Monday, November 26, 2007

Genel Başkan Baykal Adana Bölge Toplantısında , “AKP İktidarında Türkiye Bir Başka Türkiye Haline Dönüştürülmek İsteniyor”


-“Bir süre sonra biz “Aa yargı ne olmuş Türkiye’de” diyeceğiz. Bunu, Eğitim ve Üniversitelerde “Aa” diyeceğimiz değişiklikler izleyecek. Bu zihniyet çok tehlikelidir.”
-Cumhurbaşkanlığını siyasallaştırırsanız, arkasından yargıyı siyasallaştırma gelir. Üniversiteleri, Eğitimi siyasallaştırmaya başlarsınız. Siyasallaştırmanın ötesinde tarikatlaştırmaya başlarsınız. Ve bu süreç maalesef işliyor. Bu çok kaygı verici bir tablodur”

-“Terörü himaye ederek, teröre sahip çıkarak, teröre kol kanat gererek demokratik siyaset olmaz. Bunu hiçbir şekilde mazur görmemiz mümkün değildir. Terör demokrasiyi çürüten bir kanserdir”

-“Kimsenin etnik kimliğinden, inancından, mezhebinden şikayetçi değiliz. Biz sadece terörden, terör yapılmasından şikayetçiyiz. Terörün ortadan kalkması halinde Türkiye’nin bütün etnik kimliklerinin dostça yaşaması çok doğaldır”

-“Terörü besleyen en temel sosyal afet işsizliktir. İşsizliğin bertaraf edilmesi Türkiye’de terörle mücadele bakımından çok büyük bir aşama olacaktır. İşsizliğin en yoğun yaşandığı yerlerin başında da Güneydoğu Anadolu bölgesi gelmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin GAP projesi büyük önem taşıyor. Bu proje AKP iktidarında dondurulmuştur, rafa kaldırılmıştır, buzdolabına konulmuştur. Türkiye’nin derhal bu projeyi buzdolabından çıkarması lazımdır”

-“Alevi vatandaşlarımızın çok önemli talepleri ve şikayetleri vardır. İktidarın bunları bir yana bırakarak, göstermelik, şov amaçlı, toplumu tahrik edecek, herkesi birbirine düşürecek projelere yönelmesini iyi niyetli bir yaklaşım olarak görmekte zorlanıyorum”


Değerli arkadaşlarım, hoşgeldiniz. Bugün Cumhuriyet Halk Partisi olarak Adana’da ilk bölge toplantımızı gerçekleştiriyoruz. Bildiğiniz gibi bu bölge toplantımıza Çukurova Bölgesinin 9 ili, Adana, Mersin, Karaman, Gaziantep, Kilis, Adıyaman, Hatay, Kahramanmaraş, Osmaniye İlleri katılıyor. 9 il bugün Çukurova’da, Adana’da biraraya geliyoruz. Bu vesileyle ben toplantımıza geçmeden Adana’daki basın ve televizyon kuruluşlarımızın değerli çalışanlarını, temsilcilerini selamlamak istiyorum. Hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum.


Adana’da bulunmaktan çok mutluyuz. Adana’yı çok seviyoruz ve her açıdan çok özel bir konumda olduğunu biliyoruz. Ekonomisiyle, sosyal yapısıyla, tarımsal potansiyeliyle ve büyük bir gelecek vaat eden dinamik toplumuyla Adana hepimizin gözbebeği bir kentimiz.


Cumhuriyet Halk Partisi olarak Adana’ya çok özel bir ilgi duyduğumuzu da bu vesileyle ifade etmek istiyorum. Geçmişte Cumhuriyet Halk Partisi olarak Adana’da çok büyük etkinliğimiz vardı. Daha sonra bu konuda bir güç dönemin içine girdik. Şimdi yeniden Cumhuriyet Halk Partisi olarak Adana’da, Çukurova’da bir atılım ve toparlanma hazırlığı içindeyiz. Geleceğimize bu bölgede büyük bir umutla ve iyimserlikle bakıyoruz, iddia ile bakıyoruz. Belki de bir ölçüde bu duyguların etkisiyle ilk toplantımızı bu bölgemizde, Adana’da gerçekleştiriyoruz.


Türkiye’nin çok önemli tartışmaların içinden geçmekte olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu tartışmalarla ilgili genel değerlendirmelerimizi her vesileyle ortaya koyduk. Bugün burada önem taşıdığına inandığım bir noktaya kamuoyumuzun dikkatini çekmek istiyorum.


Bildiğiniz gibi bu iktidarın Türkiye’de anayasal düzenimize yönelik tavrının toplumun çeşitli kesimleri tarafından kaygıyla izlendiği bir gerçektir. Hepimiz bu iktidarın elindeki olanakları kullanarak Türkiye’nin anayasal düzenini, Cumhuriyetin birikimlerini, Türkiye’nin hukuk yapısını sarsmaya yönelik bir hazırlık içinde olduğu kaygısını hep taşıdık. Bu konuda toplumu uyarmaya çalıştık. Bu noktada çok etkin bir görev yaptık.


Şimdi geldiğimiz şu aşamada kısa bir süre önce ortaya atılan bir proje tekrar bu iktidarın niyetleriyle ilgili olarak ciddi kaygı duymamıza bir kez daha sebep olmuştur. Bu konu Türkiye’de yargının bağımsızlığını ve güvenilirliğini çok ciddi şekilde etkileyecek bir konudur. Kısa bir süre önce bir AKP milletvekili bir kanun teklifi hazırlayarak hakim ve savcıların görev alınmasıyla ilgili yeni bir düzenleme önermiştir.


Değerli arkadaşlarım, bir ülkede rejimin temelinde yargının konumu yatar. Yargı bağımsız, güçler arasında bir dengeyi sağlayabilecek, görevini her türlü siyasi müdahaleden arınmış olarak yapabilecek konumda ise o ülkede hukukun üstünlüğünden söz etmenin temel koşulu, ilk koşulu yerine getirilmiş demektir. Ama böyle bir durum yoksa o ülkede bırakınız demokrasiyi hukuk devleti bakımından çok ciddi tereddütler var demektir.


Şimdi birdenbire Türkiye’de yargıya girişle ilgili, hakimlerin yargı düzeni içinde yer almasını sağlamaya yönelik ilk adım bakımından, bir süreden beri AKP’nin kafasının arkasında sakladığını bildiğimiz niyeti bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ve bir kanun teklifi Yozgat AKP Milletvekili tarafından yapılmıştır.


Değerli arkadaşlarım, bir ülkede hakimlerin ve savcıların mesleğe alınışıyla ilgili ciddi bir temel, yasal düzenlemeye ihtiyaç varsa herhalde bunu yapması gereken öncelikle devletin yargı kurumlarıdır, Adalet Bakanlığıdır, hükümettir. Hükümetin, Adalet Bakanlığının, yargı kurumlarının bilgisi ve haberi olmadan, onların dışında bir milletvekilinin Türkiye’de hakimlerin ve savcıların mesleğe alınışı şöyle olsun diye düzenleme yapmaya kalkması ortada bir kaygı duyulan, gözden kaçırılmak istenen bir durumun bulunduğu izlenimini vermektedir ve üstelik bu konu Türkiye’de bir süre önce çok ciddi şekilde tartışılmış bir konudur. Hükümet bu konuda bir düzenleme yapmıştır. O düzenleme Cumhurbaşkanından dönmüştür geçmiş dönemde ve o düzenlemeyle ilgili olarak Yargıtay’ın başkanları biraraya gelmiştir daire başkanları. Çok sert bir açıklama yapmışlardır. Danıştay’ın daire başkanları biraraya gelmişlerdir çok sert bir açıklama yapmışlardır ve Cumhurbaşkanından döndükten sonra hükümet bunu unutmuş gözükmüştür. Şimdi ortalık biraz daha, tartışma konuları değiştikten sonra, yeni bir noktaya Türkiye geldi diye bir değerlendirme yaparak sessizce bir milletvekili aracılığıyla Türkiye’de anayasal düzenin, hukuk üstünlüğünün, rejimin kalbiyle ilgili bir tasarrufu gizlice kamuoyunun dikkati dışında gerçekleştirmek istiyorlar. Üstelik böyle bir özel kanun teklifi tasarı değil, çok kısa bir süre içinde, olağanüstü kısa bir süre içinde, her türlü engeli aşarak komisyondan hızla geçiriliyor ve geçtiğimiz Perşembe günü TBMM Genel Kuruluna indiriliyor. Oradan bu biranda yasalaştırılmak isteniyor. Daha yargı kurumlarının haberi yok. Yargıtay’ın haberi yok, Danıştay’ın haberi yok, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun haberi yok. Yüksek yargı kurumlarının mensupları önemli bir kısmı yurtdışı programın parçası olarak Türkiye dışındalar. Tam bu ortamda bunu bir emrivakiyle gerçekleştirme teşebbüsü var. Şimdi önümüzdeki hafta tekrar gündeme gelecek. Onun için Türkiye’nin dikkatini çekmek istiyorum bu konuya. Gelecek hafta Pazartesi komisyon düzeyinde belki ya da Salı, Çarşamba günü genel kurulda bu konu tekrar gündeme alınacak. Bu çok tehlikeli bir girişimdir değerli arkadaşlarım.


Bakın bu düzenlemenin altında ne yatıyor? Bu düzenlemenin altında Hakimlerin mesleğe girişinde bilgi, beceri, sınav, objektif kriterler değil, mülakat yöntemi getirilmek isteniyor. Yani çocuklar adaylar başarılarını sınavda objektif şekilde ortaya koymuş olsalar dahi mülakatla bunların arasında bir seçme yapılması öngörülüyor. Mülakatı kim yapıyor? Mülakatı bakanlığın kontrolü altındaki bürokratlar yapıyor. Yani listeler siyasetçiler tarafından hazırlanacak, bürokratlara verilecek ve o listeler etrafında mülakatlar gerçekleştirilecek. Ve sonra Türkiye’de yargının yapısı, dokusu zaman içinde bu gelişmenin de katkısıyla, etkisiyle değişmeye başlayacak. Bir süre sonra biz “a yargı ne olmuş Türkiye’de” diyeceğiz.


Değerli arkadaşlarım, bunların hepsi tuzaktır. Biz bu tuzakları biliyoruz. Bakın eğitimde bu sürdürülüyor. Bilinçli olarak sürdürülüyor. Eğitimde çok sistematik bir şekilde yıllardır bu uygulama götürülüyor. Türkiye belli bir noktaya çekilmek isteniyor. Şimdi yargı aynı şekilde ciddi bir yeniden yapılandırılma anlayışıyla elden geçirilecektir. Tabi bu gelişmeler olurken artık Türkiye’de cumhurbaşkanlığı makamının anayasaya sahip çıkan objektif, güven veren bir anlayışla işleyeceğini umut etmek maalesef gerçekçi olmaktan çıkmıştır. Bu tasarı daha önce cumhurbaşkanlığından dönmüştü. Bu defa herhalde dönmeyecektir ve artık cumhurbaşkanlığı freni de kalkmıştır AKP’nin önünde. AKP projelerini, planlarını ortaya koymaya başlamıştır. Bir süre sonra bu değişikliklerin üniversite düzeyinde ortaya çıktığına tanık olacağız. YÖK’ün yapısıyla ilgili değişiklikler başlayacak önümüzdeki günlerde. Ona göre üniversite yapıları değişmeye başlayacak. Türkiye bir başka Türkiye haline dönüştürülmek isteniyor değerli arkadaşlarım.


Yani bu varolan düzenin olanakları kullanılarak etkili bir şekilde sürdürülüyor. Buna kamuoyumuzun dikkatini çekmek istiyorum. Adana’daki Cumhuriyet Halk Partisinin bu bölge toplantısından Türkiye’de herkesi bu noktada dikkatli, duyarlı olmaya, toplumumuza ve hukuk düzenimize karşı kurulmuş olan bu tuzağa kimsenin düşmemesini sağlamaya çalışıyorum. Bu tuzağa Türkiye’nin dikkatini çekiyorum. Yargının siyasallaştırılmasına yönelik çok ciddi, çok tehlikeli bir projedir. Bu yasa çıktığı zaman Türkiye’de yargı artık AKP’nin siyasi kontrolü altına girmiş olacaktır. Sıradan bir siyasallaşma düzeyinde mi kalacaktır? Yoksa onun ötesinde bir tarikatlaşmanın da yargıya egemen olup olmayacağını sizlerin takdirinize bırakıyorum. Laik Türkiye Cumhuriyetinin en temel kurumu olarak yargı böyle bir tehditle karşı karşıyadır. Bu tehditle sessizce Türkiye başka konuları konuşurken kimseye fark ettirmeden bir olup bittiyle, bir milletvekilinin kanun teklifi sanki görüşülüyormuş gibi yapılarak devletin kurumlarının bilgisi, katkısı değerlendirmesi bile alınmadan bir olup bittiyle Türkiye dayatılmak isteniyor. Muhalefet partisi olarak görevimizi yapıyoruz ve Türkiye’ye bu noktada dikkatli olmasını söylüyoruz. Bu bizim yapabileceğimiz şeydir. Bunun ötesi bizim işimiz değildir. Biz gerçekleri dile getiriyoruz, buna dikkati çekiyoruz.


Değerli arkadaşlarım, Adana’dan bir başka konuya da dikkati çekmek istiyorum. O da son zamanlarda terör konusu hepimizi çok yakından meşgul ediyor. Bu konuyla ilgili çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Terörün dış bağlantıları ortaya çıkmıştır. Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yönelik terörün nasıl desteklendiği, nasıl beslendiği artık görülmüştür ve buna karşı Türkiye’nin tedbir alma hakkı iç, dış toplumun ve dünyanın her kesiminde kabul görmüştür. TBMM bu doğrultuda önemli girişimler yapmıştır. Hükümete bir sınır ötesi operasyon için gerekli yetkiyi vermiştir. Dünyaya Türkiye’nin maruz kaldığı bu tehdidin haksızlığı anlatılmıştır. Buna karşı Türkiye’nin tedbir alma hakkı kabul ettirilmiştir. Çok uygun bir noktadayız. Şimdi burada kalıcı, Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yönelik terörün beslenmesini etkili şekilde ortadan kaldıracak, kalıcı biçimde ortadan kaldıracak ciddi tedbirlerin alınmasını bekliyoruz. Bu tedbirlerin alınacağı konusunda yapılan açıklamaları ilgiyle izliyoruz. Ama şu aşamada ortaya atılan düşüncelerin ve önerilerin Kuzey Irak’tan Türkiye’ye yönelik terör tehdidini güvenilir şekilde geleceğe yönelik olarak ve kalıcı olarak bertaraf edecek bir ciddiyeti hala göremediğimizi söylemeliyim. Türkiye’nin bir operasyon yapma girişimini gereksiz bırakmaya yönelik iyi niyet beyanları, dayanışma söylemleri, tehlikeyi, tehdidi ortadan kaldırmak için birlikte şikayet etme yaklaşımı dillendirilmektedir. Bunlar memnuniyet vericidir. Ama bunları bizim yeterli saymamız ve bunlarla tatmin olmamız artık gerçekçi değildir. Buna herkesin dikkatini çekmek istiyorum. Elimize geçirmiş olduğumuz bir önemli tedbir şansını boş sözlerle, avutmalarla, oyalanarak gözden çıkarmamalıyız diye düşünüyorum. Böyle bir ihtimal kendisini gösteriyor. Buna sürekli olarak dikkati çekiyorum. Elbette bizde bir müdahaleye gerek kalmadan sorunun çözülmesini, Irak’ın Türkiye’de terörü destekleyen bir coğrafya olmaktan çıkarılmasını tercih ediyoruz, istiyoruz. Ama bu doğrultuda güven verici, somut bir gelişmeyi hala görebilmiş değiliz. Ve bu ortamda işte gerginlik azalıyor açıklamaları, sözleri artık etkin bir önlem konusunda Türkiye’nin bir ciddi takip içinde bulunmasına gerek yok. Konu çözülüyor noktasına bizi getirmeye başladıklarını gösteriyor.


Bu noktada bir uyarı yapma gereğini duyuyorum. Türkiye o sözlerle avutulmayı reddetmelidir ve kalıcı etkin, ciddi önlemler alınmasını beklemelidir. Hala hiçbir PKK lideri Türkiye’ye teslim edilmemiştir. Kuzey Irak’taki PKK varlığını ortadan kaldıracak hiçbir ciddi çalışma yapılmamıştır. Oradaki varlığın dünya kamuoyuna yansımasını önlemeye yönelik tedbirler alınmaktadır. Yani uluslararası medya kandil dağına çıkmasın ona engel olacağız ve böylece mülakat yapılamayacak, oradan mesaj verilemeyecek. Ama orada varlığını sürdürecek, etkinliğini sürdürecek. Yani bu noktada uzun vadede sorunun esası çözülmeden tekrar bu tehlikenin, tehdidin özellikle önümüzdeki baharla birlikte, kış geçtikten sonra tekrar Türkiye’nin önüne gelmesi olasılığı çok yüksektir. Türkiye böyle bir tehlikeye karşı dikkatli olmalıdır diye düşünüyorum.


Tabi biz bu yaklaşımımızı götürürken bir temel noktayı anlatmaya çalışıyoruz. Terör ayrıdır, etnik çatışma ayrıdır. Türkiye hiçbir şekilde bir etnik çatışmanın tarafı değildir. Türkiye’de hiç kimsenin bir etnik çatışma arayışı içinde olduğunu düşünmek doğru olamaz. Bizim bir tek şikayetimiz vardır. Kimsenin etnik kimliğinden, inancından, mezhebinden bir şikayet içinde değiliz. Biz sadece terör yapılmasından şikayetçiyiz. Terörün ortadan kalkması halinde Türkiye’nin bütün etnik kimliklerle dostça yaşaması çok doğaldır. Hepimizin özlediği de budur ve bunun dışında bir arayışımız, bir çabamızda yoktur.


Şimdi bu çerçevede yurtdışına yönelik olarak Türkiye’nin bir etnik kaynaşma komşularımızla, çevremizde yaşayan insanlarla, toplumlarla, etnik kesimlerle sıcak bir ilişki içinde olma arayışı içinde olduğumuzu ortaya koyan bazı öneriler yapmıştım bir süre önce o önerilerimiz büyük ilgiyle karşılandı, onları yakından takip ediyoruz. Gerçekten bizim çevremizde çok sıcak, çok dostça ilişkiler kurmamız lazım. Bu konudaki kararlığımız aynen devam ediyor. Daha da gelişiyor.


Ayrıca Türkiye’de kendi içimizde terörü besleyen kaynakları kurutmaya yönelik yeni ve etkili açılımlar yapmak durumundayız. Bildiğiniz gibi terörü besleyen en temel sosyal afet işsizliktir. İşsizliğin bertaraf edilmesi Türkiye’de terörle mücadele bakımından çok büyük bir aşama olacaktır. İşsizliğin en yoğun yaşandığı yerlerin başında da Güneydoğu Anadolu bölgesi gelmektedir. Burada işsizlikle mücadeleye yönelik ciddi çalışmalara ihtiyaç vardır. Bu çerçevede Türkiye’nin GAP projesi büyük önem taşıyor. Bir süreden beri bu konuya hükümetin dikkatini çekiyorum. Gerçekten bu kritik dönemde öncelikle ele almamız gereken bu proje en çok ihmal edilen proje haline gelmiştir. Halbuki bir zamanlar Türkiye GAP projesiyle yatar, GAP projesiyle kalkardı. Siyasetçiler GAP’ı kaptırırım, kaptırmam tartışmaları yapardı. GAP Türkiye siyasetinin temelindeki ana konuydu ve bunu hak eden bir konumu vardı. Fevkalade büyük etkileri olacak, Türkiye’nin yapısını, dokusunu değiştirecek olumlu yönde bir büyük projeydi. Bu proje heyecanla geride bıraktığımız 10 yıllar boyunca takip edildi. Bunun enerjiyle ilgili yatırımları büyük ölçüde gerçekleştirildi. %75 civarında gerçekleşti enerji yatırımları. Ama maalesef halkın konumunu doğrudan etkileyecek olan tarımsal sulamaya yönelik yatırım bölümü tamamen ihmal edildi. %14 düzeyindedir sulamayla ilgili yatırımların gerçekleşme oranı. Bu bizim hem büyük bir potansiyele sahip olduğumuzu gösteriyor. Hem de akıl almaz bir ihmal içinde olduğumuzu gösteriyor. Türkiye’de 1 milyon 700 bin hektar araziyi GAP projesi sulayacaktır. 1 milyon 700 bin hektar. Düşününüz ki, Türkiye’de sulanabilir arazi miktarı 8,5 milyon hektardır. Yani %20’si Türkiye’nin bütün coğrafyalarındaki sulanabilir toprakların Çukurova dahil, Ege’deki bütün alanlar dahil, Karadeniz’deki alanlar dahil Türkiye’nin bütün sulanabilir topraklarının %20’si sadece GAP projesi içindedir. Ve bunun biz sadece 250 – 260 bin hektarlık kısmını suluyor durumdayız. 1,5 milyon hektarlık bölümü sulanmayı bekliyor. Nasıl sulanmayı bekliyor? Baraj yapılmış, su var, barajdan pirimer kanalda yapılmış. İlk taşıyıcı kanalda yapılmış bir kısmı için. Ama o o kanaldan suyu tarlaya götürerek ikincil kanal ya da üçüncül kanal yapılmamış. Bunların yapılması halinde Türkiye 1,5 milyon hektar araziyi sular. 1,5 milyon hektar Güneydoğu Anadolu’da sulanırsa Türkiye’nin tarımsal üretimi çok ciddi bir katlama yaşar. Çok ciddi bir atılım yapar. Türkiye’deki pamuk üretiminden, buğday üretiminden, mısır üretiminden, pancar üretiminden meyve, sebze üretimine kadar her alanda çok büyük bir atılım yapılır ve bunun maliyeti hiçbir şekilde ürkütücü, gerçekleştirilemez boyutlarda bir maliyet değildir. Türkiye çok daha büyüğünü yapmış ama şimdi en mütevazı yatırımlarla en büyük sosyal faydayı sağlayacağı noktada tıkanmış duruyor. AKP iktidarı işbaşına geldiğinden beri hiçbir ciddi, anlamlı mali destek bu projeye verilmemiştir. Bu proje dondurulmuştur, rafa kaldırılmıştır, buzdolabına konulmuştur. Türkiye’nin derhal bu projeyi buzdolabından çıkarması lazımdır. Tarıma yönelik AKP tavrı bu projenin ihmal edilmesinin altında yatan ana nedendir. AKP yönetimi tarımın kalkındırılması konusuna kuşkuyla yaklaşmaktadır. Dış ekonomik çevrelerde Türkiye’de tarımsal atılım yapılmasından mutlu değillerdir. Çünkü onlar isterler ki ihtiyacınızı karşılayacak tarımsal üretim bizde var, onu alınız. Siz bu işlere girmeyiniz demektedirler. Bu tuzağa düşmemek lazımdır. Bu sulama yapılacak olursa Türkiye çok büyük bir tarımsal atılım yapar. Çok büyük bir istihdam şansı elde edilir. Bölgede işsizlikle mücadele bakımından muazzam bir şans elde edilir. Yüzbinlerce gencimize iş bulunur. Fevkalade önemli bir iştir. Bu noktayı da ayrıca içinden geçmekte olduğumuz bu tartışmaların ışığında önemli bir nokta olarak Adana’dan iktidara duyurmak istiyorum. Yargıdan elinizi çekiniz, GAP’a destek olunuz. Kısaca özetlemek gerekirse iktidar yargıyı siyasallaştırmaya yönelik kanun teklifini biran önce unutmalıdır, bir kenara koymalıdır ve GAP’a sahip çıkmalıdır, Türkiye’nin gerçek sorunlarının çözümü için gerekli katkıyı yerine getirmelidir.


Benim sizlere aktarmak istediğim bunlar.


Soru: Sayın Başkanım, AKP’nin yeni alevi açılımını nasıl değerlendiriyorsunuz?


Deniz BAYKAL- Bu konuların Türkiye’de siyasi amaçlı bir tartışma konusu haline gerilmesi hiç uygun değildir. Türkiye’de insanlarımızın alevi vatandaşlarımızın çok önemli talepleri ve şikayetleri vardır. Onların çözülmesi için nelerin yapılması gerektiğiyle ilgili çok ciddi bir bilgi birikimi Türkiye’nin elinde hazırdır. Yani bu noktaları bir yana bırakarak bu konunun gerçekten çözümünü sağlayacak çalışmalar yerine göstermelik, şov amaçlı, toplumu tahrik edecek, herkesi birbirine düşürecek projelere yönelmesini iyi niyetli bir yaklaşım olarak görmekte zorlanıyorum.

Soru: Sayın Genel Başkan, yargıdaki siyasallaşmaya dikkat çektiniz de, tehlikelerine değindiniz. Ancak iktidarın birde üniversitelerde rektör seçimlerini bir mütevelli heyeti aracılığıyla seçilmesiyle bir girişimi var.


Deniz BAYKAL- Evet doğru. Yani kısaca ima ettim. Şimdi önümüzdeki dönemde o geliyor. Genel eğitime yönelik çalışmalar ortada. Şimdi üniversitelerle ilgili olarak bir hazırlık içinde olduklarını düşünüyorum. Önümüzdeki dönemde YÖK ve Rektörler, sonrada rektörler aracılığıyla fakülteler, dekanlar ve öğretim kadroları gene aynı anlayışta yönlendirilecektir diye bir kaygı içindeyim. Zaten amaçlar belliydi. Bizim geride bıraktığımız tartışmalarda Cumhurbaşkanlığı konusundaki duyarlığımızın altında Türkiye’nin bir hakeme ihtiyacı var. Anayasanın temel kurumları arasında işbirliğinin, koordinasyonun, uyumun anayasanın özüne göre sağlanması gerekir. Bunu yapacak bir cumhurbaşkanına Türkiye’nin ihtiyacı var. Cumhurbaşkanlığını siyasallaştırırsanız arkasından yargıyı siyasallaştırma gelir. Üniversiteleri siyasallaştırmaya başlarsınız. Eğitimi siyasallaştırmaya başlarsınız. Siyasallaştırmanın ötesinde tarikatlaştırmaya başlarsınız. Ve bu süreç maalesef işliyor. Bu çok kaygı verici bir tablodur.


Soru: Şimdi Türkiye’de dikkat ederseniz yani bu konuştuğumuz genel konuların dışında Türkiye’deki seçimlerde daha çok mideye hitap ederek bir seçil yapıldı. Yani vatandaşın midesine. Tüm ülkede kimse yatırım yapamıyor. Ama resmi devlet kurumları açıklıyor diyor ki, istihdam açığı var, kayıt dışı ekonomi var. Peki bu kadar sigorta primlerinin bağlı olduğu bir dönemde sabah bakıyorum başka, öğleden bakıyorum sigorta, akşamleyin stopaj, ertesi gün bilmem ne vergisi. Vatandaş yatırıma yönelmiyor. Yani bir şey yapmak istemiyor. Cumhuriyet Halk Partisinin bu konuda yapmak istediği şey ne?


Deniz BAYKAL- Yani işin özü, temeli bu tabi. Ama bir basın buluşması çerçevesini aşan bir temel konu. Bir miktarda belki aşağıda da konuşuruz birazdan bu konuları. Yani bizim en temel arayışımız Türkiye’deki ekonomik modelin üretime yönelik olarak değiştirilmesini sağlamaktır. Türkiye bugün bir rant ekonomisine göre bütün süreçlerini planlamıştır. Yani kur ona göredir, faizler ona göredir, dış ticaret ilişkileri ona göredir. Hepsi üretimi desteklemeye yönelik olarak değil, tam tersine Türkiye’de faiz düzenini ve faizden para kazanma düzenini teşvik etmeye göre kurgulanmıştır. Türkiye 60 milyar doların üzerinde yıllık dış ticaret açığı veriyor. 100 milyar doların üzerinde Türkiye’de sıcak para girişi var. Türkiye’deki görünür istikrarı sağlayan bu olağanüstü sıcak paranın Türkiye’ye girmiş olmasıdır. Sıcak para Türkiye’ye niçin giriyor? Yüksek faiz için giriyor. Dünyanın en yüksek faizi bugün Türkiye’de elde edilebiliyor. Yani hesabı yaptıkları zaman gerçekten dudak uçuklatan tablolar ortaya çıkıyor. Dolar üzerinden %30 ila hatta yer yer borsayı da dikkate alırsanız, borsayı da kullanması halinde %60’a kadar bir yıllık kazancı bir takım Türkiye’ye giren, Türkiye’ye borç veren çevrelerin elde ettiği görülüyor. Bu tabi Türkiye’nin ödediği bir maliyettir. Yani Türkiye’nin bu maliyeti tarım ödüyor, çalışan insanlar ödüyor, işçi ödüyor, vatandaş ödüyor. Bu düzeni değiştirmek lazım. Yani bu düzen temelinde kur politikası yatıyor. Bu kur politikası borçlanması teşvik eden kur politikasıdır. Ve bu kur politikası işlediği sürece Türkiye giderek daha çok borçlanacak, daha çok dövize mahkum, döviz girişine mahkum. Döviz girişi için kanama yapan, faiz ödeyen bir ülke. Faiz ödediği için yatırım yapamayan bir ülke. Yatırım yapamadığı için istihdamı olmayan bir ülke. Bugün Türkiye’de kalkınma var deniyor ama işsizlik artıyor. Yani işsizlik ve kalkınma ikisi yanyana. Bu ne biçim kalkınma, kimin için kalkınma? Yani Türkiye’de çalışmak isteyen insanların yararlandığı bir kalkınmadan söz etmek imkanı yok. Tarım şikayetçi, esnaf şikayetçi, sanayici şikayetçi. Bunların şikayetçi olduğu bir kalkınma nedir? Türkiye’nin borçları artıyor. Türkiye’de bugün sadece özel sektörün yıllık borcu 130 milyar doların üzerine çıktı şuandaki kümülatif borcu 130 milyar doların üzerinde özel sektör borçlu. Özel sektör niye borç yapıyor? Tasarruf yok. Türkiye’de tasarruf eksik, tasarruf açığı var. Dış ticaret açığı var, cari açık var. Ama burada önemli olan tabi bunlar varda Türkiye’de niye bu siyasete yansımıyor, bu sistem niye işlemeye devam ediyor. Niye işlemeye devam ediyor? Çünkü görünürde o sıcak paranın girişiyle bir yapay istikrar tablosu kendisini gösteriyor. Bu yapay istikrar tablosu içinde dış dünyanın Türkiye’ye o 100 milyar doların üzerine sıcak parayı veriyor olması gerçeği var. Bu sürdürülebilir bir olay değildir. Türkiye kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi haline dönüşebilmiş değildir. Biz hala cumhuriyetin birikimlerinden yararlanarak günü kurtarıyoruz. Sattığımız devlet kuruluşları, özelleştirilen kuruluşlar hep bunun ifadesi. 20 milyar dolar yıllık dışarıdan Türkiye’ye yabancı sermaye geldi diye seviniyoruz. Ama bu yabancı sermaye ne kadar yeni yatırım yapıyor? Bunun tatmin edici bir cevabı yok, ciddi bir cevabı yok. Hiç kimse Türkiye’ye sıfırdan, yeni üretim yapmak üzere yatırım gerçekleştirecek projelerle gelmiyor. Tam tersine kurulmuş olanları alıp Türkiye’nin pazarı paylaşmayı tercih ediyor. Yani bunlar hep Türkiye’nin çok iyi bildiği konular. Bizimde bu konuda ciddi hazırlıklarımız var.


Soru: Efendim iddianame kabul edildi. DTP’nin kapatılmasıyla ilgili, milletvekillerinin çıkışlarıyla ilgili bir şey söylemek ister misiniz?


Deniz BAYKAL- Yani yargı sürecine yönelik bir değerlendirme yapmak uygun olmaz. Ama şu bir açık gerçektir. Demokratik düzen içinde herkes terörü lanetlemek durumundadır. Terörü himaye ederek, teröre sahip çıkarak, teröre kol kanat gererek demokratik siyaset olmaz. Yani bunu hiçbir şekilde mazur görmemiz mümkün değildir. Demokrasiyi çürüten bir kanserdir terör. En temel konu terörü ortadan kaldırmaktır. Terörü reddetmektir. Demokratik süreç içinde yer alacak herkesin terör karşısında bu ortak tavrın içine girmesi mutlak zorunluluktur. Bunu, terörü sahiplenmeyi demokratik bir hak olarak gördüğünüz anda demokrasiyi çığırından çıkarmaya başlamışsınız demektir. Bu tuzağa düşmemek lazımdır.

Saturday, November 17, 2007

Aşk Yeniden - TRT-1 Cumartesi 22:30


“AŞK YENİDEN” BAŞLIYOR

Yıllar Sonra Yeniden

Türkan Şoray ve Cihan Ünal yıllar sonra yeniden birarada.
“Aşk Yeniden” diyecek olan iki ünlü isim bu kez tüm Türkiye’yi güldürecek


TRT’nin yeni dizisi “Aşk Yeniden” bu hafta başlıyor. Türkan Şoray ve Cihan Ünal’ın başrollerini paylaştığı dizide ikili, evli ve bir kız çocuğu sahibi bir karı kocayı canlandırıyor.

Senaryosunu Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu’nun yazdığı , yönetmenliğini Bora Tekay’ın üstlendiği “Aşk Yeniden”de başarılı tiyaro sanatçıları Zerrin Tekindor ve İlkay Saran’ın yanısıra, Kemal İnci, Barış Aksavaş, Merve Boluğur, Ozan Dağgez ve Burcu Özkanca Günay da rol alıyorlar.

“Aşk Yeniden”; Türkan Şoray, Cihan Ünal ve başarılı oyuncu kadrosu ile sizleri bir yandan kahkahaya boğacak, bir yandan da hayatın gerçekleri ile düşündürerek, tutkunuz haline gelecek.

Yeniden bir araya gelmek zorunda kalan bir çift...

Lale ile Mete’nin dillere destan aşkları, inat ve gururun kurbanı olmuş, herkesin parmakla gösterdiği mutlu çiftin yirmi dokuz yıldır süren evlilikleri mahkeme salonunda son bulmuştur. Lale Mete’yi sekreteri Banu’dan kıskanmış, Banu masum olduğunu anlatmaya çalıştıkça, işleri daha da karıştırmış, Mete ise bunu gurur meselesi haline getirmiştir. Mete’nin kız kardeşi Peruş hala barış gücü gibi çalışmakta, ama arabuluculuk çabaları bir türlü sonuç vermemektedir. Lale ile Mete, Amerika’da eğitim gören biricik kızları Eylül’e ayrıldıklarını söylemek için onun dönüşünü beklemektedirler.

Eylül, yanında aslanlar gibi bir damat adayı Arslan’la gelince işler karışır. Arslan’ın, burnu kaf dağında gezen annesi Emel ve her konuda karısıyla hemfikir olmak zorunda olan babası Hamido, aile birliğine çok önem vermekte, soyağaçlarında boşanmayla biten evlilik olmamasıyla övünmektedirler. Lale ve Mete, Eylül’ün de bu soylu soyağacında yerini alabilmesi için bir araya gelmek zorunda kalırlar. Hiç bitmeyen aşk yeniden alevlenirken, Peruş’un boşboğazlıkları, şoför Şenzat’ın saflıkları, ve ille de Banu’nun kriz yaratmadaki ustalığıyla mücadele edecekler, ama en büyük tehlikenin dünürleri olduğunu onlarla tanıştıkları ilk gece anlayacaklardır.

Yönetmen: Bora Tekay
Oyuncular: Türkan Şoray, Cihan Ünal,Zerrin Tekindor ,İlkay Saran, Kemal İnci, Barış Aksavaş, Merve Boluğur, Ozan Dağgez ve Burcu Özkanca Günay

Thursday, November 15, 2007

Türkan Şoray - Biyografisi

Türkan Şoray - Biyografisi

28 Haziran 1945'de İstanbul’da doğdu. Babası Halit Şoray devlet demir yollarında memur, annesi ev hanımıydı. Maddi imkanların kısıtlı olduğu bir ailede dünyaya geldi. Öğrenimine Rami Taş mektebinde başladı fakat sürekli mahalle değiştirdiklerinden, eğitimini 1956’da Feriköy ilkokulunda tamamladı.

1954’te Meliha ve Halit Şoray çifti boşanır. Çocuklar annede kalır. Karagümrük Sarmaşık Sokak’a taşınırlar. Burada ev sahiplerinin kızı Emel Yıldız'la tanışır, onun sayesinde de Yeşilçam’a adım atar. Bir gün onunla beraber film setine gider ve böylece ünlü “Yeşilçam Sokağı”na adımını atmış olur. Şoray o dönemde on beş yaşındadır. Emel Yıldız, o sıra “Köyde Bir Kız Sevdim” adlı filmin başrolünde oynayacaktır. Bir gün filmin setine Şoray'ı da götürür. Kenarda bir yerde otururken Türker İnanoğlunun dikkatini çeker. Şoray’la tanıştırılır. İnanoğlu başrol için Türkan Şoray’ın daha uygun olacağına karar verir. Şoray’ın Yeşilçam’a girişi de böylece gerçekleşir.

Bir Yıldızın Doğuşu (1960’lar)

Türkan Şoray bu filmin ardından yeni yeni teklifler almaya başlar. Çevirdiği filmlerle, özelikle magazin basının dikkatini çeker ve ilk kez, dönemin ün yapmış haftalık popüler dergilerinden “Sinema” ya kapak olur (15 Mart 1961, s.18). Ardından Artist, Büyük Gazete ve Ses Dergilerine..

1960 yıllarla birlikte Şoray’ın başarı grafiği de yükseliyordu. Artık yaşamında herşey değişmekteydi ve bu değişiklik sosyal durumdan fiziğine kadar her şeyine yansıyordu. Erkeklerden gördüğü ilgi ve artan seyirci ilgisi ona güven kazandırıyordu. Artık kararsızlıktan kurtulup kadınlığa adım atıyordu. Artık daha şuh biri halini alacaktır. Bu değişimiyle gerek Yeşilçam çevrelerinde gerek seyircisi arasında büyük bir etki gücüne sahip olur.

İlk Önemli Aşama

“Acı Hayat” Türkan Şoray’ın sinema hayatındaki ilk dönüm noktasıdır. “Otobüs Yolcuları” ile bu dönüm noktasının ilk kıpırtılarına veren Şoray “Acı Hayat”la ilk önemli aşamasını da geçer. Bu filmindeki rolü diğerlerine göre daha tutarlı, tip olarak da gerçeğe daha yakındır. Film o güne kadar yapılmış en başarılı, en şiirsel görüntülü bir aşk filmidir.

1963’te çevirdiği bu filmle 1964’te I. Antalya Film Festivalinde en iyi kadın oyuncu ödülünü alır. Ayrıca “Acı Hayat” sinema yazarlar tarafından “yılın filmi” seçilir. Artık izleyicide Şoray imgesi oluşmaya başlamıştır. Senaryo yazarları onun için öyküler oluşturabilir, yönetmenler filmlerini onun üzerine kurabilirler.


Hayatına Yön Veren Adam

Rüçhan Adlı’nın Şoray’ın hayatında önemli bir rolü vardır. Onu korumuş, hep zirvede kalmasında büyük rol oynamıştır. Eylül 1962’de bir film setinde tanışırlar. Rüçhan Adlı Şoray’dan tam 23 yaş büyüktür. Görmüş–geçirmiş bir insandı. Şoray hep bir babanın şefkatinden ve sevgisinden mahrum büyümüş, bunlara ihtiyaç duymaktadır. Şoray’da bu sevgi ve şefkati Adlı’da bulur ve 20 yılını onunla birlikte geçirir.

İlişkilerinden sonra Şoray giderek süzgün bakışlı şuh bir kadın olmaktan sıyrılıp, yeni kimliğine bürünür ve 1965’lerden başlayarak “Türk sinemasının bir numaralı kadını” olur. Dört büyükler arasında olup (Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Filiz Akın) en çok o tutulmaktadır.

Sultan

Şoray’ın Sultan olmasında ve kanunlarının oluşmasında Adlı’nın büyük payı vardır. Adlı, Şoray’a gönderdiği çiçek buketlerine iliştirdiği kartlarda ya da bıraktığı notlarda ona hep “Sultanım” diye hitap eder. (Canım sultanım, hanım sultan.. gibi) Bunlar daha sonra basında yer alır ve dönemin ünlü gazete ve dergilerinde yayınlanır. Böylece Şoray artık Türk sinemasının da, halkın da “Sultan”ı olmaya başlar.

Adlı’nın onun hayatındaki yeri ve üzerindeki etkisi, özelikle birlikte yaşamaya başladıkları 1963 yılından başlayarak önemini ve ağırlığını artırır. 1966’nın sonlarına doğru ise birbiri ardına Şoray filmleri çevrilir ve aynı haftalarda Beyoğlu sinemalarında vizyona girince durum bir süre için aleyhine gelişir. Aynı haftalarda oynayan Şoray’lı filmler adeta birbirini vurur. Şoray’ın böyle bir hataya kurban gitmesinin nedeni aynı yıl içinde çok sayıda film çevirmesi ve oynadığı filmlerin aynı konuları kapsamasıdır.

Bir süre sonra aleyhine gelişen bu tehlikeli sarsıntıyı güçlükle atlatır ve durumu lehine geliştirip fiyatına zam yapar. Böylece bütün yapımcılar Şoray’ı kara listeye alırlar. Bu karara göre ona film çevirttirmeyecek, mukavele süresi uzatılmayacak, sinema salonlarında da filmleri gösterilmeyecektir. O artık Akün, Acar, Arzu, Duru film....gibi büyük şirketlerin de kara listesindedir. Aleyhine gelişen tüm olaylardan sonra Şoray kendine bir savunma politikası bulur ve yapımcıların karşısına aldığı bazı kararlarla çıkıp, bu kararlardan da taviz vermeyecektir. Böylece Şoray kanunları oluşur.


Şoray Kanunları

1) Türkan Şoray film senaryolarını film çekim tarihinden en az bir ay önce beğenir.
2) Türkan Şoray, Senaryoyu beğenmediği takdirde yeni senaryo verilecektir.
3) Her senaryoda beğendi mutabakatı şarttır.
4) Filmde öpüşme ve açık sahneden olmayacaktır.
5) Filmdeki modern giysiler Türkan Şoray’a tarihsel olanlar ise şirkete aittir.
6) Film çekimi İstanbul dahili olup Türkan Şoray İstanbul dışına çıkamaz.
7) Çalışma saatleri sabah 8 ile akşam 19 arasıdır.
8) Pazar günleri Türkan Şoray çalışmaz.
9) Türkan Şoray adı jenerik, afiş ilan ve sinema fenerlerinde başta ve tek olarak yazılacaktır.
10) Filmin her oynadığı yerde 9. madde uygulanacaktır.
11) Filmlerin seslendirilmesinde Türkan Şoray’ın sesi için kendi mutabakatı şarttır.
12) Şirket filmi kendi hesabına çeker. Eğer başka şirketle ortak yapıma gidilirse Türkan Şoray’ın mutabakatı şarttır.
13) Film renkli ise Türkan Şoray’ın mutabakatı ile çekim günleri uzayabilir.
14) Çekilecek filmin rejisörü ve baş erkek oyuncusu için Türkan Şoray’ın mutabakatı şarttır.
15) Bu şartlara riayet etmeyen film şirketi 100 bin lira ödemeyi taahhüt eder.
16) İhtilaf vukuunda merci mahkemeleri İstanbul mahkemeleridir.
17) Türkan Şoray şirketlerden film başına 60 bin lira alır.
18) Türkan Şoray mecburi gecikmeleri 10 günden fazla beklemez.

Dönemine göre bu oldukça ağır koşullar, 1967’de son halini alıp yazılı bir metne dönüştürülür. Türkan’ın ünlü ve gişe geliri öylesine yüksektir ki, hiçbir firma, yönetmen veya oyuncu ona karşı çıkamaz. Türkan Şoray’la mukavele yapmak için birbirleriyle yeniden yarışa girerler. Bu kanunlarla Rüçhan Adlı, Şoray’ın, Yeşilçam’daki imajını koruma altına alır.

Şoray’ın Sinemamızdaki Yeri

1960’larda 4 büyükler saltanatı söz konusudur. Fatma Girik; baştan itibaren dinamik canlı, “acul”, girişken kolay yılmayan, daha erkeksi, yeni yaşama kültürüyle dalga geçen, alt kültüre yakın bir tip, Filiz Akın; daha modern, toplumun Batı’ya dönük yüzüydü. O ince sarışın ve kırılgan kişiliğiyle halk kızlarını oynasa da pek inandırıcı olmayacak, daha çok zengin kızlarını, “burjuva güllerini” temsil ederek biraz farklı bir alana geçecekti. Hülya Koçyiğit, geniş bir canlandırma yelpazesi ve çok farklı kimliklere bürünme yeteneği olan, her sınıfa ait olabilen, kibar evin kızı.

Türkan Şoray ise; güzel, çekici, alımlı bir kadın kişiliği yaratacak ve bunu hem güldürü, hem dramda aynı başarıyla sürdürecekti. Sosyal kökenler itibarıyla bir uçtan öbürüne, bir kutuptan diğerine kolaylıkla gidip gelebilecekti. Türk toplumu, sanatçının halk kızı veya burjuva dilberi tiplemelerini aynı ilgiyle kabul edecekti.

Tip olarak da Türk kadınını yansıtmaktadır. Türk sinemasının en güzel resim veren kadın oyuncusudur. Sinemasal açıdan zengin, seyirciyi çarpan bir görüntüsü vardır. Halkın içinde gelmesi zor şartlarda büyümesi onu halka daha yakın kılacaktır. Türk sinemasında hiçbir kadın oyuncu onun gibi çevresinde yaygın bir etkinliğe sahip olmamıştır. Güzelliği hep abartılıdır ama sıcaklığı da tartışılmaz.

Bu özellikleriyle sinemamızda farklı bir yer açar. Diğer kadın sanatçılara örnek olmuş, uygulamalarıyla da takip edilmiştir. Sinemada en yüksek fiyata sahip oyuncu oluşu, en çok aşık olunan kadın oluşu, kendine has yasaklar koyuşu, her rolün altından başarıyla kalkması, farklı güzelliği, sıcaklığı, bir sultan, bir efsane oluşuyla ve diğer yönleriyle sinemadaki yerini de belirlemiştir.

1970’ler, Şoray, Sinema ve Toplum
Şoray, değişir gözüken bir şeylere karşın, 1970’lerin başlarında da sinema siyasetini hemen hemen aynen sürdürür. Yılda yine 10-12 film yapar. Ünlü yazarların eserlerine el atılır fakat başarılı olunmaz. Sultan Gelin, Cemo gibi yarım başarılar elde edilirken, Vukuat Var, Asiye Nasıl Kurtulur gibi filmler fiyaskoyla sonuçlanır. Ünlü yönetmenlerle (Atıf Yılmaz, Osman Seden, Halit Refiğ..) çalışmak da pek bir şey değiştirmez.

70’lerin başında yine zirvede gözükmektedir. Fakat o artık daha değişik, daha farklı birşey arama çabasındadır. 1972 yılında mesleki yaşamında yeni bir dönem açılır. Film sayısını ciddi anlamda azaltır. Bu yıla iki filmi damgasını vuracaktır. Biri Cemo’dur. Bu filmin çekimlerinde Şoray attan düşer ve felç olma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Olay, filme iyi bir reklam aracı olur. Asıl büyük tepkilere yol açan olay ise bir diğer filmi “Dönüş”tür. Çünkü Şoray’ın yönetmenlik denemesi yaptığı ilk filmdir. Şoray birçok çevrenin eleştirisine maruz kalır. Filmin başarılı olmayacağı düşünülür, fakat beklenenin aksine dikkat çeker ve başarılı olur. Şoray, eleştirmenlerin, sinema uzmanlarının ve de “ciddi basın”ın dikkatini çeker. Film yılın en büyük iş yapan filmi olur. Şoray’a daha önce yüz çevirenler, bu kez onu sahiplenirler. Ayrıca “Dönüş” 1973’te “Moskova Film Festivali”nde özel bir ödül alır. “Azap’ta (1973) ikinci yönetmenlik denemesini gerçekleştirir fakat bu filmde başarılı olamaz.

70’lerin başlarında O hepsi birbirinin aynı, en azından benzeri dram veya komedilerden daha kişilikli, daha gerçekçi filmlere doğru kaymasında, belki yıllardır süre gelen aklı başında, sorumlu ve oldukça poltize bir eleştirinin katkısı olmuştur. Ama temel neden, Türk toplumunun o yıllardaki genel havasıdır. Artık sinema da o uzun yıllar sürdürdüğü pembe rüyadan uyanıyordu. Yönetmenler ilk defa gerçekçi konulara el atmakta, Anadolu bozkırlarında mekan bakmakta, köylü kadınların dramını keşfetmektedirler. Başta Türkan Şoray ve diğer ünlü starlar, gerçekten yaşamış ve yaşayan kadın portreleri çizmeye başlarlar. Konfeksiyon usulü yapılan filmlerin yerini daha gerçekçi konular, daha kapsamlı yaklaşımlar, daha bütüncül çabalar alır. Artık her film ayrı bir proje olup, çok daha dikkatle üzerinde durulacaktır. 76’da 3. Şoray yönetmenliği ürünü olan “Bodrum Hakimi”ni çeker ve yeniden sahnededir. Yerini yeniden sağlamlaştırmıştır. 1977’de en güzel filmlerinden biri olan “Selvi Boylum al Yazmalım” da oynar. Bu filmle Şoray’a en iyi kadın oyuncu ödülü gelir.

1980’ler ve Sonrası Şoray, Toplum ve Sinema


Bu hızlı dönemden sonra Şoray bir süre setlerden uzak kalır. 80’de film yapmaz. 1981’de ise son yönetmenlik ürünü olan “Yılanı Öldürseler” ile geri döner. Bu arada halk sinemaya gitmeyi reddeder. Artık yeni bir kuşak, yeni yönetmenler, yeni bir anlayış doğuyordu. (ve 80’li –90’lı yıllar boyunca Şoray’da bir çok yeni yönetmene destek verdi.) 1980’lerle bağımsız sinemanın önü açılır. 80’lerde sinemamız artık daha aydın, daha incelmiş ürünler, büyük kentin orta sınıflarına dönük hikayeler vermeye başlayan daha özel bir alan olmaya doğru gidecektir.

1983’te şarkıcı ve türkücülerin oynadığı arabesk ağırlıklı filmler Türk Sinemasındaki yerini ne kadar korumaya çalışsa da, kadın dünyalarını sorgulayan “kadın filmleri” öne çıkmaya başlayacaktır. Değişen koşullar ve yaşanan ekonomik krizler nedeniyle 1980-86 yıllarında ikişer filmle yetinmek zorunda kalan Türkan Şoray 1987’de bu sayıyı dörde çıkarır.

80’li yıllar Şoray’ın hem mesleğinde hem de özel yaşamında önemli değişikliklere sahne olacaktır. Şoray kanunları yıkılacak, oynadığı “Mine” adlı filmiyle “kadın filmleri” akımını da açacaktır. Özel yaşamında ise yirmi yılını feda ettiği Rüçhan Adlı’yı 1983’te terk edecek, aynı yıl sinema ve tiyatro sanatçısı Cihan Ünal ile evlenecektir. 84’te annesini kaybedecek ve bir süre sonra kızı Yağmur dünyaya gelecektir. Şoray Ünal çifti beraber birkaç filmde beraber oynarlar fakat filmler beklenen işi yapmaz. 87’de çift ayrılır. 90’lı yılları da birkaç filmle kapatır Şoray. 94’te babasını, 95’te de büyük aşkı Rüçhan Adlı’yı kaybeder. Bu yıllarda seyircisinin karşısına birkaç dizi filmle gelir. 2000 yılında çevirdiği “İkinci Bahar” adlı dizi ise diğerlerinden çok farklı bir yere sahip olacaktır.Ayrıca Türkan şoray Türkiye eğitiminede katkıda bulunmuştur.1973 yılında yaptırmış olduğu ilköğretim okulu Istanbul'un Hisarüstü semtinde yer almaktadır

Filmografisi

1960: Köyde Bir Kız Sevdim, Aşk Rüzgarı, Güzeller Resmi Geçidi, Utanmaz Adam
1961: Afacan, Aşk ve Yumruk, Dikenli Gül, Gönülden Gönüle, Hatırla Sevgilim, Kaderin Önüne Geçilmez, Kardeş Uğruna, Melekler Şahidimdir, Otobüs Yolcuları, Sevimli Haydut, Siyah Melek
1962: Acı Hayat, Allah Seviniz Dedi, Aşk Yarışı, Bardaktaki Adam, Billur Köşk, Bizde Arkadaş mıyız, DikmenYıldızı, Kırmızı Karanfiller, Lekeli Kadın, Ne Şeker Şey, Ümitler Kırılınca, Zorlu Damat
1963: Acı Aşk, Ayşecik Canımın İçi, Badem Şekeri, Beni Osman Öldürdü, Bütün Suçumuz Sevmek, Çalınan Aşk, Çapkın Kız, Dağlar Kralı, Genç Kızlar, İki Kocalı Kadın, Küçük Beyin Kısmeti, Sayın Bayan
1964: Adanalı Tayfur Kardeşler, Anasının Kuzusu, Bomba Gibi Kız, Bücür, Fıstık Gibi Maşallah, Gençlik Rüzgarı, Gözleri Ömre Bedel, Kader9 Kapıyı Çaldı, Kızgın delikanlı, Macera Kadını, Mualla, Öksüz Kız, Yılların Ardından
1965: Ekmekçi Kadın, Elveda Sevgilim, Garip Bir İzdivaç, Hayatımın Kadını, Komşunun Tavuğu, Sana Layık değilim, Seven Kadın Unutmaz, Siyah Gözler, Sürtük, Vahşi Gelin, Veda Busesi
1966: Akşam Güneşi, Altın Küpeler, Anaların Günahı, Çalıkuşu, Çamaşırcı Güzeli, Düğün Gecesi, El Kızı, Eli Maşalı, Günahkar Kadın, Karanfilli Kadın, Kenarın Dilberi, Meleklerin İntikamı, Meyhanenin Gülü, Siyah Gül
1967: Ağlayan Kadın, ana, Ayrılsak da Beraberiz, Bir Dağ Masalı, Her Zaman Kalbimdesin, Kara Duvaklı Gelin, Kelepçeli Melek, Ölümsüz Kadın, Sinekli Bakkal, Tapılacak Kadın
1968: Abbase Sultan, Ağla Gözlerim, Artı Sevmeyeceğim, aşk Eski Bir Yalan, Ayşem, Dünyanın En Güzel Kadını, Kadın Değil Baş Belası, Kadın intikamı, Kadın Severse, Kahveci Güzeli, Vesikalı Yarim
1969: Aşk Mabudesi, Ateşli Çingene, Bana Derler Fosforlu, Buruk Acı, Fosforlu Cevriye, Günah Bende mi, Köle Olayım, Sana Dönmeyeceğim, Seninle Ölmek İstiyorum, Son Bahar Rüzgarları
1970: Ağlayan Melek, Arım Balım Peteğim, Birleşen Yollar, Buğulu Gözler, Bülbül Yuvası, Hayatım Sana Feda, Herkesin Sevgilisi, Kara Gözlüm, Mağrur Kadın, Mazi Kalbimde Yaradır, Merhamet, Tatlı Meleğim
1971: Ateş Parçası, Bir Genç Kızın Romanı, Bir Kadın Kayboldu, Gelin Çiçeği, Gülüm Dalım Çiçeğim, Güllü, Mavi Eşarp, Melek mi, Şeytan mı, Sevmek ve Ölmek Zamanı, Unutulan Kadın, Yedi Kocalı Hürmüz
1972: Cemo, Çile, Dönüş, Sisli Hatıralar, Vukat Var, Zulüm
1973: Asiye Nasıl Kurtulur, Azap, Dert Bende, Gazi Kadın, Güllü Geliyor Güllü, Mahpus, Namus Borcu, Sultan Gelin, Yalancı
1974: Açlık, Bal Kız-Şenlik Var, Çılgınlar, Yüreğimde Yare Var
1975: Acele Koca Aranıyor
1976: Bodrum Hakimi, Deprem, Devlerin Aşkı
1977: Baraj, Dila Hanım, Selvi Boylum Al Yazmalım
1978: Bir Aşk Masalı, Cevriyem, Sultan, Tatlı Nigar
1979: Hazal, Küskün çiçek
1981: Yılanı Öldürseler
1982: Mine, Seni Kalbime Gömdüm
1983: Metres, Seni Seviyorum
1984: Bir Sevgi İstiyorum
1985: Bir Kadın Bir Hayat, Körebe
1987: Gramafon Avrat, Hayallerim Aşkım ve Sen, On Kadın, Rumuz Gonca Gül
1988: Ada
1989: ölü Bir Deniz
1990: Berdel, Menekşe Koyu, Soğuktu ve Yağmur Ciseliyordu
1993: Şahmaran
1995: Yerçekimli Aşklar
1997: Nihavent Mucize
2003: Gönderilmemiş Mektuplar
2004: Mürüvvetsiz Mürüvvet
2007: Hayatımın Kadınısın


Diziler

1993 Tatlı Betüş
1996 Bir Aşk Uğruna
2000 Gözlerinde Son Gece
2000 İkinci Bahar
2002 Tatlı Hayat
2006 Cemile

Aldığı Ödüller

- 1964 I. Antalya Film Festivali. “Acı Hayat”la “en başarılı kadın oyuncu.” (Altın Portakal)
- 1968 5. Antalya Film Festivali: “Vesikalı Yarim”le “en başarılı kadın oyuncu”. (Altın Portakal)
- 1969 Ekspress Gazetesi: Halk oyu ile “yılın kadın artisti”
- 1971 Ekspress Gazetesi: Halk oyu ile “yılın kadın artisti”.
- 1973 5. Adana Film Festivali: “Mahpus”la “en başarılı kadın oyuncu”. (altın Koza)
- Moskova Film Şenliği (Rusya): “Dönüş”le “özel ödül”.
- Ankara Gazeticiler Cemiyeti: “Yılın Artisti”
- Kelebek Gazetesi: Halk oyu ile “yılın kadın sanatçısı”.
- Kıbrıs Gazeteciler Cemiyeti: “Yılın Sanatçısı”
- Tercüman Gazetesi: Halk oyu ile “en iyi sanatçı”
- İzmir Kadınlar Birliği: “Dönüş”le “en iyi kadın oyuncu”.
- 1978 Taşkent Film Şenliği: “Selvi Boylum Al Yazmalım”la Uluslarası Aytmatov Kulübü’nün geleneksel ödülü.
- 1987 27. Antalya Film Festivali: “Hayallerim, Aşkın ve Sen”deki yorumuyla “en iyi kadın oyuncu”. (Altın Portkal)
- 1990 2. İzmir Film Festiali: “Altın Artemis onur ödülü.”
- 1992 8. Bastia Akdeniz Sinemaları Festiali “Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu”daki yorumuyla “en iyi kadın oyuncu”.
- 1994 6. Ankara Film Festivali: “Emek ödülü”.
- 31. Antalya Film Festivali: “Bir Aşk Uğruna”daki yorumuyla “en iyi kadın oyuncu”. (Altın Portakal)
- 1996 15. Uluslararası İstanbul Film Festivali: Sinema onur ödülü
- Magazin Gazeticiler Derneği 4. Altın Objektif Ödülü, Onur Ödülü.
- 1999 Roma Film Festiali: Büyük Ödül
- 2. Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali: Kadın yönetmen ödülü.
- 2000 Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi: Zirvedekiler 2000 ödülü
- 31. Antalya Film Festivali: “Bir Aşk Uğruna”daki yorumuyla “en iyi kadın oyuncu.” (Altın Portakal)
- 2001 Sakıp Sabancı Türk Kalp Vakfı: “İkinci Bahar” dizisiyle “iyi kalp ödülü”.
- 2001 İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi-Tekofaks Panasonic: “İkinci Bahar” dizisindeki rolüyle “2000 yılının başarılı iletişimci ödülü.”
- Akademi İstanbul: “Yılın en başarılı sanatçısı ödülü”.

Tuesday, November 13, 2007

Making intelligent choices

Dr Richard Mounce takes a detailed look at the most effective electric motors available for endodontic use.

Rotary nickel titanium (RNT) files have been an exciting addition to the endodontic armamentarium. The files are superelastic, meaning they will regain their shape after being curved during function.

These files vary widely across different brands with regard to cross sectional design, tapers, tip sizes, helical angles, rake (cutting) angle, length, tip configuration, flute length, width and depth, presence or absence of radial lands, recommended rotational speed amongst many parameters and intended functions.

While the metal may be the same, different file brands have significant diversity comparing these designs and clinical function. RNT files of various brands and designs can create excellent prepared canal shapes easily and without significant risk of fracture if they are used appropriately. The converse is true as canal transportation and instrument fracture (amongst other potential misadventures) can result from their misuse. The above notwithstanding, these files represent a significant step forward from the traditional standard of hand filing with the use of Gates Glidden drills.

Maximising the function and performance of RNT files has numerous components, one of which is the creation of a smooth and consistent motion in their revolution within the canal as powered by an electric motor. Providing a constant torque which can be ‘auto reversed’ if a pre-set torque limit is reached is a cornerstone method of prevention of the separation of the files. A constant torque and the use of auto reverse can diminish the chances for instrument fracture.

Utilising the correct tactile sense, manual negotiation and pre-flaring of the canal with hand files to a minimal size 15 hand K file, copious irrigation, recapitulation, minimal engagement of the file flutes against the dentin wall and use of a light tactile touch during insertion are other strategies to avoid instrument separation. Lower rotational speeds are consistent with diminished instrument fracture.

Choosing an electric motor to power RNT files is not as simple as it might seem, given the wide variety of choices available on the market today. Models can be handheld without a cord, corded, and/or built into the handpiece delivery unit amongst different delivery methods.

Making decisions becomes even more complex depending on whether the clinician is building or remodelling a new office or adding electric motors into an existing office. And finally, if the clinician is trying to blend electric motors for high speed, low speed and endodontic use with the fewest number of boxes and cords, options are available.

The chosen electric motor must ideally match the best tactile and physical uses of the file. For example, using auto reverse alarms to tell the clinician when to reduce insertion speed and force is fraught with problems. While auto reverse can be a very helpful function in some clinical indications, using it in lieu of a gentle and passive file insertion will lead to the separation of files.

The mechanism of such fracture is easily described from two sources. The first is a file that becomes locked at the tip where the larger diameter of the file has enough torque to power the file; such a locked tip can easily and quickly fracture – especially if the file tip tracks a canal space that has not been first negotiated by hand and a glide path created.

Files that are deformed would also have far less resistance to torque-related failure. In addition, and more significantly, RNT files can fracture for two reasons; one is the torque related failure described above and the other is cyclic fatigue or flexural failure. A metal which is bent back and forth at the same location experiences compression on one side of the metal and tension on the other – eventually a crack will form which leads to the rupture of the metal.

A file undergoing rotation through a curvature in a canal undergoes this same set of stresses. No electric motor that the author is aware of has an auto reverse function to account for cyclic fatigue failure. New files and files of less taper are more resistant to cyclic fatigue. New files and files of greater taper are more resistant to torque failure. The converse is true for both file sizes.

Given the above considerations, two choices in electric motors stand out as excellent options given these scenarios and issues. For clinicians that have high speed handpieces and do not need new high and low speeds and just an electric motor for endodontics, the TCM III is an excellent workhorse motor (SybronEndo, Orange, CA, USA). It is simple to use, durable, easy to change settings and possesses good tactile control. For an 18:1 attachment, it has a maximum speed of 900 RPM, more than adequate for any non-surgical root canal treatment that might be indicated.

The author prefers a corded handpiece to a non-corded rechargeable one, although this is a personal preference. If the unit is attached to a power source, as the TCM III is, there is no chance that the unit will ever be unavailable because it is not charged.

Another excellent choice is the new ElectroTorque TLC by Kavo (Kavo America, Lake Zurich, IL, USA). The unit is attached to the dental unit and with one motor; two different attachments can allow either high or low speed electric handpiece function. The low speed attachment has a head for endodontics and one for low speed operatives. Both snap on to the motor, and with one push of the button on the TLC console the motor can switch between high and low speeds and immediately facilitate endodontic handpiece use for RNT files.

The TLC allows multiple presets for rotational speed and auto reverse for the torque setting if desired, which can be changed with one touch of a button. Fibre optic lights accompany the system. Obviously for someone who is happy with their handpieces, the TCM III would be an ideal option, but if one is redesigning the operatory or starting a practice, the ElectroTorque TLC is an all-in-one system for utilising RNT files in endodontics as well as all clinical operative needs.

Figure 1: The TCM III

Figures 2a-c: The Electro-Torque TLC

Figure 2b

Figure 2c


Figures 3-4: Clinical cases completed with the motors from Figures 1 and 2 using K3 files and bonded obturation with RealSeal (SybronEndo, Orange, CA, USA)
Figure 4



I am not a believer in electric motors with presets for certain file brands in a given tip size and taper. Using such motors that have preset values of rational speed and auto reverse for a given torque load are more often than not somewhat arbitrary. These arbitrary values may not represent the safest or most efficient settings for these files.

In summary, rationale for using two electric motors is given with an eye towards reducing instrument fracture and improving the performance of the given files the clinician is using. I welcome your questions and feedback.


Author : Richard Mounce

Dr Richard Mounce lectures globally and is widely published. He is in private endodontic practice in Vancouver, Washington, USA. Amongst other appointments, he is the endodontic consultant for the Belau National Hospital Dental Clinic in the Republic of Palau, Micronesia. He can be reached at RichardMounce@MounceEndo.com. Dr Mounce has no commercial interest in any products of any kind.

How to carry out successful pulpotomy

Alec Rifkin guides you through his procedures on both primary and permanent posterior teeth.

One of the most valuable services a dentist can provide for a child patient is adequate treatment of pulp involved primary teeth.

It is very important to keep the primary molar tooth as a space maintainer (see Figure 1), as premature extraction of a primary molar tooth usually leads to unnecessary orthodontic treatment when the child is older. Also, the actual extraction of the primary molar is a traumatic procedure compared to the relatively easy pulpotomy procedure.

Figure 1: The pulpotomised upper primary second molar maintains the space for the erupting permanent premolar

I examined 38 patients an average of 18 months after pulpotomy procedures were carried out on primary molar teeth. Of these, 36 (94%) were successful in terms of both health of the gum and space maintenance.

Most of the primary molar pulpotomy procedures in the study were performed on non-vital teeth. The clinical signs of non-vitality are:
1) If there is a buccal swelling and/or inflammation on the gum (see Figure 2)
2) The tooth is slightly mobile
3) The tooth is sensitive to percussion.


Figure 2: Buccal abscess and surrounding inflammation of the gum of a lower primary molar

If one or more of the signs listed above is present, a pulpotomy is indicated. A local anaesthetic is not usually required. If there is doubt, a probe can be gently inserted into the pulp chamber and if the patient experiences pain a local anaesthetic should be given.

Method:
• The pulp chamber is completely opened up and cleaned with a large excavator
• A mixture of one drop of Tricresol and Formalin (Wright Cottrell), and one drop of Sedanol Liquid are mixed with Sedanol powder to make a thickish paste and placed on the floor of the pulp chamber
• After setting, which takes 1-2 minutes, amalgam is placed directly onto the set paste
• If swelling of the gum or glands is present, Penicillin V 125mg QID is usually given (Erythromycin can be used for penicillin allergic patients).

Tricresol and Formalin contain formaldehyde, which is both a mummifying and devitalising agent. Sedanol powder and liquid is a quick-setting zinc oxide and eugenol cement (Budget Dental).

Because of my success with primary molar pulpotomies, I have done numerous pulpotomies on permanent molar and premolar teeth. In fact, I had a pulpotomy done for me over 20 years ago on my upper right wisdom tooth which is still symptomless and functional (see Figure 3).

Figure 3: Pulpotomised upper wisdom tooth still functional and asymtomatic after 20 years

I usually do pulpotomies for patients who don’t want the expense or the extra time it takes to do a root treatment and who don’t want the tooth extracted. Unlike primary molars, I do not do pulpotomies on septic or abscessed permanent teeth (when a root treatment is preferable). I only do pulpotomies on vital permanent teeth where the patient experiences uncontrollable pain. My success rate is clinically good.

The technique and materials used are the same as described in primary teeth, except that local anaesthetic is used as the tooth is vital. Usually the pulpotomy and filling is done in one visit. However, if there has been long-term severe pain, there are time constraints or it is difficult to control the bleeding, I will then do the pulpotomy over two visits.

At the first visit, the coronal pulp is removed and Tricresol and formalin on a small pledget of cotton wool is placed over the opening of the root canals and sealed in with a temporary filling for at least two weeks.

At the second visit, no local anaesthetic is required as the radicular pulp remnants have been devitalised (this takes 10 days). After removing the temporary filling and cotton wool pledget, a paste of one drop each of Tricresol and Formalin and Sedanol liquid are mixed with Sedanol powder to make a thickish paste which is placed on the floor of the pulp chamber and allowed to set. An amalgam filling is then inserted.

If the patient prefers a ‘white filling’, I put a layer of glass ionomer over the sedanol and Tricresol Formalin paste as a barrier because the eugenol (present in the sedanol liquid) interferes with the setting of the composite filling.


Alec Rifkin qualified in South Africa with BDS, MSc and BChD (Hons) degrees. He practised in Johannesburg and was a part-time lecturer in postgraduate paedodontics at the University of Witwatersrand. Alec has worked for the past 20 years as a general dental practitioner in Islington, London.

Knowing when to treat and when to refer

Dr Richard Mounce runs through a number of proven strategies that can help you bring endodontics into general practice.

I believe that general dentists should do as much endodontic treatment as is within their capability and comfort level. This judgement should be based on an honest assessment of their skills, experience, equipment and time available.

Integrating endodontics into general practice is multi-factorial and complex. For example, is the obturation to be done with a warm carrier-based product or via a technique like SystemB with bonded obturation delivered with an instrument such as the Elements Obturation unit (SybronEndo, Orange, CA, USA)? Will the visualisation be afforded by loupes, the naked eye or the surgical operating microscope (SOM)? Will irrigation take place with sodium hypochlorite only or chlorhexidine or a combination of the two or other irrigants? What kind of teeth will be referred, will re-treatment be attempted? The list of questions to be answered could go on and on.

In the opinion of the author, the greatest problem in creating excellence in endodontic treatment is not that the clinician does not have the skills but rather a combination of three challenges that frequently emerge. These are: 1) having enough time to do an excellent job; 2) treatment planning, i.e. knowing what teeth can be treated, should be treated and which should be referred and 3); integrating new materials and techniques so that they can be applied to their greatest benefit.

There is an old expression that it is the rider, not the bike, that makes the difference in a competitive race and the same could be said of endodontics. A talented clinician can produce excellent results almost irrespective of the materials used. That said, there is a huge difference in how user friendly the chosen system is, learning curve, potential morbidity and predictable effectiveness between various techniques. Choosing which philosophies can and should be followed is challenging.

Many clinicians have decided to use materials and techniques because their friends have recommended them. While this might work some of the time, it is not the most effective method for choosing how to decide which technologies to bring into the clinical realm of the given office or clinician.

First, it is a bias of mine that clinicians should learn how to become more efficient doing endodontics on extracted teeth and not on live patients. This said, I have seen many cases referred to me where the clinician is using a new device or file and problems arise and referral becomes necessary.

This is preventable. Simply put, attaining a technical proficiency demands a focused practice so that the actions required become reflexive on the part of the clinician. For example, if the clinician is instrumenting a root canal system with rotary nickel titanium (RNT) files, it is essential to irrigate copiously and recapitulate frequently. To not do so is to invite iatrogenic outcomes. An automatic reflex of RNT insertion, irrigation, recapitulation and a subsequent insertion is vital to keep the canal path clear. Such a practice requires that the clinician first knows that this is desirable and then commit to do so in a manner that is repetitive and done by reflex almost without thinking.

Secondly, it is axiomatic that treating only the teeth that are within the capabilities of the doctor should be attempted. Scuba divers would or should never knowingly go on dives that are beyond their level of capability. Doing so could be fatal. While not quite the same potential outcome, getting into deep water in the middle of a root canal can easily be the harbinger of a tooth that cannot be repaired or restored. This knowledge and risk factor appreciation is a key diagnostic skill if one is to attempt and or perform root canal treatment.

The appreciation of what can and should be attempted is a function of radiographic interpretation and diagnostic skills to be certain that: 1) the problem is odontogenic – doing a root canal will in fact heal the patient; 2) that the suspected tooth is the offender; and 3) that the technical challenges that the tooth represents have been appreciated.

A small textbook could be written, but the longer or shorter the roots, the more curved and calcified, and the greater the degree of technical difficulty. Root canals are much like the English professional football leagues in one sense – some are Premiership and some belong in the Conference, but the closer one gets to the top level the harder the clinical management of the case. Knowing when to treat and when to refer is an art, not a science.

Coincident to the technical level of difficulty that the tooth may present, there is a corresponding determination of the patient’s level of cooperation. Some patients who might have very simple teeth which need root canal treatment may actually have a very challenging case based on their inability to open, hold still, get numb, etc.

In colloquial terms, a Conference level tooth can easily become Champions League on a patient who cannot or will not cooperate. My rule of thumb in such situations is what I call the ‘mum test’. If the patient were my mother, would I be the best person to treat them? If the answer is yes, the chances for success rise; the converse is true as well.

An informed patient is usually a relaxed one. The patient, at a minimum, should have the procedure alternatives and risks explained to them as well as have their questions answered. It is also important that if the clinical case will require any treatment beyond the root canal that the patient is made aware of this. For example, a new crown, crown lengthening, tissue grafts, etc. No surprises is ideal mantra of the dentist with regard to consent.

Successful outcomes are a direct result of a planned and focused procedure that accentuates the achievement of excellent steps that build upon one another. Use of a rubber dam, a patient wearing safety glasses, excellent anaesthesia, are such steps.

Additional steps the clinician should decide upon are:
1) Am I going to use RNT instruments?
2) Is obturation going to be warm or cold? Carrier based or master cone generated?
3) Am I going to place a coronal restoration at the time of treatment?
4) Am I going to visualise my treatment with a surgical microscope?
5) Am I going to utilise digital radiography?

While a list of these questions could go on indefinitely, these represent a sampling of some of the most clinically relevant questions. Each of these is immense in terms of the variety of potential answers. The answers are the empirical opinions and recommendations of the author based on many years of FT endodontic speciality practice.

First off, RNT instruments can be used safely, efficiently and in an economical manner. To hand file in 2006 or 2007 is to neglect one of the most significant advances in endodontics ever. I am an advocate of the K3 system (SybronEndo, Orange, CA, USA) for its tactile sense, flexibility, cutting efficacy, fracture resistance and universal application across a wide variety of clinical anatomy.

RNT instruments are generally preceded by hand instrumentation and followed (as mentioned) by copious irrigation and recapitulation. K3 is most effectively used from larger tapers to smaller and from larger tip sizes to smaller. This sequence is inherently crown down in that the more coronal portions of the canal are instrumented first and the apical portions are handled last.

Secondly, obturation is most ideally performed warm and bonded. Warm filling techniques allow a heat-softened mass of material to fill all of the various anatomies in the canal system that has ideally been cleared via irrigating solutions. Cold techniques do not provide a way to predictably place an obturating material into all of these eccentricities of the root canal system.

I am not an advocate of warm carrier based systems at this time because they 1) cannot place a bonded material in the canal, 2) are expensive, 3) can be challenging to retreat and, 4) are consistent with greater levels of extrusion of sealer and filling material from a patent apical foramen. Use of a technique like SystemB does not possess these issues. By contrast, the technique is simple, inexpensive, predictable and possesses no challenges with regard to re-treatment.

As mentioned above, obturation with SystemB is made easiest and most efficient with the use of the Elements Obturation Unit which has both a heat source and an extruder to place a heated stream of the material for bulk canal obturation usually in back fill procedures. For a detailed discussion of both bonded obturation and SystemB techniques, the reader is directed to the July 2004 Oral Health Journal from Canada, available online.

Third, placement of an excellent coronal seal at the time of treatment is consistent in the endodontic literature with enhanced healing. The converse is true. Root canals fail for three primary reasons: 1) uncleaned and unfilled space is left in the root canal system; 2) vertical root fracture and 3) coronal microleakage. It is a common event in most speciality practices to retreat failed root canals that have been subjected to coronal microleakage. Such microleakage might be present due to a leaking crown, recurrent decay or quite often a cotton pellet has been left in the chamber.

What is so unfortunate is that this avenue of failure is completely preventable if the coronal build up is placed under the rubber dam at the time of treatment.

Fourth, the use of enhanced visualisation from a source such as the surgical operating microscope is ideal. The author uses the Global microscope (Global Surgical, St. Louis, MO, USA). While there are other acceptable forms of lighting and magnification (high powered loupes with an external source light), use of the SOM will provide the most targeted light and enhancement of the visual field possible. It should be remembered that loupes at the highest magnification are still at the low end of the capabilities of the SOM.

Objections to using the SOM are usually based on system costs. Although, the cost of not having a SOM and trying to do endodontics must be weighed. Without a SOM, canals will be missed more often, more perforations created, etc. It is the opinion of the author that to not use the SOM is actually far more expensive over the long term with regard to lost productivity.

Finally, digital radiography has significant advantages to offer the clinician. The ability to take multiple angles of the radiograph and have instant viewing and software manipulation of these images is a revelation to those who do not presently have the technology.

Simply put, the advantages again given the initial cost in computers and software is ultimately inconsequential to the alternatives in lost time and production. While there are many alternatives in digital radiography choices, the author is an advocate of the DEXIS digital radiography system (DEXIS, Alpharetta, GA, USA) for its excellent image quality, software tools and ease of use. Digital radiography has a number of very practical applications that may not be immediately apparent.

For example, one key advantage during endodontic treatment is the ability to take multiple cone fit images rapidly to verify the true working length as well as image mentally what the final obturation will look like before it happens. An excellent cone fit image can give a very strong indication of the final obturation quality. If the cone is to length, straight and without kinking and has tug back, the final result is virtually assured.

A number of strategies have been developed to help clinicians introduce endodontics into their practices. Key amongst these strategies is knowing when to refer and how to treatment plan cases to determine the difficulties and risk factors that are present before the case is started. Used correctly, bringing the best possible technology into clinical practice has significant value towards creating enjoyable, predictable and profitable endodontics.

Author : Richard Mounce

Dr Richard Mounce lectures globally and is widely published. He is in private endodontic practice in Vancouver, Washington, USA. Amongst other appointments, he is the endodontic consultant for the Belau National Hospital Dental Clinic in the Republic of Palau, Micronesia. He can be reached at RichardMounce@MounceEndo.com. Dr Mounce has no commercial interest in any products of any kind.

Creating biologic obturation

Richard Mounce discusses the relative importance of apical size and preparation.


There is a significant difference between getting a white line to the end of the root on a radiograph versus treatment which provides a biologic three-dimensional cleaning, shaping and obturation of the root canal space from the orifice to the minor constriction of the apical foramen.

In the pursuit of ideal cleaning and shaping, the question remains: does the size of the final master apical preparation matter?

While some endodontic equipment and techniques might be faster than others, the final result that accentuates the potential for healing is the parameter that matters most. Despite advertising, cleaning and shaping of the root canal system is not a menu driven experience. Canal anatomy is far too unique, much like fingerprints, upon which to impose a menu driven regimen.

Cookbook methods for shaping canals are doomed to failure as soon as the root is found that is not suitable for the given technique. Iatrogenic events of all types will result very quickly when instruments and concepts are imposed onto the root canal system as opposed to the root imposing the technique onto the clinician. One method of treatment does not satisfy the needs of all canals.

Shaping the root canal system properly can first off be performed by carefully examining the given anatomy of the tooth presenting for treatment. Assessing the tooth pre-operatively is done by radiographic means and viewing the access to the tooth that is available as well as what will be accessed through.

The patient's opening, being adequate or limited, will also affect the ability of the clinician to get at the tooth. Multiple angles of radiograph can give a significant view of the three dimensional nature of the root canal system. It is essential that the radiographs be diagnostic and not elongated or foreshortened. Excellent anaesthesia, a rubber dam and high quality visualisation and magnification (ideally a surgical operating microscope) are used to have the greatest command over the operative site. All of the above is a basic precursor to addressing the apical foramen in root canal treatment.

In addition to the above, knowing to what diameter and taper the canal space should be prepared is key. While common tapers and tip sizes of preparation will vary with philosophy and training, worldwide taper and tip size tends to be approximately .04 size 20 or .06 and size 25. A strong argument can be made via the endodontic literature that these traditional tip sizes and tapers are too small.

In the context of the above question, size matters. In other words, if a canal is prepared to a .04 taper size 20 tip size, it might be possible to have a master point or carrier inserted into he canal to the end of the root but would this fulfil the biologic requirements of root canal therapy? The simple answer is no. Accomplishing the task of properly cleaning and shaping the root canal system in three dimensions requires knowing to what size the canal should be ideally shaped based on its original dimensions. In other words, one size does not fit all in relation to shaping and ultimately filling canal systems.






Not all canals should be filled arbitrarily to a given canal taper and diameter even though such a diameter and taper might provide a white line to the apex. In the most general sense, small canals can be opened to smaller dimensions and larger canals must have a larger final prepared canal shape and diameter.

The final apical diameter must be determined not by some arbitrarily defined point but ideally by first knowing what the actual diameter of minor constriction of the apical foramen. Using a-.02-tapered hand file to determine the diameter of the minor constriction of the apical foramen can ‘gauge’ the apex and help the clinician determine what the final apical file should be. If, for example, a #25 hand file binds at the minor constriction, that is the diameter of the canal at the narrowest point in the apical architecture.

Instrumenting the apical 3-4 mm of the canal down to the minor constricture can go far toward providing optimal cleaning and shaping. In practical terms, if in our example, the minor constricture is a 25 initially, the final prepared diameter can easily and safely be prepared to a 50 or 60 with the correct rotary nickel titanium instruments (not hand K files).

The K3 rotary nickel titanium file system (RNT) system (SybronEndo) and the LightSpeed System alone or in combination are both excellent methods with which to achieve these larger apical preparations safely and efficiently. A future column will discuss more specifics with regard to this technique.


Author : Richard Mounce

Dr Richard Mounce lectures globally and is widely published. He is in private endodontic practice in Vancouver, Washington, USA. Amongst other appointments, he is the endodontic consultant for the Belau National Hospital Dental Clinic in the Republic of Palau, Micronesia. He can be reached at RichardMounce@MounceEndo.com. Dr Mounce has no commercial interest in any products of any kind.

Curved canals are plain sailing

If you are unsure of how to treat curved canals, Dr Mounce is on hand to explain the key stages of the process. . .

Instrumentation of curved canals is like a mountain climber who seeks to scale a significant mountain. If the preparation is carried out correctly and, once at the top of the mountain appropriate care is taken to get off the summit, success is the predictable outcome. Therefore, the process needs to be broken down into a number of very small steps to make it successful.

All canals are curved to one degree or another, canals that might appear radiographically straight have some degree of curvature if only in a buccal to lingual direction. This said, even if canals are curved in a mesial to distal direction, they are also curved in a buccal to lingual dimension as well. Clinicians should not consider the process of treating curved canals any differently from straight ones.

The level of focus, concern and diligence in carrying out the process of instrumenting the root canal will not differ simply because one canal might appear straight on an x-ray and another might appear severely curved. The techniques, principles, and care each event will entail, should be essentially the same. However, there will be special emphasis on certain elements of the process in curved anatomy that can help increase the efficiency of canal preparation and reduce the risk of morbidity.

The sequence of rotary nickel titanium (RNT) file use, irrigation technique and access used is important. But, the single greatest technique for the management of curved canals, in the empirical opinion of the author, is to spend significant time with hand K files at all stages of the process, including the assurance of patency, glide path creation, and recapitulation during instrumentation. As long as the canal path is kept open and unblocked by debris, RNT instruments can be used successfully to make canal paths larger and instrumented successfully.

The correct sequence involves using the files from larger tapers and tip sizes to smaller ones. The touch is gentle and controlled, minimising engagement to 1-2 mm of canal wall at any given time. The hand file use that is key to management of curved canals is designed primary to prevent the build up of debris in canals, which can cause iatrogenic events.

Debris can be prevented from accumulating by using a combination of irrigation with canal exploration by hand files, assurance of patency at all stages of the instrumentation process, and creation of a glide path in any given canal third, before the clinician begins to use RNT files.

In a curved canal it may be necessary to irrigate after every RNT file insertion. It may also be needed to recapitulate after these irrigations and before the next RNT file insertion. Especially in pig tailed multiplanar curvatures at the end of some challenging canals, it may take significant time to clear the canal path with hand files before ever placing a rotary file.

It may also take significant effort, even after modest rotary use, to irrigate canals to remove debris and make certain that the canal path is still open. In addition, assuring patency and recapitulating in such situations requires a precurved hand K file, and will pass through the minor constriction of the apical foramen, ideally no more than 1-2 mm.

It is important to ensure that the minor constriction of the apical foramen is not altered in any way and that any debris that might block the canal path is removed. This is so that at any given time, the subsequent RNT instruments will not pack debris into the narrowing cross sectional diameters of the root.

For irrigation, the author uses 5.25% sodium hypochlorite, 2% Chlorhexidine (Vista Dental Products, Racine, WI, USA) and SmearClear (SybronEndo, Orange, CA, USA). This final irrigant is used as a final rinse to set the stage for bonded obturation through removal of the smear layer.

In summary, making certain that created debris is removed and that canal patency is assured through the use of small hand files is, in the empirical opinion of the author, the two most important techniques to remember while negotiating curved canals

Author : Richard Mounce

Dr Richard Mounce lectures globally and is widely published. He is in private endodontic practice in Vancouver, Washington, USA. Amongst other appointments, he is the endodontic consultant for the Belau National Hospital Dental Clinic in the Republic of Palau, Micronesia. He can be reached at RichardMounce@MounceEndo.com. Dr Mounce has no commercial interest in any products of any kind.

One visit or two?

Dr Richard Mounce discusses which endodontic treatments are best suited to one patient visit or two.

I recently received the following question from a reader: ‘What’s your opinion on using a cotton pellet with formocresol? We are taking on two-session endodontics, which is what I tend to do generally. . .’

This is a multi-layered question and, while much has been written on the topic in general, the literature is not conclusive on formocresol and one/two visit treatment.

Before intra-canal medicaments become needed, it must be asked why and when would a two-visit treatment plan be preferable to a single visit?

One visit versus two is a clinical controversy and by no means one with a completely clear or simple answer. There are clear indications for one-visit treatments and when cases should be divided into two visits, but there are also examples where it is not entirely clear which is preferable.

Clear indications
In the opinion of the author, clear indications for single-visit treatments are:

1.Vital cases that can be cleaned, shaped and filled adequately to the minor constriction of the apical foramen and in which the apical foramen can be dried easily

2. Necrotic and partially necrotic cases where there is no pre-existing apical percussion, palpation sensitivity and/or swelling. Where the apical foramen can be dried and there has been no apical purulence or drainage of any kind. While this is simple as a single statement, the clinical reality is more complex. Inherent in being able to treat a tooth like this is the assumption that the tooth is enlarged apically to an ideal master apical diameter and that irrigation is copious, correct and the canal path is kept open and patent to the minor constriction.

Additionally, clear indications for two-visit treatments include the following:
1. Any case of complexity where more time is required
2. Where apical percussion sensitivity is present
3. Where palpation sensitivity is present
4. Where swelling is present
5. Where purulence has emerged from the canal, be that purulence frank pus, clear fluid or either mixed with haemorrhage
6. Any case that cannot be dried adequately for any reason.

Judgment calls emerge for one or two visit treatments where:
1. There is an apical lesion (of any appreciable size), the patient is asymptomatic, no apical palpation and percussion sensitivity is present and the tooth is clean and dry after instrumentation. There is literature justification to provide two-visit treatment in these cases because no irrigation or cleaning regimen at this time will sterilise canals predictably and kill all bacteria. It can be argued persuasively that all such cases would be cleaner if they were treated in two visits with a dressing of calcium hydroxide
2. There is literature to prove the contention that re-treatment cases are ideally treated in two visits with an interim dressing of calcium hydroxide but this proof is not absolutely conclusive. To be most conservative, there is no reservation in treating these cases in two visits with an intra-canal dressing of calcium hydroxide.

The anaesthesia challenge
For the general dentist in private practice, or those treating patients in an emergency facility where dental first aid or pain relief is provided, several clinical considerations should be discussed.

For vital teeth that are most often irreversibly inflamed, anaesthesia is usually a challenge. Obtaining this anaesthesia to bring the patient back again is frustrating for the patient and, in the opinion of the author, unnecessary. If the clinician is capable, has time and all the required equipment to finish the tooth, it is far more practical to complete the case. This makes the use of intra-canal medicaments unnecessary for this group of cases, a group that represents the largest number of clinical entities of this type.

The above not withstanding, if the clinician needs to treat such cases in two visits, managing these situations can be made far simpler by observing several simple steps. These include: placing a rubber dam after obtaining anaesthesia, straight-line access and canal location, and if the orifices are negotiable and open, use of an orifice opener such as the K3 shaper files (SybronEndo, Orange, CA, USA).

Remember that the vast majority of the pulp is contained in the chamber and the coronal third of the canals. To obtain access and use the shapers to clear the pulp from the coronal third, and possibly middle third of the canals, one insertion can go far towards predictably and easily removing enough of the inflamed pulp to relieve the patients’ pain.

The insertion of the orifice openers should be gentle, passive, never forced or taken to any arbitrary length and performed crown down, i.e. from larger tapers to smaller. The K3 shapers are available in .12, .10 and .08 tapers. For an average tooth, these would be used in decreasing taper sizes, which is inherently crown down.

Avoiding arbitrary visits
And finally, with regard to vital teeth that fit the description above for one-visit indication, the author believes the clinician should obtain the skills, time, equipment and experience to treat these cases in one visit or not do them. Arbitrarily taking two visits to treat a tooth that could be done in one visit is not profitable for the doctor and, more importantly, unfair to the patient.

For non-vital teeth, especially those with drainage, controversy exists as to whether those teeth should ever be left open to drain or if an intra-canal medicament should be placed. Some would argue that it is malpractice to ever leave a tooth open by intention, while others do it routinely, especially in the presence of purulent drainage. For teeth that are percussion and palpation sensitive with purulent drainage and swelling, the author will leave these teeth open but not for more than two-to-three days to relieve the immediate symptoms.

The author recognises that some clinicians will vehemently disagree with this position. Hopefully, this is a clinical controversy that will be decided definitively in dental literature in years to come. For non-vital teeth without drainage that are going to be treated in two visits, an intra-appointment dressing of calcium hydroxide is certainly indicated.

In summary, the question as to whether intra-canal medicaments are required is really more a discussion on the merits of one-visit treatment. Vital cases can be done in one visit, obviating the need for intra-canal medicaments. Necrotic cases, especially if there is swelling, percussion, palpation sensitivity and purulent drainage, should be handled in multiple visits with consideration given to the strategies outlined in this column. The author welcomes your questions and feedback.


Author : Richard Mounce

Dr Richard Mounce lectures globally and is widely published. He is in private endodontic practice in Vancouver, Washington, USA. Amongst other appointments, he is the endodontic consultant for the Belau National Hospital Dental Clinic in the Republic of Palau, Micronesia. He can be reached at RichardMounce@MounceEndo.com. Dr Mounce has no commercial interest in any products of any kind.

Saturday, November 10, 2007

SEVGİ, SAYGI VE ÖZLEMLE ANIYORUZ... ARIYORUZ...

Genel Başkan Baykal Hem“Terörle Kararlı Mücadele”Dedi,Hem de Önerilerini Sıralayarak,Teröre Karşı Ulusal,Bütüncül Bir Mücadele Politikası


-“Türkiye dışından PKK'ya gelebilecek desteği ortadan kaldırmaya yönelik bazı önerilerde bulunuyorum. Bu önerilerin hedefi Türkiye sınırları dışında, PKK ile etkileşim içindeki topluma yönelik önlemlerdir.''
-''Amaç, önümüzdeki döneme yönelik olarak terörü etkisizleştirmek, yalnızlaştırmak, terörün etrafındaki ortamı teröre dost olmaktan çıkarıp Türkiye'ye dost durumuna dönüştürmektir. Bu bir dostluk, bir kucaklaşma yaklaşımıdır”

-''Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye'nin artık terörle mücadeleyi sadece bir sınır ötesi operasyon denklemiyle sonuçlandırması söz konusu olmayacaktır'' -''Bu, sınır ötesi operasyon yapma gereğini ortadan kaldıran bir tespit değildir. Türkiye'nin teröre karşı yürüttüğü mücadelenin askeri boyutundan vazgeçilmesi söz konusu olamaz. Alınmasını istediğimiz yeni önlemler askeri mücadelenin alternatifi değildir. Tam tersine Türkiye, ihtiyaç ortaya çıktıkça, gerektikçe, askeri önlemlerle terör mücadelesini sürdürecektir. Sınır ötesi operasyon yapılacaktır, yapılmalıdır”

-“Terörle mücadele devam ederken alınması gereken yeni önlemler var. Bunlardan öncelikli olanlar, Irak'taki Kürt, Arap, Türkmen kökenli gençlerin Türkiye'deki üniversitelerde eğitim görmeleri, Türk televizyonlarının Irak'da izlenebilmesi, Habur kapısına ek Ovaköy'ün de açılması ve Ilısu barajının tamamlanmasıdır.”

-''Terörle mücadeleyi zorunlu kılan şartlar maalesef devam ediyor. Bu şartlar var olduğu sürece af çıkarmak, terörle mücadele iradesini zaafa uğratmak demektir''

-''Kültürel hakların da ötesinde bir şeyler yapmak lazım'' şeklinde bir değerlendirmem yok. Kafamızdaki öneriler, 'kültürel haklar' zemininde, bunu temel alarak gündeme getirilmiş öneriler değil''

-“Bizim bu çerçevede önem vermemiz gereken şey, terörü sıradanlaştırmaktan, terörü olağanlaştırmaktan, terörü meşrulaştırmaktan uzak durmaktır. Terörle mücadelenin temel gereği terörü sıradanlaştırmamak, olağanlaştırmamak ve meşrulaştırmamaktır”

-“DTP kongresiyle ilgili olarak başlatılan soruşturmaya gelince, ''Ben isterim ki hukuk hiçbir zaman siyasete müdahale etmesin. durumunda Ama bunu sağlamak sadece savcıların, yargıçların İşi değildir, siyasetçilerin de işidir ve her milletvekili ettiği yemini hatırlamalı ona sadık kalmalıdır”

-“Türkiye neredeyse bir uluslararası rehabilitasyon merkezi haline geldi. Hastası, sakatı, göçe mecbur olanı, acılı, bunalımlı insanları Türkiye’ye geliyorlar, Türkiye’de sevgiyle karşılanıyorlar, Türkiye’de kucaklanıyorlar, ferahlıyorlar, rahatlıyorlar, sonra isterlerse Türkiye’de kalıyorlar, isterlerse Türkiye dışına çıkıyorlar.”

İletişim Koordinatörlüğü ( Ankara ) - Genel Başkan Deniz Baykal bir basın toplantısı yaptı ve hem “terörle kararlı mücadele” dedi, hem de teröre karşı ulusal, bütüncül bir mücadele politikası önerdi. Genel Başkan baykal’ın açıklamaları ve sorulara verdiği yanıtlar şöyle ;


“Değerli arkadaşlarım, bir süreden beri Türkiye’nin terörle mücadele konusunda çok yönlü, kapsamlı, bütüncül, yeni bir politika oluşturulması ihtiyacını ısrarla vurguluyoruz. Uzun bir süreden beri iktidarı ve ilgilileri Türkiye’nin terörle mücadele konusunda çok yönlü, kapsamlı, bütüncül, yeni bir politika oluşturmaya çağırdık.


CHP olarak böyle bir oluşuma katkı yapmaya hazır olduğumuzu, artık geldiğimiz noktada bunun bir ciddi gereksinme haline dönüştüğünü, bunu daha fazla ertelememek gerektiğini ve bir an önce öyle bir politika oluşumunu elbirliğiyle gerçekleştirmemizin zorunlu olduğunu söylüyoruz. Bir milli terörle mücadele politikası ortaya koyalım diyoruz ve iktidarın artık bu konuyu iktidarı aşan bir nitelik taşıdığını görerek bu çerçevede ele almasını talep ediyoruz.


Ne yazık ki, şu ana kadar bu doğrultudaki çağrılarımız herhangi bir olumlu cevap, yankı bulamadı. Ama biz ısrarla bu çağrılarımızı ifade etmeye gayret ediyoruz. Bu çerçevede geçen Salı grup toplantımızda bu terörle mücadele konusunda yeni düşündüğümüz bütüncül yaklaşımın ne gibi unsurlar içerebileceği konusundaki anlayışımızı ifade etmeye çalışmıştım.


Daha sonra bu çerçevede yaptığım bazı açıklamalar var. Basınımız bu konuyu ilgiyle sahiplendi. Herkese yürekten teşekkür ediyorum. Öyle anlaşılıyor ki, bu konu Türkiye’nin gündemindeki temel konudur. Buna hep birlikte katkı yapmamız lazım. Bu konudaki anlayışımızı şekillendirmemiz ve netleştirmemiz lazım.


Şimdi bu değerlendirmenin altında ne yatıyor? Onu sizlere açmak istiyorum. Yeni bir terörle mücadele politikasına ihtiyaç var diyorum. Çünkü terörle mücadelenin arık yeni bir aşamaya geldiğini görüyorum. Bu aşamanın gereklerini dikkate alarak bir politika ortaya koymamız lazım.


Bundan öncede Türkiye terörle mücadele durumunda olmuştu. Uzun bir terörle mücadele geçmişimiz var. Ama bir süreden beri bu konuda yeni bir aşamada olduğumuzu görüyorum. Daha önce terör 1999 öncesinde bildiğiniz gibi gene yurtdışından destek buluyor idi. Yurtdışından desteklenen bir terörle karşı karşıyaydık ve Türkiye’de terörle mücadeleyi başarıya ulaştırmak yurtdışı desteği etkisiz kılmak, onu ortadan kaldırmak zorunluluğu vardı. Bu teşhisi o zaman yapmıştık ve bu doğrultuda bazı öneriler geliştiriyorduk. O çerçevede çalışmalar yapıldı ve o dönemde yurtdışından teröre verilen desteği ortadan kaldırmaya yönelik bir politika başarıya ulaştırıldı.


Bildiğiniz gibi o zaman Türkiye’deki PKK terörünü Suriye’ye Beka Vadisine ve Şam’a yerleşmiş olan PKK karargahı ve Suriye’nin himayesi destekliyor idi. Bu desteği ortadan kaldırmadan Türkiye’deki terörle mücadeleyi başarıya ulaştırmak mümkün değildi. O nedenle bu desteği ortadan kaldırmayı amaçlayan bir politika götürüldü. Bu politika başarıyla uygulandı. 1999 yılında bilindiği gibi PKK örgütünün lideri ve karargahı Suriye’nin dışına püskürtüldü. Bu doğru bir politikaydı. Sonuç veren bir uygulamaydı.


Şimdi o zamanki tablo şu idi; Suriye yönetimi PKK’nın bir terör örgütü olmadığı iddiasını söylemiyordu. PKK örgütüne açıkça sahip çıkmıyordu. PKK örgütünü himaye diyor gibi gözükmek istemiyordu. Hatta PKK örgütünün Suriye’deki varlığını reddediyordu. Kabul etmek istemiyordu. O varlığı kabul etmenin kendisine ağır sorumluluk yükleyeceğinin fakındaydı.


O nedenle bunu reddeden tavır içindeydi. Ama gerçek biliniyordu. Türkiye bu teşhis doğrultusunda kararlılığını ortaya koyarak bunu kendi olanaklarıyla, askeri yöntemlerle Suriye’deki PKK terör örgütünün karargahını oradan çıkarma kararlılığını ortaya koyunca onlarda yardımcı oldular ve bu çıkarıldı ve sorun böylece yurtdışı desteği o aşamada, Türkiye’deki teröre yönelik yurtdışı desteği ortadan kaldırıldı ve 99 yılından sonra Türkiye’nin terörle mücadelesi yeni bir rahatlama döneminin içine girdi.


Şimdi bu tablo değişmiştir. Şimdi değişik bir tablo var. Şu anda gene Türkiye’de terör yurtdışından desteleniyor ve bu defa yurtdışından destekleyenler PKK’nın bir terör örgütü olduğunu kabul etmek istemiyorlar. Bunu reddediyorlar. Onun bir terör örgütü olmadığını iddia ediyorlar ve ona karşı herhangi bir sorumluluklarını olmadığını söylemeye çalışıyorlar ve bize müzakereyle bu işi halledin diye telkinde bulunmayı tercih ediyorlar.


Bu tabi uluslararası hukuka aykırı. PKK’nın bir terör örgütü olduğu çok açık. Çok net. Ama PKK’nın şimdi yerleştiği ülkenin sorumluları ne yazık ki, onun gerçek bir terör örgütü olduğunu kabul etme konusunda direnç sergileme durumundadırlar. Zorla, son gelişmelerin ışığında, çokta inandırıcı olmadan, şu andaki tedirginliği aşmaya yönelik olarak bazı açıklamalar yapıyorlar ama bunların inandırıcı olduğunu düşünmek mümkün değil. O nedenle birinci temel fark budur. Suriye-Irak farkı bu noktada ortaya çıkıyor.


İkincisi, Suriye’de PKK örgütü Türkiye-Suriye sınırında bir toplumsal dayanışma içinde bulunan bir kesimle işbirliği tablosu içinde değildi. Beka Vadisi Şam’daydı. Ama şimdi Irak’ın kuzeyinde Kürt kökenli Irak vatandaşları ve PKK’yı bir terör örgütü kabul etmeyen Irak yönetimi tabloyu daha da karmaşık hale getirmektedir.


Şimdi bu karmaşık manzara karşısında bizim bunu dikkate alan bir kararlı, bütüncül bir politika ortaya koymamız lazım. Bu çerçevede bizim temel anlayışımız Türkiye’nin terörle mücadele konusunda daima sergilediği kararlılığı aynen bu kez de sürdürmesi anlayışına dayanmaktadır. Terörle mücadele sürekli ve kararlı bir şekilde yürütülmesi gereken bir mücadeledir ve bu mücadelenin ister istemez bir askeri boyutu olacaktır, bundan vazgeçmek herhangi bir şekilde söz konusu değildir. Bunu ihmal etmek söz konusu değildir. Bu konuda ortaya atılacak olan önlemlerin terörle askeri mücadelenin alternatifi olduğu düşüncesi kesinlikle yanlıştır. Üzerinde durulacak olan önlemler varolduğu sürece teröre karşı sürdürülmesi zorunlu olan askeri mücadeleyi bütünleyen, onu destekleyen önemler olarak anlaşılmalıdır.


Öncelikle buna dikkati çekmek istiyorum ve şu görülmüştür ki, bu yeni dönemin koşulları içinde Türkiye’nin terörle mücadelesi sadece bir askeri operasyonla sonuçlandırılabilecek bir mücadele konusu olarak gözükemez.


Yani bir sınırötesi askeri operasyonla terör konusunu, kalıcı bir şekilde çözmenin artık söz konusu olmayacağı, terörün daha uzun yıllar belki 10 yıllar boyunca Türkiye’yi meşgul edecek bir temel konu olduğunu görmek durumundayız. Geçmişe baktığımız zamanda bu böyle, yeni dönemin karmaşık koşulları içinde bu daha da fazla böyle.


Şimdi uzun vadeli mücadeleyi gerektiren bir tablo var. Askeri mücadeleyi sürdürmeyi daima zorunlu kılan şartlar var. Ama bunların ötesinde yeni bir arayış ihtiyacı da var. Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’nin artık terörle mücadeleyi sadece bir sınırötesi operasyon denklemi içine yerleştirerek sonuçlandırması söz konusu olmayacaktır.


Bu sınırötesi bir operasyon yapma gereğini ortadan kaldıran bir tespit değildir. Tam tersine Türkiye elbette ihtiyaç ortaya çıktıkça, gerektikçe ki, PKK askeri kampları Kuzey Irak’ta konuşlandığı sürece buna gerek var demektir. Askeri önlemlerle terör mücadelesini sürdürecektir. Ama bu mücadeleyi sadece sınırötesi operasyon denklemi içine hapsetmek artık mümkün değildir. Sınırötesi operasyon yapılacaktır, yapılmalıdır.


Son gelişmelerin ışında sınırötesi operasyonun artık bütün uluslararası kamuoyu tarafından da yadırganmayacak, makul karşılanacak, Türkiye’nin haklarını korumak için başvurmak zorunda olduğu bir yöntem olarak anlaşıldığını görüyoruz. Uluslararası kamuoyu Türkiye’nin sınırötesi operasyon yapma hakkını kabul etmeye başlamıştır. PKK’nın bir terör örgütü olduğu güçlü ifadelerle kamuoyu tarafından ifade edilmektedir. PKK’nın bir düşman muamelesi görmesi gerektiği gene uluslararası kamuoyunun bir kabulü haline gelmiştir. PKK’ya karşı Türkiye’nin vermek zorunda olduğu mücadeleye askeri çerçeve içinde yardım yapma zorunluluğu kabul görmeye başlamıştır. İstihbarat düzeyinde dahi olsa Türkiye’nin askeri operasyonuna destek vermeyi bir siyasi sorumluluk olarak uluslararası kamuoyu kabul etmeye başlamıştır.


Dün İtalya bu konuda işbirliği yapmamız gerekir demiştir. Ne için işbirliği yapıyorsun? PKK’yla mücadele için. Kim yapıyor? İtalya yapıyor. Ne yapıyorsun? Askeri istihbarat veriyorsun. Kime veriyorsun askeri istihbaratı? Türkiye’ye vereceğim. Türkiye’ye o askeri istihbaratı niye vereceksin? Türkiye’nin çünkü bu konuda bir askeri operasyon yapma hakkını kabul ediyoruz. Bu onu gösteriyor. Türkiye’nin bir sınırötesi operasyon yapma hakkı artık uluslararası kamuoyu tarafından kabul görmeye başlamıştır.


Elbette bizim sınırötesindeki askeri operasyon konusunda başka ülkelerin bize vereceği istihbarata dayandırmayı düşünmemiz söz konusu olamaz, olmamalıdır. Biz onlara güvenerek, onların istihbaratına güvenerek hakkımızı korumaya mecbur bir ülke konumunda olmayız. Bizimde kendi istihbarımız vardır. Bizimde kendi önlemlerimiz vardır. Bizde kendi hazırlığımızı yapacağız.


Burada önemli olan uluslararası kamuoyunun ve pek çok ülkenin; “evet, Türkiye askeri operasyon yapma hakkına sahiptir ve o konuda da yardım etmek bizim görevimizdir. Türkiye’yi tedirgin eden kurum bir terör örgütüdür, bir düşman örgütüdür. Bizim de düşmanımızdır” deme noktasına gelmiş olmasıdır.


Bu noktaya geldikten sonra Türkiye’de askeri operasyonun yapılmaması ancak Türkiye’yi yönetenlerin tercihiyle izah edilebilir ve bu noktaya gelinmiş olmasının iktidara yüklediği çok ağır bir sorumluluk vardır. Bunun altını net bir şekilde çizmek istiyorum. Bu konuda bir tereddüt hiçbir zaman yoktur. Şu anda da olması için bir neden yoktur.


Ama benim şimdi Türkiye için ulusal bir terörle mücadele politikası ihtiyacı var diye 1 yıldır, 2 yıldır üstünde durduğum noktanın açılması ihtiyacını kendisini göstermeye başlamıştır. 2 yıldır biz TBMM’yi terörle mücadele konusunda bir ulusal politika oluşturmak üzere olağanüstü toplantıya çağırıyoruz. Bu çağrılarımız ne yazık ki, gerekli kabule mahzar olmadı. İktidar partisi bu konuda bir işbirliği anlayışı içine girmedi, 2 yıldır girmedi. Biz ısrarla gelin bu konuda birlikte bir politika öğretelim dedik. Olmadı.


Şimdi ne yapmak lazım? Askeri mücadele, sınırötesi operasyon Türkiye’nin hakkıdır. Şartlar bu konuda ortaya çıkmıştır, bundan sonrası artık askeri planlama işidir, askeri zamanlama işidir. Tehdidin net bir şekilde ortadan kalktığı anlaşılıncaya kadar Türkiye bu konuda üzerine düşen herşeyi yapmalıdır. Yapacaktır diye düşünüyorum.


AMA ŞİMDİ ŞUNU DA İFADE EDİYORUM Kİ, GELİN BUNUN ÖTESİNİ DE DÜŞÜNELİM. GELİN BUNUN ÖTESİNE DE BAKALIM. BUNUN ÖTESİNE BAKALIM DERKEN, KONUYU BEN TÜRKİYE DIŞINDAN TÜRKİYE’DEKİ PKK ÖRGÜTÜNE YÖNELİK DESTEK KONUSUNU, TÜRKİYE DIŞINDAN GELEN BU KONUYU DÜŞÜNEREK O DESTEĞİ ORTADAN KALDIRMAYI AMAÇLAYARAK BAZI ÖNERİLER YAPIYORUM.


YANİ BU ÖNERİLERİN HEDEFİ TÜRKİYE SINIRLARI DIŞINDAKİ TOPLUMA, PKK’NIN ÖTESİNDEKİ TOPLUMA PKK’YLA ETKİLEŞİM İÇİNDE OLDUĞU, PKK’NIN İÇİNDE YAŞADIĞI TOPLUMA YÖNELİK ÖNLEMLER OLARAK DÜŞÜNÜYORUM.


Bu çerçevede birkaç tanesini burada da ifade edeyim. Bizim sınırlarımızın dışında yaşayan insanlarla onların etnik kökü, kökeni, inancı ne olursa olsun o insanların tümüyle iyi niyetli bir kardeşlik anlayışına dayalı olarak yaşama anlayışımızı, onlara yönelik dostane duygularımızı ortaya koyan bir yaklaşım sergilememiz gerekir diye düşünüyorum.


Duyguların bu olduğundan hiç kuşku yok. Ama bunu somutlaştırmaya ihtiyacımız var. Yani bunu somutlaştırmaya yardımcı olacak bazı somut öneriler olarak da o ifade ettiğim yaklaşımları dikkatinize sunabilirim. Mesela Türkiye Irak’tan, Irak’ın her tarafından, kuzeyinden, güneyinden, ortasından Irak çünkü Türkiye’nin terörle mücadelesi bakımından önemli. Kürt kökenli, Arap kökenli, Sünni, Şii kökenli elbette Türkmen kökenli gençlere çok ciddi şekilde el uzatabilir. O gençlerin yüzlercesine, binlercesine Türkiye üniversitelerinde en kaliteli, en nitelikli eğitim olanaklarını Türkiye öncelikle açma kararını alabilir. Almalıdır. Irak’ın mühendisleri, Kürt kökenli mühendisleri, Arap kökenli mühendisleri, Sünni, Şii kökenli mühendisleri Türk üniversitelerinde yetişmelidir. ODTÜ’de yetiştirilmelidir, İTÜ’de yetiştirilmelidir. Türkiye’nin bütün üniversitelerinde bu konuda kontenjanlar açılmalıdır ve oralarda Irak’ın gençlerini en kaliteli, en nitelikli şekilde yetiştirecek bir eğitim Türkiye tarafından bunlara sağlanmalıdır. İktisatçıları da yetiştirilmelidir, işletmecileri de yetiştirilmelidir, bilim adamları da yetiştirilmelidir.


O insanlar Türkiye’de kendilerini sevgiyle kucaklayan bir toplumun bulunduğunu görmelidirler. Toplumumuzun anlayışıyla, kültürüyle bir kez daha kucaklaşmalıdırlar, kaynaşmalıdırlar. Türkiye’nin onlara yönelik duygularına tanık olmalıdırlar ve Türkiye’nin olanaklarından yararlanarak yetişmelidirler, sonrada ülkelerine dönmelidirler, ülkelerinin geleceğinde söz sahibi olmalıdırlar, yönetici olmalıdırlar, oraların gelişmesine, kalkınmasına katkı yapma durumuna gelebilmelidirler.


Biz bu anlayışımızı koymalıyız. Bu orta vadeli bir politika. Ama terörle mücadele artık günlük politika olmaktan çıktı. Türkiye 10-20-30 yıl sonrasını düşünerek politika koymak zorundadır. Çünkü bu kalıcı bir sorun ve bu sorunun bir boyutu sadece teröristin kendisi değil. Teröristin içinde yaşadığı sosyal ortamın sağlıklı bir noktaya getirilebilmesi. Bizim açımızdan bu büyük önem taşıyor. Onun için o ortam sahip çıkmamız lazım. O ortamla iyi ilişkiler kurmamız lazım.


Burada hedefimiz siyasi yapılanmalar değildir. Hükümetler değildir. Devletler değildir. Ben doğrudan insanlara yönelik, gençlere yönelik, halka yönelik, orada yaşayan insanlara yönelik bir projeyi düşünüyorum. Bir siyasi müzakere, bir karşılıklı etkileşim, bir iletişim, bir birbirini resmileştirme çabalarının dışında bunu düşünüyorum. Doğrudan Irak’ta yaşayan insanlara kökenleri ne olursa olsun, Kürt kökenli, Arap kökenli herkese Türkiye elini uzatmalıdır, üniversitelerde onları yetiştirmelidir, eğitmelidir, okutmalıdır.


Aynı şekilde Türkiye’nin o bölgeyle hem tarihten gelen hem bugün çok yakın, sıcak, önlenemez, engellenemez ilişkileri var. Bu ilişkileri geliştirmek lazım. Türkiye televizyonlarının tümünün Irak’ın her yerinde hiçbir engelle karşılaşmadan en etkili, en ileri teknik olanaklarla donatılmış olarak dinlenebilmesi, izlenebilmesi, Türk müziğinin, Türk sanat eserlerinin, Türk dizilerinin, Türk televizyonlarının haberlerinin bütün yelpazesiyle, Türkiye’deki bütün yelpazesiyle Irak coğrafyasına, Ortadoğu coğrafyasına etkili bir şekilde yansıtılması çok önemli bir olaydır. Bunu sağlamak bunu başarmak durumundayız.


Son olaylar dolayısıyla televizyonlarımız temsilcilerini Irak’a gönderiyorlar, orada konuşan televizyoncu arkadaşlarımız gencecik çocukların Türkçe konuştuklarını görüyor ve onlara nerede öğrendin dediği zaman televizyonda öğrendim cevabını alıyor.


Bunun çok sistematik yaygın bir şekilde götürülmesi lazım ve birbirini anlayan ve birbiriyle iletişim kurabilen aynı dili konuşan insanlar haline daha da ileri ölçüde dönüşmemizi sağlamamız lazım.


Aynı şekilde bunun ötesinde Türkiye’nin bilinçli, sistematik bir şekilde kendi siyaset anlayışını, bölgeye yönelik politikalarını, tercihlerini ve bölgeyle ilgili değerlendirmelerini doğru biçimde yansıtacak sistematik, etkili, bilimsel bir yayıncılık uygulamasını da gerçekleştirmesine ihtiyaç var. Bunu BBC yapıyor, bunu Amerikanın Sesi yapıyor, bunu bütün uluslararası kurumlar, ülkeler etkili şekilde yapıyor ve Türkiye kendisi için bu kadar önemli olan bir bölgeye, o bölgede yaşayan insanların öyle ya da böyle düşünmesi yaşamsal önem taşırken kendisini anlatmak için etkili bir iletişim mekanizması kurmayı ihmal ediyor, bunu kabul etmek mümkün değildir. O insanlarla karşılıklı birebir interaktif ilişki kurulmalıdır, onların mesajları alınabilmelidir, o insanlar Türkiye’de turistik gezilere çekilebilmelidir, programlar yapılmalıdır, ödüller verilmelidir ve böyle bir iletişim düzeni o bölgenin insanlarıyla yaygın bir şekilde kurulabilmelidir.


Aynı şekilde bu bölge pek çok önemli sorunu olan bir ülke. Bu bölgenin en önemli sorunlarından birisi de su sorunudur. Yani Irak-Suriye coğrafyası çok temel bir su tehdidiyle, su sorunuyla karşı karşıyadır. Dünyada bir kuraklık tehdidiyle karşı karşıyayız. Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki 10 yıllar boyunca bu sorun daha da ağırlıklı daha da ciddi bir sorun haline dönüşecektir. Türkiye o bölgenin su ihtiyacına cevap verme bakımından çok önemli olanakları olan bir ülkedir.


Yani sularımız Türkiye içinde yeterli değildir, biliyorum. Biz su zengini bir ülke değiliz ama bütün bunlara rağmen Türkiye’nin su kaynaklarının Irak ve Suriye başta olmak üzere komşularımız içinde büyük değer taşıdığını çok iyi biliyoruz.


Şimdi Irak bakımından Dicle fevkalade önemli. Dicle üzerinde bizim bir barajlar sistemini hızla tamamlamamız lazım. Yani Dicle’nin akışını kontrol altına almak mümkün değil. Su akışını önlemem mümkün değil. Suyu şu anda yönetmek mümkün değil. Ama bir barajlar sistemini oturtursanız suyu yönetmek mümkün olur. Suyu yönetmek Irak’ta fevkalade önemli bir imkanı elde etmek demektir.


Elbette Türkiye komşularına, Suriye’ye, Irak’a karşı onların ihtiyaçlarını daima göz önünde bulunduran, onların ihtiyaçlarına cevap veren iyi niyetli, iyi komşuluk anlayışına yakışan bir biçimde davranacaktır. Geçmişte öyle davrandık. Suriye’ye de öyle davrandık. Suriye Fırat üzerindeki barajlar sistemi tamamlanırken Suriye’nin bir su sıkıntısına girmemesi için olağanüstü duyarlılık sergiledik ve hiçbir hukuki mükellefiyetimiz olmadığı halde, hiçbir anlaşma bizi bağlamadığı halde tek taraflı beyanlarla asgari 500 m3/sn. Suyu Suriye’ye garanti ettik, biz ettik ve bunun uygulamasını da gerçekleştirdik.


Şimdi Irak’la ilgili olarak da, Irak’ın üzerinde kurulması düşünülen barajlar yapılırken, yapıldıktan sonra Türkiye Irak’ın su ihtiyacına cevap verme konusunda iyi niyetli katkı yapma şansına sahip olacaktır. Bu şansı elde etmeliyiz ve o şansı iyi niyetle kullanmalıyız. İyi komşu olduğumuzu Irak’a yönelik olarak göstermeliyiz.


Aynı şekilde herhalde Irak’ta Türkiye’nin bu iyi niyetli komşu uygulaması karşısında Türkiye’ye terör ihraç etme konusunda daha sorumlu, daha dikkatli, daha müteyakkız davranarak o da iyi komşu gibi davranma gereğini hissedecektir.


Bunun şartlarını yaratmak lazım. Karşılıklı birbirimizi dikkate alma gereğini doğuracak ilişkileri çeşitlendirmek lazım. Siyasi ilişkileri, eğitim ilişkilerini, yönetim ilişkilerini, yolları, suları buna göre genişletmemiz lazım. Bunu yaptığımız zaman Türkiye’ye yönelik olarak düşmanlık yapma şansı komşularımızdan azalmaya başlar. Bunun şartlarını yaratmalıyız.


Bu orta dönemli bir politika. Ama derhal Türkiye Ilısu’yu tamamlamalıdır. Ilısu’nun tamamlanması sadece Türkiye’nin kendi içindeki ihtiyaçları bakımından değil ama aynı zamanda Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri açısından da bir barış anahtarı niteliğini taşıyacaktır, bunun bir an önce tamamlanmasında yarar vardır.


Gene aynı şekilde Türkiye’nin Irak’la ticari ilişkilerinin bağlantı merkezlerini arttırmamızda yarar vardır. Habur Kapısı işliyor. Ovaköyü’de işletelim. Ovaköyü’de açalım. Bunları birbirinin alternatifi, onu kapatırız falan anlayışıyla söylemiyorum. Yeni çeşitlendirilmiş bağlantılar kuralım. İşi çoğaltalım, azaltmayalım. Türkiye’nin komşularıyla ilişkileri daha barışa yönelik olarak işletilebilir, geliştirilebilir.


Bunu bir an önce gerçekleştirelim. Bu çerçevede yapılacak çok şey var. Bunlar üzerinde biz CHP olarak bir hazırlık içindeyiz. Yani bizim böyle bir bütüncül ulusal terörle mücadele politikası konusunda Türkiye’ye ciddi tekliflerimiz var. Bunları bir an önce yapmak ve uygulamak lazım. Bunu gerekirse biz yaparız. Gerekirse bu konuda bir platform oluşturulursa o platformda katkılarımızı yerine getiririz.


BURADAKİ AMAÇ ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEME YÖNELİK OLARAK TERÖRÜ TECRİT ETMEKTİR. TERÖRÜ ETKİSİZLEŞTİRMEKTİR. YALNIZLAŞTIRMAKTIR. TERÖRÜN ETRAFINDAKİ ORTAMI TERÖRE DOST OLMAKTAN ÇIKARIP TÜRKİYE’YE DOST DURUMUNA .DÖNÜŞTÜRMEKTİR. Bu konuda bize görev düştüğünü görerek harekete geçmektir. Bunun icabını yapmaktır. Bizim önerimizin altında yatan temel yaklaşım, temel varsayım budur. Bu bir dostluk yaklaşımıdır. Bu bir kucaklaşma girişimidir. Bu Irak halkıyla, Irak’ın bütün coğrafyalarında yaşayan insanlarla kuzeyinde, güneyinde, ortasında yaşayan herkesle Türkiye’nin sıcak ve dostça ilişkiler kurmasının önemini onlara anlatacak, bunun değerini, daha iyi kavramalarına yardımcı olacak, iyi niyetli bir açılımı yapmaktır.


Bunu yapmamız .halinde ben inanıyorum ki, PKK’nı Irak toplumunda bulacağı destek giderek azalamaya başlar. PKK giderek Irak halkının Türk toplumuyla, Türk devletiyle sıcak ve dostane ilişkilerinin önünde bir engel daha iyi anlaşılmaya başlanır. Terör tecrit olur.


Biz terör sadece kendi ülkemizde tecrit etmek durumunda değiliz. Elbette onu biliyoruz. Onunla meşgul oluyoruz. Onu arıyoruz. O işin bir tarafı. Onu çok konuştuk. Ama şimdi artık Türkiye’nin dışında yerleşmiş bir terör var. O terörü de içinde bulunduğu toplumda yalnızlaştırmayı amaçlamalıyız.


Suriye’de ki olay bu değildi. O içinde bulunduğu toplumdan destek almıyordu. Resmi karar ve himayeyle ona melce verilmişti, mekan verilmişti. O melceyi elinden aldınız mı mesele bitiyordu. Şimdi durum daha karmaşık. Bu karmaşık durum karşısında yapılması gereken iş bir dostluk ve dayanışma, birlikte el ele verme girişimini boş sözle değil somut önerilerle yaygın bir biçimde harekete geçirmektir, uygulamaya koymaktır.


Bunu biz öneriyoruz. Bunu yeni, değişik, farklı, izlenen terör politikasında bir kırılma gibi anlamak gerçeklerden uzak durmak demektir. Bunun bir kırılmayla hiçbir ilgisi yoktur. Terörle mücadele elbette askeri yöntemlerle sürecektir. Türkiye’nin o konuda hakkı, hukuku çok nettir. Bunun gerektiren şartlar ortadadır. Bu konuda elbette Türkiye girişimi yapacaktır. Ama bunu teröre karşı yapacaktır. Terör örgütüne karşı yapacaktır. Onu etkisizleştirecektir. Bunu yaparken de terör örgütünün içinde bulunduğu toplumda onu tecrit etmek için o toplumla dostane ilişkilerini halk planında, insanlar planında geliştirip, güçlendirmeye çalışacaktır, çalışmalıdır, doğru politika budur. Bu politika bizim ta başından beri izlediğimiz, bu konularda izlediğmiz politikanın tam içinde onunla bütünleşik bir anlayışı yansıtmaktadır. Yeni şartlara göre yeni bir açılım tarihte bir değişiklik yoktur, hedefte bir değişiklik yoktur ama hedefe ulaşırken terörün dışındaki, terörün etrafındaki ortamları dikkate alan ve onlara yönelik bir yaklaşımı ifade etmektedir. Bunun doğru olarak böyle anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.


Evet, benim iletmek istediklerim bunlar, Salı günü bunu ifade etmeye çalışmıştım. Daha sonra bunu açtık. Şimdi biraz daha da açacağım. Önümüzdeki günlerde bunu daha da yaygın bir biçimde ortaya koyma durumdayız.


Şunu bir kez daha ifade edeyim. Olayı biz hiçbir zaman bu bölgede, bu coğrafyada yaşayan insanlar arasında bir husumet konusu, bir düşmanlık konusu olarak görmedik ve gerçekte bu değildir. Bu bölgede yaşayan insanlar arasında, o insanlar hangi etnik kökene sahip olursa olsunlar, hangi inanca ya da mezhebe sahip olursa olsunlar ilişki, bu insanlar arasındaki ilişki karşılıklı saygı ve dostluk temelinde gelişmiştir.


Bütün tarih boyunca böyle gelişmiştir. Şu anda da insanlar arasında bir husumet ve düşmanlık yoktur bu bölgede, olması içinde bir neden yoktur. Hele bizim bu ülkede yaşayan insanlar olarak kendi içimizde birbirinden farklı etnik ve dini kökene sahip insanlar çok uzun bir tarih boyunca bin yıldır birarada yaşıyoruz. Bu süreç içindede böyle bir uzlaşmaz çatışma ortamı şekillenmemiştir. Bütün dışarıdan müdahalelere, gayretlere rağmen bu coğrafyada yaşayan insanlar temel dostluk ve kardeşliklerini koruyup, geliştirmişlerdir ve biz Türkiye’de bütün insanlara karşı olağanüstü bir şefkat, merhamet, dostluk ve sevgi anlayışını sergilemişizdir.


Bakınız şöyle bir yakın geçmişi bir gözden geçiriniz Türkiye bu sancılı coğrafyada, bu acılı coğrafyada, bu savaşlar coğrafyasında bir büyük sevgi ve barış ortamı olarak işlev görmüştür. 79 yılında İran’da Humeyni ihtilal yapıldığı zaman bir milyona yakın İranlı İran’dan koptular Türkiye’ye geldiler ve Türkiye’de hiç kimsenin aklından bu insanların pasaportu nerede, bilmem hangi vizeyle geldiler, ne kadar kalacaklar, ne yapıyorlar, çalışıyorlar, çalışma izinleri var mı gibi bir şey geçmedi. Bir milyon insan Türkiye’de o acı günlerini, vatanlarından, ülkelerinden koptuktan sonraki en sıkıntılı dönemlerini Türkiye’nin şefkati ve sevgisi içinde yaşamayı başardılar.


Aynı şekilde Irak’ta o iç çatışma ortamında 250 binin üzerinde Kuzey Iraklı Kürt kökenli insan Türkiye’ye geldi. Türkiye çorbasını onlarla paylaştı. Onlara evini açtı, ocağını açtı. Onlar kendilerini rahat hissettikleri ana kadar Türkiye’de yaşadılar, ondan sonra buradan ayrıldılar. 250 bin kişi buraya gelmişti, Avrupa ülkeleri de bunlara sahip çıkın diye bir uluslararası yapıldı. Hatırlıyorum bir kuzey Avrupa ülkesi 15 kişiyi alırız diyordu. 250 bin kişi Türkiye idi o zaman. Gene 250 binin üzerinde Bulgaristan’da yaşayan Türk kökenli insan göçe mecbur edildi, Türkiye’ye geldi. Kafkas’lardaki acı olaylar Türkiye’ye yönelik daima bir göç tablosu yarattı.


Bütün bunları Türkiye en küçük bir sıkıntı hissetmeden taşıdı. Bakın şu anda 60 binin üzerinde Ermeni vatandaşı, Ermeni kökenli Türk vatandaşı değil. Ermeni vatandaşı Türkiye’de yaşıyor, çalışıyor, ekmeğini burada kazanıyor, kazancını buradan ülkesine gönderiyor ve Türkiye’de ne bir sendika, ne bir toplumsal kurum ya işsizlikten biz kırılıyoruz, böyle şey mi olur, biz işimizi bulamazken siz burada böyle Türkiye’nin imkanlarını değerlendiriyorsunuz, üstelikte Türkiye’ye karşı yabancı parlamentolardan karar çıkarıyorsunuz. Böyle bir şey olmaz demiyor.


Bu gerçekten dünya çapında özel bir anlayışın bizim toplumumuza egemen olduğunu gösteriyor. Türkiye neredeyse bir uluslararası rehabilitasyon merkezi haline geldi. Hastası, sakatı, göçe mecbur olanı, acılı, bunalımlı insanları Türkiye’ye geliyorlar, Türkiye’de sevgiyle karşılanıyorlar, Türkiye’de kucaklanıyorlar, ferahlıyorlar, rahatlıyorlar, sonra isterlerse Türkiye’de kalıyorlar, isterlerse Türkiye dışına çıkıyorlar.


Şimdi bunu sağlayan, bunu yaşatan bir kültürün, değerler sisteminin, geleneğin içinden geliyoruz. Bizim bu bölgede bir çatışmanın tarafı, bir husumetin tarafı haline gelmemiz söz konusu olamaz. Biz, bize yönelik bir saldırıyı etkisiz kılma mecburiyetindeyiz, bunun gereğini yapmanın dışında Türkiye’nin bir arayışı yoktur. Bunun gereğini de bu saldırının doğrudan tarafı olan insanlara yönelik olarak yaparız, onları himaye edenleri himaye etme hakkına sahip olmadıklarını anlatarak onları etkisiz kılmaya, onları caydırmaya çalışırız ve iyi niyetli toplumu da kazanamaya gayret ederiz.


Bu daima bizim anlayışımız olmuştur. Bu anlayış çerçevesinde biz bugüne kadar politikalarımızı koyduk, şu anda bu üstünde durduğum terör örgütünün ötesinde sınırlarımız dışındaki terör örgütünün ötesinde o bölgedeki halkı, insanları kazanmaya yönelik olarak bir ciddi çalışma yapmamız gerektiğine inanıyoruz ve bu önerilerimizi de o duygularla ortaya atmış bulunuyoruz.


Evet, şimdi sorularınızı alayım;


Soru-Teröre Türkiye’den halk desteği var diye söyleniyor...

Deniz BAYKAL- Valla o halk desteği sözünü sorgulamak isterim. Teröre Türkiye’de sınır içinde bir halk desteği olduğu sözü çok dikkatli kullanılması gereken bir söz. Bizim bakın bu çerçevede önem vermemiz gereken şey terörü sıradanlaştırmaktan, terörü olağanlaştırmaktan, terörü meşrulaştırmaktan uzak durmaktır. Terörle mücadelenin temel gereği terörü sıradanlaştırmamak, olağanlaştırmamak ve meşrulaştırmamaktır.


Yani gelişmeleri dikkate aldığımız zamanda görüyoruz ki, ben Türkiye’de ülkemizin bütün coğrafyalarında ve güneydoğuda terörün şiddetle reddedildiğine inanıyorum. Bu konuda halkın her geçen gün daha kararlı bir anlayışa girdiğini görüyorum. Teröre destek verenler giderek yalnızlaşıyorlar. Giderek soyutlanıyorlar.


Yani bu gelişmeyi bizim sahiplenmemiz lazımdır, güçlendirmemiz lazımdır, desteklememiz lazımdır ve Türkiye’de sorun doğrudan terörün içinde bulunanları etkisiz kılma sorunudur ve onların bu kimliğinin toplum tarafından daha iyi anlaşılmasını sağalama sorunudur.


Bu doğrultuda da çok önemli mesafe alınmıştır. Gelecekte bu konuda daha da iyi bir noktaya geleceğimizi görüyorum. Teröre açıktan destek vermenin bir toplumsal tepkiyi de beraberinde getirmeye başladığını, Güneydoğu Anadolu içinde bunun olduğunu bilerek, düşünerek söylüyorum. Çok açıkça görüyoruz insanlar iyi yaşamak istiyor. İnsanlar huzur içinde barış içinde yaşamak istiyor, insanlar çoluğunu, çocuğunu iyi yetiştirmek istiyor ve terörün bunu engellediğini görüyor. Beraber yaşamının, iyi yaşamanın, çoluğunu, çocuğunu huzur içinde okutmanın önünde temel engelin Türkiye’nin hukuk düzeni, Anayasal yapısı değil, onun bunun teşvikiyle, desteğiyle Türkiye’yi bölme süreci içine çekmeye yönelen terör grubu tarafından bu tehdidin yaratıldığını herkes her geçen gün daha iyi anlıyor. Bunu anlatmaya devam etmemiz lazım.


Soru- DTP Kongresinde yaşananları, yapılan açıklamaları değerlendirir misiniz


Deniz BAYKAL- Ben hepimizin parlamentoya girerken yaptığımız yemine sahip çıkmamız gerektiğinden hiç kuşku duymuyorum. Kafasının arkasında bir başka projesi, planı olanlar bu projelerini zaman içinde ortaya çıkarıyorlar. Bunları görüyoruz. Bu bizim ısrarla üstünde durduğumuz bir nokta. Yani, bir yandan terör örgütüne karşı tavır takınamamak, öbür taraftan terör örgütünün siyasi projelerini bir başka zeminde sahiplenip desteklemek üzerinde hepimizin dikkatle durması gereken bir tablodur.


Soru- Mesajınız kime?


Deniz BAYKAL- Ben bu yaklaşımımızı Irak halkına yönelik bir yaklaşım olarak görüyorum. Irak’taki elbette bizim muhatabımız Irak’ın devletidir. Irak’ın bütünselliği içindeki temsilcileridir. Elbette bunlarla Türkiye’nin teması vardır. O temas olabilir. Ama bizim sorunumuz artık yöneticileri ikna etmek, yöneticileri tatmin etmek gibi sınırlı bir çerçeveye indirgenemez, indirgenmemeli ve bizim hedefimiz, amacımız halkı, toplumu, insanları kazanmak olmalıdır. İnsanlar arasında ayrım yapmadan onların tümünü kazanmaya yönelik bir gayret içine girmemiz lazımdır. Bunu da sorumlu Irak yöneticilerinin memnuniyetle karşılayacağını ve iyi niyetle mukabele edeceklerini, böyle bir işbirliği zemininin oluşmasına onlarında katkı vereceğini umut ediyorum.


Soru- Önerilerinizin başarı şansı var mı, sonuç alabilecek misiniz?


Deniz BAYKAL- Yani bunları denemek durumdayız. Bunların hepsinin kendine göre bir başarı umudu taşıdığını düşünüyorum. Bütün bunların hepsini ihmal etmeden kullanmamız lazım. Bir yandan uluslararası hukuku reddederek Türkiye’ye yönelik terörü destekleyen yöneticileri caydıracak kararalı tavrımızı götürürken öte yandan da Irak halkına sevgi ve dostluk yaklaşımımızı hiç öbüründen etkilenmeden sürdürmemiz lazım, götürmemiz lazım. Bu rahatlıkla götürülebilir bir olaydır.


Yani Irak’tan birileri Türkiye’den gençleri alıp Irak’ta eğitecekler biz Iraklı gençleri alıp Türkiye olarak eğitip, yetiştirip dünya çapında onlara katkı verip eğitmeyeceğiz. Bu yanlış bir yaklaşım olur. Hiçbir şeyi ihmal etmememiz lazım. Bütün olanakları kullanmamız lazım.


Soru- Kültürel haklar ötesinde bir gelişmede mi düşünüyorsunuz?


Deniz BAYKAL- BU SORUYA TEŞEKKÜR EDERİM. BÖYLE BİR ŞEY YOK. BUNU SÖYLEME FIRSATINI BÖYLECE BULMUŞ OLUYORUM. BU DEĞERLENDİRMENİN ÇIKTIĞI GAZETENİN TEMSİLCİSİ OLARAK SİZE BU AÇIKLAMAYI YAPMAKTAN DA AYRICA MEMNUNİYET DUYUYORUM. BENİM HİÇ AĞZIMDAN ÖYLE BİR ŞEY ÇIKMAMIŞTIR. BEN KAFAMIZDAKİ ÖNERİLERİN BAŞKA BİR ÇERÇEVEDE BUNLARIN DIŞINDA, BUNLARIN ÖTESİNDE BİR AMACA YÖNELİK OLDUĞUNU SÖYLÜYORUM. O KÜLTÜREL HAKLAR ZEMİNİNDE DEĞİL. ONU TEMEL ALARAK DEĞİL, DEMİNDE İFADE ETTİĞİM GİBİ BU ZEMİN İŞTE. Deminden beri anlattığım zemin. Bu kesinlikle söz konusu değil. Onu açıkça söylemeliyim.


Soru- Genel bir af da gündeminizde var mı?


Deniz BAYKAL- HAYIR. BEN, TERÖRLE MÜCADELEYE ZAFİYET GETİRİLMEMESİ GEREKTİĞİNE İNANIYORUM. TERÖRLE MÜCADELEYİ ZORUNLU KILAN ŞARTLAR MAALESEF DEVAM EDİYOR. BU ŞARTLAR VAROLDUĞU SÜRECE AF ÇIKARMAK TERÖRLE MÜCADELE İRADESİNİ ZAAFA UĞRATMAK DEMEKTİR. DAHA ÖNCE BU HATA YAPILDI. BU HATAYI BİR DAHA TÜRKİYE’YE YAPMAMALIDIR. O NOKTADA DEĞİLİZ. TÜRKİYE O AŞAMADA DEĞİL. TÜRKİYE NE YAZIK Kİ, DAHA DÜN ŞEHİT VERDİ. BİR YANDAN ŞEHİT VERECEĞİZ, BİR YANDAN AF KONUŞACAĞIZ. BÖYLE BİR ÇELİŞKİ OLMAZ.


Soru- Eski komutanların yaptıkları açıklamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?


Deniz BAYKAL- Yani benim bir şey söylememe gerek yok. İnsanlar sorumluluk üstlendikleri dönemde aldıkları kararlarla irdelenirler, değerlendirilirler. Daha sonra yapılacak konuşmalar bir vicdan muhasebesi olmanın ötesinde bir anlam taşımaz.


Soru- Peki, Güneydoğu’daki gençlerin, öğrencilerin eğitim seviyesi, düzeyi, onlara verilen eğitim yeterli mi?


Deniz BAYKAL- Hayır. O konuda yapılması gereken çok şey var. Biz, o doğrultuda Türkiye’nin bütün coğrafyalarına ama özellikle Güneydoğu Anadolu coğrafyasında çok ciddi bir eğitim hamlesi yapılması gerektiğine inanıyoruz. Yani çok yetenekli gençlerin orada israf edilmesine fırsat bırakmayacak, onları çok erkenden yakalayacak ve onlara en çağdaş, en ileri eğitim kapılarını açacak, onları hazırlayacak, yetiştirecek ve toplum hizmetine sokacak bir yaklaşıma öncelikle ihtiyaç olduğu kansındayım. Bu çerçevede gerekirse bölgede yatılı okulların tekrar açılması düşünülebilir. Yetenekli gençler oraya alınabilirler. Orada eğitilebilirler. Yeni yaklaşımlara ihtiyaç var. Bizim öyle modellerimizde vara. Yani eğitim konusu tabi öncelikle kendi insanımız için hiç kuşku yok.


Soru- Televizyonlardaki programların da gözden geçirilmesi...


Deniz BAYKAL- Tabi hiç şüphe yok. Popüler kültür anlayışımızın, uygulamamamızın, ama bu bizim problemimiz. Şunu söylersek, aman bu yanlışlıklar sadece sınır içinde bize özgü olsun, sınır dışındaki insanları bozmayalım. Bunu sağlamak çok güç olur, doğru da olmaz. Eğrimizi, doğrumuzu, yanlışımızı hep beraber düzeltmeye çalışacağız. O bir temel sorunumuzdur.


Soru- DTP kongresiyle ilgili olarak açılan incelemeler, soruşturmalar var, bu konuda görüşünüzü açıklar mısınız?


Deniz BAYKAL- HUKUK ELBETTE İŞLEYECEK ÜLKEDE. HUKUKA SIRT ÇEVİRME, HUKUKU YOK SAYMAK DOĞRU DEĞİLDİR. HUKUK İLİŞKİLERİMİZİN TEMELİDİR. AMA ÖTE YANDAN BEN İSTERİM Kİ, SİYASETE HUKUK HİÇBİR ZAMAN MÜDAHALE ETME DURUMUNDA OLMASIN. BUNU SAĞLAMA SADECE SAVCILARIN, YARGIÇLARIN, ADLİYENİN İŞİ DEĞİLDİR. SİYASETÇİLERİNDE İŞİDİR. Her ülkenin anayasası, hukuku, dokunulmaması gereken temel kuralları var. Ona saygı göstermek her siyasetçinin görevidir, hepimizin görevidir. SİYASETÇİ OLMAK HUKUKUN ÜSTÜNDE OLMAK ANLAMINA GELMEZ. HİÇ KİMSE HUKUKUN ÜSTÜNDE DEĞİLDİR. Ama Türkiye’de fevkalade yumuşatılmış, gevşetilmiş, uluslararası ölçülerin neredeyse ötesine geçilmiş olan bir hukuk düzeni dahi Türkiye’de siyasetçileri tarafından ihlal ediliyorsa bunu mazur görmek, bunu yok saymak, buna aldırmamak mümkün değildir. HUKUKA SAYGI ESAS, SİYASET HUKUKA SAYGI GÖSTERECEK, İSTERİZ Kİ, HİÇBİR ZAMAN HUKUK SİYASETE MÜDAHALE DURUMUNDA KALMASIN.


HEPİMİZ SİYASETE GİRERKEN BİLİYORUZ. PARLAMENTOYA GİRERKEN YEMİN ETTİK. YEMİN ORTADA. YANİ GİRERKEN YEMİN EDECEKSİN, 3 GÜN SONRA ONUN TAM TERSİNİ SÖYLEYECEKSİN VE BÜTÜN ÜLKE BUNU DOĞAL KARŞILASIN DİYECEKSİN. BU KABUL EDİLEBİLİR BİR TABLO DEĞİL. HERKES CİDDİ OLMAK DURUMUNDADIR. HUKUKA SAYGI GÖSTERMEK DURUMUNDADIR, HUKUKA GÖSTERİLEN SAYGI ASLINDA KENDİMİZE GÖSTERİLEN SAYGI, TOPLUMUMUZA GÖSTERİLEN SAYGI DEMEKTİR.


Çok teşekkürler.