’s era is that mutual assured destruction (MAD) worked against a rival that defined its interests in this material world. Messrs. Khamenei, Ahmadinejad and many of their cohorts do not.

How can assured destruction deter those who glorify self-destruction and call it martyrdom? Just as suicide bombing has changed domestic security policies, dealing with the nuclearization of this new kind of “other-worldly” state requires a different approach in international relations. Far from acting to avoid assured destruction, they invite it with tireless exaltation of martyrdom! Which brings us to the question, what could be done?

The current debate on Iran seems to have reduced the question to a choice between regime change and behavior change. That is a false choice. It is also a formulation preferred by those who do not mind loading the dice in favor of longer life for Iran’s clerical regime. This is because short memories equate regime change with the use of force in Iraq. The unique mistakes in Iraq, however, should not sully regime change, which wasn’t such a bad phrase during the Cold War era, just two decades ago:

President Reagan knew that he would not get behavior change from the Soviet regime unless he seemed serious about changing it. The actual change was a happy byproduct, which spelled the end of the Marxist mystique. East-European youth backpacked their way to the West to tell fellow students about the wide chasm between the deceptive promise of Marxism and its wretched reality. Long lines to take Marxist courses disappeared in Universities, from Buenos Aires to Paris.

Similarly, I am convinced once the people bring down the clerical regime, with Iranian journalists, intellectuals and students free to travel, they will have the same shattering impact on the appeal of Islamist theocracy throughout the Moslem world.

Ah, but Russia was more modern than the Middle East, riper for democracy – some say. They are perhaps unaware that Iran had a democratic “Constitutional Revolution,” fully 100 years ago, when Russia was still Czarist. They would be much surprised to learn that, in 1914, the Times of London wrote that British Parliamentarians would be well served to emulate democratic practices from their counterparts, in Iran’s Majles (parliament)!

They know even less about the differences between Iran, which was never colonized, and Iraq, whose constituent parts were governed separately under Ottoman rule, which decapitated its independent political institutions and postponed our Iraqi brethren’s opportunity to develop a sense of nationhood.

Still, it was easier to talk favorably about regime change in 2004 or 2005, when Iraqis were celebrating free elections and the Cedar Revolution was gaining steam in Lebanon. That is when Tehran’s theocrats and Syria’s Assad sensed the danger and set out to kill the hope for democracy in the region. They exploited religious and ethnic divisions to create a quagmire as a no-trespass sign to the rest of the world: Shelve any plans for democracy in the region, from the subcontinent to the Mediterranean, and from the Caspian to the Persian Gulf – read the sign.

The Baker-Hamilton Report is a tacit acceptance of that no-trespass sign. Unfortunately, the report does not indicate how one can reach an agreement with the Islamic Republic, whose primary purpose is to humiliate the US in the theater of the Moslem world. There is method to their madness: The theocracy’s anachronistic life is mortgaged on proving to regional governments, and non-governmental forces, that those who oppose America will defeat those who cooperate with her.

The State Department’s policy on Iran relies on diplomatic isolation and economic pressure. It is more hard-nosed than Baker-Hamilton, but it still suffers from the flaws of realpolitik when facing an irrational actor. Isolation? What isolation, demands President Ahmadinejad!

The day he was squaring off against President Bush at the UN General Assembly, last fall, 118 out of the 192 nations present, more than 60%, were with him. He had just come from Cuba, where he had secured the support of the non-aligned movement. He had been received like a rock star by radical students in Indonesia, applauded by Castro in Cuba, and bear-hugged by Chavez in Venezuela.

Those in Foggy Bottom who think they can make Ahmadinejad feel isolated simply cannot see the world through his eyes. Even if he felt isolated, it is doubtful he would change his behavior. Even the threat of force is not enough to sway someone whose deepest beliefs welcome Armageddon – to expedite the return of the twelfth Imam, his messiah!

As for economic pressures, recent history should have convinced us that they are not enough to change the behavior of a regime that does not care about the welfare of its people. In more than two years of negotiations, Iran’s major European trade partners, Germany, France and Britain played with numerous combinations of economic threats and incentives, before they threw in the towel. The International Atomic Energy Agency reported Iran to the UN Security Council shortly thereafter.

Backed by the Russians and the Chinese, last June the US joined the Europeans to offer a very generous incentive package, should the regime suspend enrichment of uranium. Two deadlines came and passed, with the Islamic Republic dancing around the proposal, but not addressing its substance. Just as Presidents Bush, Putin and Chirac, Prime Minister Blair, and Chancellor Merkel were about to discuss what to do, Hizbullah crossed the Israeli border and took two hostages. Thus, the war precipitated by the Islamic Republic’s client washed discussions of pressuring Iran off the agenda at the St. Petersburg G8 Summit, late July of last year.

It should not come as a surprise any longer that, three more deadlines and three UN Security Council resolutions later, we are back at the same old dance; except it has become more deadly, considering the regime’s plan for three thousand centrifuges and new restrictions placed on international inspections of Iran’s nuclear facilities; begging the question: To what level could unilateral US sanctions be expanded to, or what other UN sanctions could be acceptable to Russia and China?

In short, US foreign policy and international pressure are reaching their limit, while the government whose head denies the Holocaust and wants an entire nation wiped off the map, is inching ever closer to the bomb!

Having removed the Taliban and Saddam - two walls of Iran’s containment - having approached the limits of diplomatic and economic pressures, many discussions of US options now teeter between war and surrender. Surrender, by the way, has a fascinating new name: Engage and Deter! We engaged China to get out of Vietnam, why can’t we do the same with Iran to exit Iraq? That was the question put to the Senate Foreign Relations Committee by a Council of Foreign Relations fellow, who seemed to put some Senators in deep thought.

We deterred the Soviet Union, why can’t we deter Iran, is more music to the ears of the Islamic Republic, playing in Washington these days. Perhaps, it is the current mood of desperation on Iraq, but few policymakers seem to peel these thin disguises of surrender and see through the false parallels and specious arguments:

A cursory review of history will demonstrate that Henry Kissinger’s deal with China was possible because the latter saw the Soviets as the principal threat to her security. He knew how real that threat was when Leonid Brezhnev asked President Nixon to give him a free hand with China and stay out of a potential Sino-Soviet nuclear conflict. There is today, no such parallel with the Islamic Republic, which does not see a third party as the principal threat, let alone seeing the US as a possible savior!

In this new disguise for surrender, mention of deterrence is even less valid, but requires more insight to expose. During the cold war, nuclear deterrence gave the West an advantage: the Warsaw Pact’s conventional forces were quantitatively superior and nuclear arms acted as an equalizer in the European theater.

In the Persian Gulf today, it is the US that has overwhelming conventional superiority. Should the Islamic Republic get the bomb, it will equalize that superiority and deter a high-intensity conventional attack. The nuclear shield will, thus, open the hands of the Islamic Republic to expand low intensity violence -- a.k.a. terrorism -- in furtherance of its constitutional mission of exporting Islamic Revolution. Hamas, Hizbullah, the Mahdi Army, the Badr Brigade and the like will then look ten feet taller than their intimidated moderate rivals.

As one witness after another comforts Congressional leaders that the Islamic Republic can be deterred, I do not hear the riposte that even their best scenario means unshackling terrorism, let alone their worst! Nor does the administration seem to be able to lead Congress away from such harmful and deceptive advice, because it is ill-equipped to deal with unconventional states.

Washington’s foreign policy is shaped by the State Department that understands diplomacy and the Defense Department that understands war. Both institutions are legacies of the state-centric view of the world which was consistent with the reality of international politics right after World War II – but not today, not after the Cold War.

The Departments of State and Defense were not structured to help “velvet” revolutions, which have been the most significant patterns of positive change in the world since the Cold War. The problem is that the US does not have a third foreign policy department; one that understands, and can deal, with the peoples of the transitional world, not just their failed states.

Is it all lost then? Are we back to war or surrender? Far from it! We haven’t focused on the greatest ally of the Free World in the Moslem World: the people of Iran. Three Iranian social groups, the women, youth and ethnic groups, as well as four professional and working groups, educators, lawyers, journalists and industrial labor, have been at the forefront of protests against and defiance of the Islamic Republic. Two of the top three Iranian cities, Tabriz and Mashhad, as well as other major cities, such as Sanandaj, have been out of government control, for days at a time.

The principal reason why the vast majority of Iranians who want to reclaim peace and prosperity have not succeeded against the Islamic Republic is because they are prevented from communicating – with each other, and with the free world.

Inside Iran, the government controls mass media with an iron fist. Even “Bloggers” with a limited audience are arrested, let alone published journalists – and there are more of them in jail than anywhere in the world.

A must have for Iran’s pro-democracy movement is media that can connect Iranian activists inside Iran with each other. As I have mentioned before, there are a thousand circles of protest in Iran, but no nationwide medium to connect them. Since the government will not tolerate such a medium inside Iran, it has to be done from outside.

As some of you may know, there are a few under-funded amateur-video type satellite television stations, beaming into Iran from the West. But they cannot even afford decent old movies, let alone produce meaningful programming.

Then there is the Voice of America Radio and Television, and a forthcoming TV channel by the BBC. Although much improved, their governmental mission statements and cautious bureaucracies have not, and are not likely to, make a serious impact in Iran.

What is needed is engaging programming that builds audience share by truly reflecting the needs, grievances and resistance of Iranian women, youth, ethnic groups and the professional groups. Given needed resources, modern technology makes it quite possible to have two-way communication between the politically active audience inside Iran and a medium outside which can connect them to each other. That is what it takes to mobilize the Iranian people – without whom, we are back to war or surrender.

I never miss a chance to reject military action against my homeland.

I am against war. I hope you are too, and I can not believe that you would be for surrender. Thus, we are left with regime change vs. behavior change. And as indicated earlier, that is a false choice. So what is the right choice?

Like most totalitarian leaders, Iran’s Supreme Islamist leader wakes up every morning wondering if the morale and ideological glue of his security forces will hold. To strengthen their spine, he feels he has to take tough, uncompromising stands against his ideological adversaries – liberal democracies in general, and the United States and Israel in particular.

The reckless self-righteousness of his “other-worldly” ideology will continue this course, until a final collision. This behavior will not change unless he wakes up one morning with an even greater fear: seeing the Iranian people joining hands and rising up against his theocratic tyranny.

Unlike forgetful analysts in the West, he knows the Iranian people have changed their regimes many times before, when they had far less reasons to do so. He watches carefully for the signs of history repeating itself. Once he sees those signs, and only then, will he change his behavior.


That is why idealism and realism, behavior change and regime change do not require different policies but the same: empowering the Iranian people.

This is my political mission in life. I ask for your support, and thank you sincerely for sharing some of your valuable time with me.

Secretariat of Reza Pahlavi
Tuesday, April 3rd, 2007