Wednesday, February 28, 2007

Baykal’dan Erdoğan’a;“Sen, Hiçbir Kutsalı Kalmamış Noktaya Gelmişsin.'Düşmanımızla da Konuşuruz’ Diyorsun, Git, İmralı


-“Ulusal egemenlik ile toprak bütünlüğü müzakere ve pazarlık konusu olmaz, olmamalıdır. Değişimlerini de al ve çek git”
-“Size kömür, yiyecek, giyecek, para ne veriyorlarsa alınız, fakat sakın ha, onu verdiler diye, onu verenlere oy vermeyiniz. Çünkü, oy sizin namusunuzdur, şerefinizdir, onurunuzdur, ırzınızdır, ırzınız, koruyun onu”

-“Türkiye’de şimdi kıyamet kopmuyorsa, kıyamet koparılmasını gerektiren şartlar yaşanmıyor zannetmeyin, sadece kıyamet kopamıyor Türkiye’de. İnşallah, sandıkta o kıyameti hep beraber koparacağız”

-“CHP İktidarında milletvekili dokunulmazlığını kaldıracağız. CHP iktidarında imtiyaz kalkacaktır, eşitsizlik kalkacaktır, hukuksuzluk kalkacaktır”

-“Barzani, ‘burası benimdir ama, ben PKK ile burada mücadele edemem’ diyor, ama sen PKK ile mücadele etmeye gelirsen seninle mücadele ederim’ diyor”

-“Vatana ihanet, kimmiş vatana ihanet eden? Fikret Bila. Hadi canım sen de, sen kendine bak, kendine”

-“Gidin Kapalıçarşı’ya, Mısır Çarşısı’na, Tahtakale’ye, Ankara’nın sanayi merkezlerini dolaşın, kan ağlıyor esnaf, kan ağlıyor sanayici, Bize anlatılan, size anlatılan Türkiye’nin penceresinden görülen manzara değildir, anlatılan yabancı sermayenin penceresinden görülen Türkiye manzarasıdır”

-“Türkiye’de yoksulluk üreten, yoksul insan üreten, işsiz üreten bir ekonomi politikası var. Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, yoksul da, işsiz de, kimsesiz de, engelli de sahipsiz olmayacaktır”

-“Türkiye’de kalıcı bir istikrar yok. İstikrar ne zaman olur, biliyor musunuz? 10 milyonu aşan işsiz iş bulduğu zaman Türkiye istikrara kavuşur.”

-“AKP döneminde Ali Dibo uygulamasının resmen teyit edildiğini Türkiye İhale Kurumunun kararıyla gördük”



İletişim Koordinatörlüğü (Ankara) - Genel Başkan Deniz Baykal Başbakan Erdoğan’a; “Sen, hiçbir kutsalı kalmamış bir noktaya gelmişsin.’Düşmanımızla da konuşuruz’ diyorsun, Git, İmralı’ya, konuş o zaman” diye seslendi.


TBMM’de CHP Grubunda görüşlerini açıklarken Başbakan Erdoğan’ın Talabani ve Barzaniyle görüşme konusunda açıklamalarını değerlendirirken, “Ulusal egemenlik ile toprak bütünlüğü müzakere ve pazarlık konusu olmaz, olmamalıdır. Değişimlerini de al ve çek git” diyen Genel Başkan Baykal’ın konuşmasının tamamı şöyle ;


“Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili misafirlerimiz, Türkiye’nin dört bir köşesinden Cumhuriyet Halk Partisi Grup toplantısına katılmak, Cumhuriyet Halk Partisine destek vermek için buraya gelmiş olan sevgili vatandaşlarım; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum. (Alkışlar) Hepinize yürekten şükranlarımı sunuyorum. Türkiyemizin bu çok önemli döneminde, geçiş döneminde hep bir aradayız. Ülkemizin karşı karşıya bulunduğu durumu, sorunları, dünyanın gidişatını, halkımızın çilelerini, dertlerini, sıkıntılarını konuşacağız, paylaşacağız. Türkiyemizin önünü aydınlatmaya çalışacağız, Türkiye’nin daha iyi bir geleceğe yönelmesi için burada milletimizin bir parçası olarak elbirliğiyle aydınlık düşüncelerimizi ortaya koymaya, tüm Türkiye’yi bu düşünceler etrafında toparlanmaya çağıracağız. Bu amaçla buradayız. Katkınıza, desteğinize yürekten tekrar teşekkür ediyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, Türkiyemizin ve içinde bulunduğumuz bölgenin gelişmelerini, gidişatını hep yakından izliyoruz. İki gün sonra 1 Mart. 1 Mart bölgemiz açısından tarihi bir dönüm noktası. Hatırlayacaksınız, 2003 yılının 1 Martında Türkiye Büyük Millet Meclisi, Irak’a yönelik askeri harekâtın, Irak Savaşının, Orta Doğu terör ve savaş bataklığının bir parçası olup olmama konusunda tarihi bir karar almıştı. 2003 yılının 1 Martında Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihine yakışan, şerefli, ulusal yararları gözeten, bölgenin barışını gözeten çok doğru, çok onurlu, hepimizin iftihar edeceği büyük bir karar almıştı. Şimdi onun dördüncü yıl dönümüne geliyoruz. Dört yıl arkada kalacak. Dört yıl sonra o kararın ne anlama geldiğini ayrıntıya girmeden şöyle kısaca düşünmekte yarar var, çünkü önümüzde benzer tercihlerin yapılmasını gerektiren çok kritik bir süreç var. Bu sürecin içinden geçerken Türkiye’nin geçmişte attığı adımları unutmaması, doğru değerlendirmesi bir temel ihtiyaçtır.


Değerli arkadaşlarım, bu müdahale kararı bizim dışımızda alındı. Biz, o savaşın parçası olmayı reddettik, ama savaş açıldı. Orta Doğu’da dört yıldır bir büyük savaş yaşanıyor. Bu savaşın ortaya koyduğu bilançoyu kısaca hatırlamakta yarar var. Türkiye ne noktadadır, Irak ne noktadadır, Orta Doğu ne noktadadır, bu askeri harekâtı kararlaştırıp uygulayanlar şimdi hangi noktadadır, bütün bunların değerlendirilmesine ihtiyaç var. Baktığımız zaman gördüğümüz manzara çok açıktır. Çeşitli stratejik araştırma kuruluşlarının rakamlarına göre Irak’ta ölü sayısı 650 bini aşmıştır. 650 bin ölü, bir milyonun üzerinde göçmen, evini, köyünü, kasabasını, yurdunu, bağını, bahçesini, ocağını terk etmek zorunda kalmış, çoluk çocuğu ayrı düşmüş bir milyon insan, karmakarışık bir Irak tablosu. Eskiden aynı memleketin evladı olarak bir arada yaşayan insanlar birbirine düşman olmaya başlamış. Iraklı Iraklıyla savaşır hâle gelmiş, Müslüman Müslümanla savaşır hâle gelmiş; Irak’ta her gün 40, 50, 60, 80 kişi ölüyor. Bunun hesabını soran yok, bunun üzüntüsünü yaşayan yok. Bu tablo, Irak’ta dört yıl sonra istikrarın sağlanamadığını, can güvenliğinin gerçekleştirilemediğini, hukukun işler hâle dönüştürülemediğini açıkça ortaya koyuyor. Herkes kaygı içinde, yarın ne olacak belli değil. İnsanlar, evlatları, yakınları, eşleri, kocaları, karıları, kardeşleri acaba eve döner mi diye büyük bir telaş içinde sabahleyin helalleşerek evden ayrılıyorlar. Irak’ta elektrik yetmiyor, su yetmiyor, asgari ihtiyaçlar karşılanmıyor, dört yıldır oradaki insanlar bir büyük azabın içinde yaşamaya devam ediyorlar.


Değerli arkadaşlarım, böyle bir olayın ne sorumluluğunu almak mümkün ne de böyle bir olayın parçası hâline dönüşme tehlikesi yaratacak bir sürecin içinde yer tutmak mümkün. Bugün, eğer Türkiye 1 Martta o kararı almamış olsaydı, hem bu olayın doğrudan bir parçasıydık, sorumlusuyduk hem de Türkiyemiz, anavatanımız, yurdumuz en hassas coğrafyasında, Güneydoğu Anadolu’da 65 bin yabancı askerin otağ kurduğu, karargâh kurduğu, askeriyle, helikopteriyle, uçağıyla, cephanesiyle orayı bir üs gibi kullanmaya başladığı bir savaş hâline kendi anavatanımızı, yurdumuzu dönüştürmüş olacaktık; Türkiye bunu reddetti. Eğer buna izin vermiş olsaydık sadece Irak’a yönelik olarak bu yanlışlıkların sorumluluğunu üstlenmeyecektik, kendi anavatanımızın bir yabancı silahlı kuvvetlerin kısmen kontrolü altına girmesi sonucunda o coğrafyada, Türkiye’nin sözünün giderek daha az geçmekte olduğu, giderek Türkiye’nin sözünün geçemez hâle dönüştüğü, bölgenin bir karmaşaya sürüklendiği, o kritik coğrafyanın, hassas coğrafyanın tekrar bir kardeş kavgasının en uygun zemini, vasatı hâline dönüştüğü bir noktaya kendi ülkemizi, kendi kararımızla sokmuş olacaktık.


Hatırlayacaksınız, tekrar tekrar ifade ediyorum, ibret olsun diye söylüyorum, bu tezkere Türkiye Büyük Millet Meclisine geldiği zaman Sayın Başbakana ben doğrudan doğruya sordum: Sayın Başbakan, bu silahlı kuvvetler buraya gelsin diye tezkere gönderdiniz. Bunlar gelirse ne zaman çıkacaklar dedim. “Vallahi ben de bilmiyorum” dedi. Başbakanın da ne zaman çıkacağını bilmediği bir şekilde Türkiye’nin bir büyük kardeş kavgası yaşadığı, yaraları henüz sarılmamış olan bir coğrafyasında bir 65 binlik asgari silahlı kuvvetler varlığının yerleşmesine izin verecektik. Türkiye buna izin vermemiştir. Çok doğru bir karar almıştır. Türkiye’nin bugün toprak bütünlüğü, ulusal egemenliği, Türkiye’nin kendi içindeki barışı, huzuru bu karar sayesinde bugünkü noktasında kalabilmiştir. Eğer bu karar olmamış olsaydı, bugün Türkiye’nin toprak bütünlüğü de, iç barışı da, ulusal egemenliği de çok ciddi şekilde tehdit altına girmiş olacaktı.


Değerli arkadaşlarım, gerçekten 1 Martta alınan kararın Orta Doğu’da yarattığı bu acı bilançonun, 650 bin kişinin ölmüş olmasının, insanların içine sürüklendiği bu acı ve umutsuz hayatın, 1 milyon civarında insanın yerini yurdunu, evini terk etmiş olmasının yol açtığı ıstırap hiçbir siyasi amaçla meşrulaştırılamaz. Ne petrol hesabıyla ne o bölgeyi birbirine düşürüp uygun bir zemin yaratma hesabıyla hiçbir medeni hesapla insanlığa yakışır, ahlaka yakışır hiçbir hesapla bu bilançoyu haklı kılmak, meşru kılmak mümkün değildir. (Alkışlar) Kardeş Irak halkının bir an önce huzura kavuşmasını diliyorum. Bu dört yıllık acı, dört yıllık ıstırabın en kısa zamanda sonuçlanmasını diliyorum. Bir an önce huzura kavuşmalarını, kendi aralarındaki çekişmeyi, çatışmayı geride bırakmalarını, bir an önce aynı memleketin insanları olarak Sünnisiyle, Şiisiyle, Türkmeniyle, Kürtüyle el ele verip kardeşçe yaşamalarını, kendi zenginlikleri üzerinde kendi milletlerinin haklarını sonuna kadar özgürce kullanabilmelerini diliyorum. Bu konuda onlara yardımcı olmayı da, hem bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak hem de bir insan olarak ahlaki bir görev biliyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, iki gün önce bir başka acı olayın yıl dönümüydü. Bu acı olayları biz pek konuşmayız. Son zamanlarda Türkiye’ye yönelik suçlamaların, karalamaların, Türkiye’yi bir suçluluk duygusuna sokma, bir eziklik duygusuna sokma çabalarının giderek yaygınlaştığı bir ortamda artık yaşanmış bazı acı olayların bizim tarafımızdan da dile getirilmesinin bir görev olduğunu düşünüyorum.


Değerli arkadaşlarım, iki gün önce, üç gün önce Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ’ında, Hocalı’da yaşanmış olan bir katliamın yıl dönümüydü, 15’inci yıl dönümüydü. 15 yıl önce Yukarı Karabağ’da yaşayan Azeriler, yüzlercesi çocuk, yüzlercesi kadın olmak üzere, acımasızca katledildiler.


Değerli arkadaşlarım, bu 15 yıl önce oldu. Şu anda Yukarı Karabağ’dan evinden, ocağından, yurdundan koparılmış bir milyonun üzerinde göçmen, Azeri Türkçesiyle ifade edeyim, Kaçkın, evsiz, ocaksız yaşamaya devam ediyor. Bir milyonun üzerinde insan hâlâ kamplarda yaşıyor. Kampta yemek pişiyor, kampta çocuk doğuyor, kampta cenaze kalkıyor, aile yok, ocak yok. “Ne olursan ol, ayrıl git buradan, kop buradan” diyorlar. Bu insanlar, orada yüzlerce yıldan beri yaşayan insanlardır.


Değerli arkadaşlarım, bunlar artık görmemezlikten gelemeyeceğimiz, unutturmayı amaçlayacağımız olaylar olmaktan çıkmıştır. Bunların unutulmasını isteriz, bir genel dostluk, barış ve kardeşlik ortamının bölgemize egemen olmasını ve geçmiş hesapların gündemden düşürülmesini ve karşılıklı olarak dost ve kardeşlik anlayışı içinde hep beraber barış içinde burada yaşamayı dileriz, buna katkı yapmak isteriz; ama şu anda hâlâ acılar devam ediyorsa, hâlâ Azerbaycan’da bir büyük işgal, bizim nitelememizle değil, tarafsız uluslararası kuruluşların nitelemeleriyle, Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatının tespitleriyle, raporlarıyla, bir haksız işgal orada sürüyorsa ve orada binlerce insanın katledildiği facialar daha dün yaşanmışsa ve şu anda bir milyon insan yersiz yurtsuz yaşamaya devam ediyorsa, bunun haksızlığını, kabul edilemez olduğunu ortaya koymak bizim boynumuzun borcudur.


Değerli arkadaşlarım, Azerbaycan, bizim çok yakın bir dostumuzdur. Kardeş millettir. Hesapsız kitapsız Türkiye ile bir tam bir dostluk anlayışı içinde, sevgi ve dayanışma duygusu içinde Türkiye’nin iyiliğinden mutluluk duyan, Türkiye’nin kalkınmasından sevinç duyan, Türkiye’nin acısını kendi acısı olarak yüreğinde yaşayan insanların bulunduğu bir yerdir Azerbaycan. Kardeş bir millettir. Azerbaycan’ın acısı bizim de acımızdır. Azerbaycan ile dostluk ve dayanışma içinde olmak bizim de boynumuzun borcudur. Onların maruz kaldıkları haksızlıklar karşısında onlar adına şikâyet söylemek bizim de boynumuzun borcudur, bizim de görevimizdir. Azerbaycanlıların çok yaygın bir sözü var: “Biz iki devlet, ama tek milletiz” diyor. (Alkışlar) Bugün, Azerbaycan, Türkiye ile işbirliğini, dayanışmasını en ileri noktaya çıkarmayı hedef olarak kabul etmiş bir ülke. Bakü – Tiflis – Ceyhan boru hattı, Azerbaycan halkının ve yönetiminin desteği ve işbirliğiyle sağlandı ve Türkiye, Kafkas petrollerinin kendi toprakları üzerinden geçmesi ve Ceyhan’ın bir terminal limanı olarak Doğu Akdeniz bölgesinde çok büyük ekonomik potansiyel taşımaya başlaması konusunda bize en büyük desteği vermiş olan bir ülke. Azerbaycan’la dostluğumuzu pekiştirmemiz lazım, onlarla dayanışma içinde olmamız lazım, onlara destek olmamız lazım, onlara yardımcı olmamız lazım, onlarla el ele vermemiz lazım. Herkesle yapmamız lazım, ama özellikle Azerbaycan’la böyle bir dostluk anlayışı içinde olmamız gereğini, onların bu acı yıl dönümünde ifade etmeyi bir görev biliyorum ve buradan Cumhuriyet Halk Partisinin Grup toplantısından, bütün Azerbaycan halkını sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız günler içinde üstünde durduğumuzu bazı konularla ilgili önemli gelişmeler ortaya çıkıyor, bu konuları size aktarmak istiyorum, çünkü bu bizim gündemimizde yer alan bu konular, maalesef arzu ettiğimiz şekilde Türkiye’nin medya gündemi içinde yer tutmuyor, orada yer tutmamış olması bunların önemsiz olması anlamına gelmez. Bizim takip etmemiz lazım diye düşünüyorum. Hatırlayacaksınız, geçen hafta burada Yargıtay’la ilgili bir yasa tasarısına dikkati çekmiştim ve bu yasa tasarısının yaratacağı sakıncaları, tehlikeleri ve bu yasa tasarısının altında yatan zihniyeti, kuşatma zihniyetini, işgal zihniyetini, Türkiye’nin en önemli bağımsız kalması gereken yargı gücüne yönelik tasallut planlarını burada dile getirmiştim.


Değerli arkadaşlarım, bu konuda çok memnuniyet verici somut bir gelişme var, buna dikkatinizi çekmek istiyorum. Bildiğiniz gibi son zamanlarda çıkan bir kanunla, Avrupa Birliği anlaşmaları çerçevesinde yargıçlarımız ve savcılarımızın bir dernek etrafında, Türkiye’deki bütün yargıçlarımızın ve savcılarımızın bir dernek etrafında bir araya gelmesine olanak sağlandı ve bu doğrultuda bir oluşum kendisini gösterdi ve bugün Türkiye’de bir yargıçlar ve savcılar birliği oluşmuştur. Türkiye’deki bütün yargıçların ve savcıların, Avrupa Birliği anlayışına göre temel derneği olarak “YARSAV” adıyla anılan bir kuruluş ortaya çıkmıştır. Bakın bu kuruluş, yani Türkiye’de yargının gerçek sesi, yargıçların, savcıların sözünü söyleyecek en yaygın, en temel kuruluş bir bildiri yayınladı, bizim konuşmamızdan sonra yayınlanmıştır bu bildiri, buna dikkatinizi çekmek istiyorum ve bunun ne kadar önemli olduğunu herkesin kavramasını bir kez daha diliyorum ve buna katkı olacağı umuduyla burada tekrar ifade etmek gereğini duyuyorum. Buradan birkaç cümleyi dikkatinize sunayım: “Yargıtay Yasa Tasarısı üzerindeki çalışmalarda ısrar edilmesi, dikkat çekici ve düşündürücü olup bu yaklaşımı hukuksal sahiklerle açıklamak mümkün değildir. Hukuki bir ihtiyaçtan kaynaklanmıyor bu yasa” diyor.


Yargıtay üyelik seçimleri yaklaşık 2013 yılına kadar durdurularak Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun iradesine ve Anayasal yetkisine müdahale edilmektedir.” Bunu yargıçlar söylüyor, savcılar söylüyor. “Yargıtay üyeliği seçimlerinin durdurulmasına yönelik tasarı maddesi, hâlen boş olan ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanı sıfatıyla Adalet Bakanı tarafından gündeme alınmayan Yargıtay üyeliği kadroları için siyasi idare tarafından baskı unsuru olarak kullanılmaktadır.”


Ve yine YARSAV diyor ki: “Yargıtay Yasa Tasarısının ele alınmasının ve bu yolla Yargıtay’ın tartışmaların içine çekilmesinin yargıya zarar verdiği düşünülmektedir. Yargı ve Yargıtay’ın geleceğini ilgilendiren adli yargıdaki var olan sorunları artırarak kaos ortamı yaratması kaçınılmaz olan, Yargıtay’ı siyasi müdahaleye açık hâle getiren, Yargıtay’ın kurumsal bakışını yansıtmayan Adalet Bakanı ve Müsteşarının bünyesinde yer alması nedeniyle yürütme organı müdahalesi bile artık yeterli görülmeyerek yasama müdahalesiyle Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun anayasal görevlerine kısıtlama getiren, hukuksal olarak izah edilemeyecek böyle bir tasarıya meslek örgütü olarak YARSAV hayır demektedir. Yargıtay Yasa Tasarısı geri çekilmelidir.” ‘Alkışlar)


Bunu Türkiye’nin hâkimleri ve savcıları söylüyor değerli arkadaşlarım. Bunu hep beraber söylemeliyiz, hep birlikte söylemeliyiz. Bu onların konusu değil, bu hâkimlerin, savcıların konusu değil, Türkiye’deki 70 milyonun konusu, hepimizin adalet karşısındaki konumumuzu nasıl etkileyeceği açıkça görülen bir olumsuz girişim karşısında hep birlikte tavır takınmalıyız. Bir işgal zihniyeti ortaya çıkmaya başlamıştır. Bağımsız bir güç olarak yargıyı kontrol altına almaya, yargıyı belirleyecek en kritik noktayı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunu, hâkim atamalarını, yani Yargıtay’a üye seçimini yönlendirecek olan kuruluşun nasıl, hangi siyasi hesaplarla daha şimdiden ele geçirilmek istendiğini mesleğin içinden birileri söylüyor. Duyan varsa, biz duyuyoruz, hâkimlerimizi, savcılarımızı kutluyoruz, onlarla dayanışma içindeyiz, birlikte bunu önleyeceğiz. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bakın bu işgal harekâtı devam ediyor. İşgal harekâtının yeni bir örneği, Kamu İhale Kurumu Yasa tasarısı, yeni yasalar geliyor. Bunların hepsi hazırlanan geleceğe yönelik, Türkiye’nin yapısını, dokusunu değiştirmeye yönelik hazırlanan girişimler. Bakınız bir Ali Dibo işi vardı, biliyorsunuz. AKP’liler hâlâ devam ediyor, her yerde yürüyor. AKP’liler, yerel yönetim düzeyinde Ali Dibo, yukarıda da Ofer tezgâhı. Yukarıda bakanlar, başbakanlar devrede, aşağıda da il başkanları, ilçe başkanları, belediye meclis üyeleri, belediye başkanları, il ve ilçe kadın kolları yöneticileri bunlar Ali Dibo işi götürüyor. Bu tartışıldı, AKP’li bir milletvekili “bu olmaz” diye isyan etti. Vay, sen nasıl bunu söylersin diye adamı partiden attılar. Adamın derdi, bunu önleyin, işte belgeler dedi, dosya dosya belgeleri getirdi. Bu reddedildi ve adam partiden atıldı. Bir süre sonra Türkiye’de ihale kurumu bu konuya, şikâyet üzerine, el koydu ve Ali Dibo uygulamasının resmen teyit edildiğini Türkiye İhale Kurumunun kararıyla gördük. İhale Kurumu dedi ki, Resmi Gazetede kararını yayımladı “Hatay’daki, sadece Hatay’daki ihalelerden 67’sini inceledim, bunun 43’ünün mevzuata aykırı olduğunu tespit ettim.” 67 ihalenin 43’ü ile ilgili İhale Kurumu karar aldı. Şimdi, bunun gereğini yapmak lazım değil mi? Evet, onlar da gereğini yapıyorlar. Gereği nedir? Gereği, getirin bakalım şu mevzuata aykırı olan 47 dosyayı, kim yapmış, niçin yapmış bunun hesabını soralım olmalı diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bunun gereği, kim oluyor bu İhale Kurumu, bu kararı nasıl alıyor? Elimizde Parlamentoda çoğunluğumuz var, hemen yasayı değiştirelim, bunların haddini bildirelim, bir daha karşımıza çıkamaz hâle İhale Kurumunu getirelim diyorlar ve bu karardan sonra şimdi getirilen yasaya dikkatinizi çekiyorum. Şimdi, ne olacak yeni Kamu İhale Kurumu Yasa kabul edilirse? İhale iptali kararı alamayacak, şimdi ihale iptali kararı da alabiliyor, bu kararı alamayacak, sana ne diyor. Bu ne? Kamu İhale Kurumu var olmaya devam edecek, çünkü onu bizden istiyorlar, o da var diyecek, ama iptal kararı alamayacak. Ali Dibo türündeki işlere bakamayacak. Ali Dibo işi artık yasak İhale Kurumuna. Kamu İhale Kurumu önüne getirilen her iddia ile şimdi harekete geçip inceleme yapabiliyordu, bir daha öyle inceleme iddia ile dosya ile ihbarla inceleme yapmak mümkün olmaktan çıkacak. Sayıştay ve Danıştay’dan üyeler vardı ve üyeleri hâkim statüsünde oluyordu, ciddi insanlardı, şimdi bu kaldırılıyor ve hâkim statüsünde olması gerekmiyor, ama hukuk mezunu olsun yeter deniyor, hukuk mezunları arasından uygun gördüklerini İhale Kurumuna tayin edebilecekler. Kurulun üyeleri 10 kişiden oluşuyor. Bunun 8 üyesinin görev süresi 16 Nisanda doluyor. Ne olması gerekir? Usule göre, 16 Nisanda yine üyenin seçilmesi gerekir değil mi? Hayır. Önce şu Cumhurbaşkanlığı işini ayarlayalım, ondan sonra bunu yaparız düşüncesiyle getirilen kanun geçici madde koyuyor, ne kadar üye kalırsa o üyeyle seçim yapılmaz, bir süre devam eder diyor, yeni Cumhurbaşkanı gelinceye kadar. Ne kadar üye kalıyor? 2 tane üye kalıyor. 2 üyeyle Kamu İhale Kurumu göreve devam edecek.


Değerli arkadaşlarım, bunda samimiyet var mı? Bunda hukuk saygısı, demokrasi anlayışı, bunda vatan sevgisi var mı? Bunda gerçeği araştırma, yolsuzluklarla mücadele etme, Türkiye’de ihalelerin usulüne göre en doğru şekilde işlemesini sağlama niyeti var mı Allah aşkına? (Alkışlar) Manzara bu. Ayrıca, bir temel değişiklikle, şimdi siyasi partilerle ilişkisi olamıyordu üyelerin, “ne sakıncası var, bizim arkadaşlarımızın günahı ne onlar da olsun” diyorlar. Yeni getirilen yasayla, doğrudan AKP’lilerin de İhale Kurumunda yer tutması kapısı açılıyor, sağlanıyor.


Değerli arkadaşlarım, manzara budur. Bunu bilginize, takdirinize, sorumluluk duygunuza emanet ediyor. Bunlardan bir tanesi Türkiye’de kıyametin koparılması için yeter. Türkiye’de şimdi kıyamet kopmuyorsa, kıyamet koparılmasını gerektiren şartlar yaşanmıyor zannetmeyin, sadece kıyamet kopamıyor Türkiye’de. İnşallah, sandıkta o kıyameti hep beraber koparacağız. (Alkışlar) Hep beraber sandıkta koparacağız.


Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız günlerde Türkiye’de ekonominin gidişatıyla ilgili önemli bazı gelişmeler de ortaya çıktı. Ekonomiyi hep beraber zaten sürekli izliyoruz. Bizim tezlerimiz, iddialarımız ortada. Türkiye’deki ekonomik tablonun halka, millete, üretenlere, çiftçilere, esnafa, sanayiciye, işçiye, memura yararlı olmadığını, bunların hakkının, bunların emeğinin bunların elinden başkalarının denetimine geçirildiğini ısrarla söylüyoruz, ısrarla anlatıyoruz. Bakın bir son gelişme, bundan sonrasıyla ilgili olarak hükümetin anlayışını ortaya koyması bakımından büyük önem taşıyor. 19 Şubatta bu hükümet bir borçlanma girişimi yaptı. Bu borçlanma girişimi yüzde 10,25 reel faizli, yani yüzde 10,25 faizli değil, yüzde 10,25 reel faizli, dünyanın en yüksek faizidir. Şu anda dünyadaki en yüksek faizdir bu. Yüzde 10,25 reel faizli, altı ayda bir ödemeli ve ana parası TÜFE’ye endeksli ve beş yıllık, bilhassa buraya dikkatinizi çekerim. Yani, Türkiye beş yıl sonra da bu kararla, bu uygulamayla diyor ki, ben 10,25 reel faiz anlayışını politikamda sürdüreceğim beş yıl sonra da.


Değerli arkadaşlarım, bu Türkiye’nin geleceğiyle ilgili müthiş bir hem bağımlılığın hem de umutsuzluğun ortaya çıkmasıdır. Yani, Türkiye 10,25 reel faizi ödemeye devam edemez, etmemeli. Ben ederim diyor ve şimdi, Türkiye’nin geleceğini de ipotek altına alan böyle bir kararın altına imza atıyor. Bakın bunun anlamını değerlendirmeye yardımcı olabilir belki, size yaşadığımız bu son dönemden ortaya çıkan bir iki gözlemi yansıtacağım.


Değerli arkadaşlarım, düşünün, AKP iktidara geldi 2002’nin Kasımında, Aralığında, 2003’ün başında, 2003’ün ocağında, şubatında. Dışarıdan birisi geldi 1 000 doları var, 1 000 dolarını o günkü kurdan Türk lirasına çevirdi. Elde ettiği parayı borsaya götürdü demiyorum, devlete borç verdi demiyorum, bir iş kurdu, yatırım yaptı demiyorum, yastığının altına koydu, dikkatinizi çekerim, 2003 başında 1 000 dolarını Türk lirasına çevirdi ve yastığın altına koydu bir yabancı, AKP’nin yönetiminde Türkiye 2007 yılına geldi, dört tam yıl tamamlandı, dört yıl geçildi, şimdi bugün, o Türk lirasını götürse Merkez Bankasına bugünkü kurdan dolara çevirse, hiçbir risk almamış, hiçbir şey yapmamış, getirdiği 1 000 dolar 1 214 dolar oluyor. Yastık altı para, AKP döneminde 1 000 dolardan 1 214 dolara çıktı değerli arkadaşlarım. Faizsiz, bankadan faiz yok, bankaya yatırmadı, hisse senedi almadı, borsada oynamadı, yatırım yapmadı, hiçbir iş yapmadı. 1 000 doları getirdi çevirdi, yastığın altına koydu, dört buçuk yıl sonra çıktı, çevirdi AKP iktidarının gitmek üzere olduğu bu dönemde çevirdi, bir baktı ki 1 000 doları olmuş 1 214 dolar.


Değerli arkadaşlarım, bu 1 214 dolar, dünyada bankaya vermiş olsa ona verilmez. 1 000 dolara bu süre içinde 1 214 olma şansını bankalar bile vermez. Türkiye’de yastık altı vaziyette bu oluyor. Şimdi, Türkiye’deki durumu anlamanıza yardımcı olacak bir temel olay bu. Bu, Türkiye’ye gelen yabancı paranın nasıl bir kazanç cennetine geldiğini, nasıl müthiş bir dünyanın hiçbir ülkesinde görülmeyecek bir büyük kazancın kapısının ona açıldığını gösteren bir olay. Ama, bunun yanı sıra şunu da düşünün: Diyelim ki, 2003 yılında o 1 000 doları bozdurdu, ne kadara bozdurdu? O 1 000 dolar 2003 yılında 1 milyar 654 milyon TL oldu. O zaman 2003 yılında açlık sınırı ne idi Türkiye’de? 400 milyondu. Yoksulluk sınırı ne idi? 1 milyar 220 milyondu, yani o 1 000 dolarla pekâlâ 2003 yılında, o 1 000 doların karşılığı olan Türk lirasıyla o insan, yoksulluk sınırının üzerinde bir gelir elde edebiliyordu. Şimdi, bugün o 1 000 doların karşılığıyla biz hangi noktadayız, ona da bakmak lazım, Türk halkının geçim durumu bu süreçte nasıl etkilendi? Doların nasıl etkilendiğini gördük, halkın geçim durumu nasıl etkilendi? Oraya baktığımız zaman tablo şu? 2007 yılında bizim şu andaki açlık sınırımız 618 milyon, 400 milyon 618 milyon olmuş, 1 milyar 220 milyon da 2 milyar 12 milyon olmuş, 2 milyar olmuş. Şu anda 1 000 dolar ne getiriyor? 1 milyar 390 milyon getiriyor. 1 milyar 390 milyonla Türkiye’nin şu andaki 2 milyar olan yoksulluk sınırının altındasın. Türkiye’deki rakamlar, iktidarın koyduğu, çizdiği resimle halkın gerçeği arasındaki farkı kavramak istiyorsanız işte bu mukayeseye bakınız. İşin esası burada. Dolara dayalı olarak her şeyi şişirmek mümkün, şişiyor, ama gerçek yaşam düzeyini ölçen, enflasyonun etkisini bertaraf eden bir hesap yaptığınız zaman tablo ortada. Dolar kazanıyor, durduğu yerden kazanıyor, borca dönüşürse kat kat kazanıyor, ama Türkiye’de işler yoluna girmiyor. Çiftçi şikâyetçi olmaya devam ediyor, gençler iş bulamaz olmaya, işsizlik fevkalade yüksek düzeyde olmaya devam ediyor, sanayi rekabet kabiliyetini kaybediyor, Türkiye’de dış ticaret açığı patlıyor, cari açık rekor kırıyor, reel faiz rekor kırıyor, Türkiye dışarıya kanıyor, kanıyor kanıyor, içeride yapay bir şişkinlik kendisini gösteriyor, ama işsizlik ortada, ihracatın ithalatı karşılama oranı ciddi şekilde düşüyor, esnaf dükkanını kapatıyor, ekonomi sıkışık, piyasa bunalımda. Gidin Kapalıçarşı’ya, Mısır Çarşısı’na, Tahtakale’ye kan ağlıyor esnaf; Ankara’nın sanayi merkezlerini dolaşın, kan ağlıyor sanayici, esnaf, ama birileri çıkıp bize anlatıyor, anlatıyor… Anlatılan Türkiye’nin penceresinden görülen manzara değildir, anlatılan yabancı sermayenin penceresinden görülen Türkiye’dir. (Alkışlar) Emeğin, üretimin, çalışmanın, Anadolu’nun, halkın penceresi farklı, onların penceresi farklı; onların penceresinden bu manzara görülüyor ve bunu herkesin kendi sorununun unutulması için gerekçe yapması isteniyor ve Türkiye böyle bir tutarsızlığın içine çekiliyor. Bunun sonucu nedir? Bunun sonucu, Türkiye en pahalı benzinin kullanıldığı yerdir, en pahalı mazotun kullanıldığı yerdir, dünyada en pahalı mazotun, en pahalı elektriğin tüketildiği, kullanıldığı yerdir, en yüksek faizin ödendiği yerdir ve Türkiye’de elde avuçta ne varsa hepsinin satılmış olmasına rağmen Türkiye’de en ağır verginin ve dolaylı vergiler konusunda dünya çapında bir rekorun kırıldığı bir yerdir. İhracatın ithalatı karşılayamadığı, cari açığın patladığı, tarımın perişan olduğu, esnafın komaya girdiği bir ülke hâline Türkiye bu nedenle gelmiştir. Kayıt dışı ekonomi almış başını gidiyor, ama buna karşılık bir milyon kişi aç, 18 milyon kişi yoksul Türkiye’de ve zengin daha zengin, fakir daha fakir, böyle bir manzara. İşte bunun altında yatan politika budur değerli arkadaşlarım. Yıllardan beri bu politikayı izlediler, bu politikayla Türkiye bugün geldiği bu noktaya sürüklendi.


Değerli arkadaşlarım, bizim bu manzara karşısında yapmamız gereken çok açıktır. Biz ısrarla söylüyoruz. Bakın bir Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, bu konuda çok temel bir anlayış değişikliği içine gireceğimizi ilan ediyoruz. Türkiye ekonomisi bir rant ekonomisi olmaktan çıkarılacaktır, haksız kazanç ekonomisi olmaktan çıkarılacaktır. Bir faiz ekonomisi olmaktan Türkiye çıkarılacaktır. Bir üretim ekonomisi hâline Türkiye dönüştürülecektir. (Alkışlar) İşin esası budur değerli arkadaşlarım. Üretim, üretim, üretim, üretim… Türkiye’yi kurtuluşa götürecek olan budur. Daha çok üretim, daha ucuz üretim, daha kaliteli üretim. (Alkışlar) Türkiye için üretim, dünya için üretim. Türkiye’nin amacı, dünyanın ürettiğini tüketmek değil, Türkiye’nin amacı Türkiye’nin ürettiğini dünyaya tükettirebilmek, bu olmalıdır. (Alkışlar)


Bu zihniyet değişikliği sağlanmalıdır. Bu çok temel bir noktadır. Bu bir kalkınma politikasının ortaya konulmasını, bir sanayileşme politikasının ortaya konulmasını zorunlu kılmaktadır. Bugünkü politikayla bir yere varılmaz. Bugünkü politikanın bizi getireceği yer daha büyük borç, daha yüksek faiz ve Türkiye’nin ekonomik bakımdan elindekinin avucundakinin başkaları tarafından kontrol edilmeye başlanması, Türkiye bir tüketim toplumu hâline dönüştürülüyor, giderek daha çok tüketmeye mecbur ediliyoruz. Neyle tüketiyoruz? Borçla tüketiyoruz. Borcu faizle alıyoruz. O borç, o faiz sırtımıza biniyor. Şimdilik bunu sıcak parayla borçlanarak, dünyadaki parasal bolluğu, likidite bolluğunu Türkiye’ye yansıtarak, nasıl yansıtarak? Yüksek faizle. Bak beş yıl sonrası için yüzde 10,25 faiz vereceğiz diye ilan ediyoruz. Bu politikaya devam edeceğim demektir o. Bununla Türkiye durumu idare ediyor. Türkiye’de kalıcı bir istikrar yok. İstikrar ne zaman olur, biliyor musunuz? 10 milyonu aşan işsiz iş bulduğu zaman Türkiye istikrara kavuşur. (Alkışlar) Türkiye’de kapanmış olan esnafın hayatından memnun olduğu yeni iş yerlerini açmayı başardığı zaman Türkiye’de istikrar olur. (Alkışlar) Türkiye’de boynu bükük çiftçinin tarlasından yüzü gülerek çıktığı, traktörünün hacze gitmediği, icra memurlarının kapısına dayanmadığı bir Türkiye’ye geldiğiniz zaman Türkiye istikrarlı olur. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bakınız size küçük bir haber: Nevşehir’de bir çiftçiye 66 tane icra geldi. Merkez İlçeye bağlı Kaymaklı beldesinde üç çocuk babası, 61 yaşındaki Mehmet Doğru’ya 66 icra tebligatı yapıldı. Değerli arkadaşlarım, bugün Nevşehir’de 10 500 çiftçinin müteselsil kefalet nedeniyle menkul, gayrimenkul ve banka hesaplarına haciz kondu. Bu, Türkiye’de tarımın bir yüzü. Bir başka yüzü ne? Ziraat Bankası rekor kâr etti. Ziraat Bankası 1,2 katrilyon kâr etti. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu? Çiftçi batıyor, Ziraat Bankası kâr ediyor. Olmaz değerli arkadaşlarım, olmaz. (Alkışlar) Türkiye’de Ziraat Bankası kâr ettiği zaman istikrar var, çiftçi batarsa batsın, yok böyle bir şey. Sosyal istikrar istiyoruz, sosyal, finansal değil, sosyal istikrar, gerçek istikrar, halkın istikrarı, çiftçinin istikrarını istiyoruz. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin manzarası bu, AKP Grup toplantısında bir erken bayram kutlaması yapıldığını görüyoruz. Şenlik, düğün, şov, bir büyük mutluluk rüzgarı AKP Grubunda kendisini gösteriyor. Oraya bakınca insan, ya bu memlekette 10 milyon işsiz yok mu acaba diye sorma ihtiyacını hissediyor. 10 milyon işsiz yok mu bu memlekette, sen neyin bayramını yapıyorsun Allah aşkına, neyin bayramını yapıyorsun, şu milletin hâline bir baksana. (Alkışlar) Şu milletin hâline baksana, şu çiftçinin hâline baksana. Dünyanın en pahalı mazotunu tükettirdiğin, en pahalı benzinini tükettirdiğin vatandaşın hâline, çiftçinin hâline bir baksana.


Değerli arkadaşlarım,Türkiye’de yeni bir dengenin kurulmasına ihtiyaç var, Türkiye’nin ölçülerinin yeniden belirlenmesine ihtiyaç var. Değerli arkadaşlarım, Türkiye kalkınmak zorundadır, sanayileşmek zorundadır. Başbakan diyor ki: “Biz değişimi temsil ediyoruz, onlar statükoyu temsil ediyor.” Değerli arkadaşlarım, değişimi bu millet yaşadı. Bu millet gerçek değişimin ne olduğunu yaşadı ve gördü.


Evet, Ödemiş’te icralık olmayan kişi kalmamış. Arkadaşlarım, bunu bildiriyorlar.Türkiye’nin her yerindeki manzara bu.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye çok köklü dünya çapında bir değişimi yaşadı. Türkiye, vatandaşımızın teba olmaktan vatandaş hâline geldiği, Türkiye’de çağdaş hukukun egemen olduğu, devletin milletin devleti hâline dönüştüğü, kadın – erkek eşitliğinin gerçekleştirildiği, Türkiye’nin bir imparatorluk düzeninden bir ulus devlet hâline dönüşüp çok partili rejime doğru yöneldiği, milletin saygınlık kazandığı çok köklü, çok önemli bir değişimi yaşadı. Şimdi, bizim bu değişimin üzerine Türkiye’yi dünyanın en borçlu ülkesi hâline değil, ayakları üzerinde sağlam duran, refah düzeyi en yukarıya çıkmış ülke hâline ülkemizi dönüştürmemiz lazım. Bunların getirdiği değişim, tek kuruş borcu olmayan Türkiye’yi borçlu ülke hâline getirme değişimidir. Bunların getirdiği değişim, Türkiye’yi çağdaş uygarlıktan Orta Doğu Arap uygarlığına doğru döndürme değişimidir. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bunlardan Türkiye’nin ders almaya ihtiyacı yok. Bunlara hak ettiği dersi milletimiz verecektir. Bunlar Türkiye’de o büyük değişimler yaşanırken o değişimlere direnenlerin, o değişimleri engellemeye çalışanların rüyasını görmeye devam eden insanlardır. (Alkışlar) Bugün Türkiye, bu büyük köklü dönüşümü yaşadıysa, bu değişim onlara rağmen olmuştur. Bunlar geldiler, dört yıl sonra geldiğimiz manzaraya bakınız. Türkiye’nin AB defteri kapandı. AB ile ilgili en onurlu, en iddialı işbirliği zemininin oluştuğu bir sırada bunlara görev verildi, bugün dört yıl sonra AB işi tıkanmıştır. Bunlara sıfır terörlü bir Türkiye teslim edildi, şimdi Türkiye Orta Doğu’dan Türkiye’ye yönelik meydan okumaların dinlendiği, Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne açıktan meydan okunan bir ülke hâline bunların yönetiminde gelmiştir. Değişim bu ise eksik olsun o değişim, o değişimleri de alsınlar ve çekip gitsinler. (Alkışlar) Bunların getirdiği değişim, 150 milyar dolar ek borç yapılan bir ekonomi politikasının değişimidir. Yolsuzlukların Ofer’leriyle Ali Dibo’larıyla bütün ülkeye yayıldığı bir değişimdir. Bunları hepimiz çok iyi biliyoruz ve Türkiye bunlarla ilgili kararını önümüzdeki dönemde alacaktır.


Değerli arkadaşlarım, bugün geldiğimiz noktada gerçekten Türkiye çok temel tartışmaların içine çekilmektedir. Türkiye’nin ulusal egemenliğinin, ulusal bütünlüğünün, toprak bütünlüğünün gizli gizliye de değil artık, aleni tartışmaya açıldığı bir döneme geliyoruz. Bunların döneminde geliyoruz, bunların yönetiminde geliyoruz, bunların gözetiminde geliyoruz, bunların himayesinde geliyoruz. Bütün Türkiye bunun farkındadır.


Değerli arkadaşlarım, bakınız geçen gün Başbakan, birden bir parlama içine girdi ve bir değerli gazetecimizi “vatana ihanet” suçlamasıyla suçladı. Ne yapmış bu gazeteci? Bu gazeteci, Milli Güvenlik Kurulu toplantısından önce Milli Güvenlik Kurulu toplantısına katılan resmî yetkililerin kamuoyu önünde yaptıkları açıklamalar doğrultusunda Türkiye’nin Irak sınırının güneyinde bir büyük PKK yerleşmesi olduğunu, bu konunun Milli Güvenlik Kurulunun gündemine getirileceğini, bu konudaki belgelerin, fotoğrafların, filmlerin Milli Güvenlik Kurulunda gösterileceğini söylemiş.


Bunun ifade edilmesinin hangi mantıkla, hangi duyguyla “vatana ihanet suçu” oluşturabileceğini anlamak benim için mümkün değildir. Yani diyor ki, Türkiye’nin güneyinde bir PKK yuvalanması, bir PKK tehdidi vardır. Milli Güvenlik Kurulu da bu tehdidi bütün verileriyle, bilgileriyle inceleyecektir, değerlendirecektir. Bu konuda eldeki bilgiler, bilgiler Milli Güvenlik Kurulunda gündeme gelecektir. Türkiye’nin güneyinde bir PKK yuvalanması vardır. Bu yuvalanmayı tespit etmişlerdir yetkililer ve bunu orada konuşacaklardır deniliyor. Bu hangi anlayış, hangi vatan tarifi içinde, hangi vatanseverlik duygusu içinde bir vatan ihaneti olabilir? Türkiye’nin güneyinde PKK yuvalanması olduğu gerçek değil mi? Bunu Türkiye’nin MKK’na katılan resmî yetkililerinin kamuoyunda ilan ettiği gerçek değil mi? Bir Milli Güvenlik Kurulu toplantısında bunun konuşulması dünyanın en doğal işi değil mi? Bu konuşmaya bilgi, resim ve fotoğrafın, filmin katılacağının söylenmesi olayı nasıl etkiliyor, nasıl çarpıtıyor, nasıl bir ihanet oluşturuyor bunu anlamak mümkün değildir ve bir Başbakan böyle bir tespitin yapılmasından niçin rahatsız oluyor? Başbakan neden rahatsızdır? Şikâyetinin hedefi nedir? Güney sınırlarımızda, Irak sınırında bir PKK yuvalanması olduğunun ifade edilmesi Başbakanı niye rahatsız ediyor? Niye bundan tedirgin Başbakan? Bunun söylenmesinden niye tedirgin? Bu gerçekdışıysa, gerçekdışı olduğunu söyleyin, bu gerçekse, bu gerçeğin söylenmesi Başbakanı, Türkiye Cumhuriyetini Başbakanını niye rahatsız ediyor? Yani sınırın güneyinde PKK var deniyor. Bunun söylenmesine niye bozuluyorsun bu kadar? Var… Var… Var olduğunu da iyi ki, Türkiye’de tespit eden bazı yetkililer de var. (Alkışlar) Sen bunun söylenmesinden bile rahatsızsın. Birileri tespit etmiş, kamuoyu önünde de söylemiş, orada da herhalde söyleyecek, bırak söylesin. Hayır, söylemesin mi diyorsun? Var olanı görmeyelim mi, örtbas mı edelim? Niye rahatsızsın sen? Yani PKK varlığının güney sınırımızda bulunmasının ifade edilmesinden niye rahatsızsın? Bu niye vatana ihanet suçu oluyor? Bunu söyleyen insan saygın bir gazeteci, değerli bir gazeteci, mesleğinin gereğini yapmış, tespit ettiği, elde ettiği bir bilgiyi kamuoyunu ferahlatıyor, onu duyunca hepimiz diyoruz ki, oh be, Türkiye’de demek bunun farkında olan yöneticiler de varmış, helal olsun, takip etsinler diyoruz, rahatlıyoruz, sen niye rahatlamıyorsun sen? (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bakınız olayın bir başka boyutu da, bu vatana ihanet sözüyle ilgili. Yani bu vatana ihanet sözü bu kadar kolay telaffuz edilmemesi gereken bir söz. Hele bu söz, herkesin ağzına da tam yakışmaz. (Alkışlar) Yani herkes çok kolayca bunu söyleyemez, hele bazılarının bu sözü hatırlatması çok tahrik edici oluyor. Yani, çok yanlış yaptı Başbakan. Vatana ihanet, kimmiş vatana ihanet eden? Fikret Bila. Hadi canım sende, sen kendine bak, kendine. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bakınız son zamanlarda çok ciddi tartışmalar gelişiyor. Bunu hepimizin soğukkanlı bir şekilde değerlendirmesi lazım. Son dönemde ortaya çıkan birkaç ana konu var. Bunların en önemlisi, Irak’ta yaşanan parçalanma ve o parçalanmanın bir sonucu olarak Türkiye’nin terör tehdidinin yükselmesi.


Değerli arkadaşlarım, biz, hiçbir ülkenin parçalanmasından mutluluk duymayız. Irak’ın parçalanmasından da büyük acı duyuyoruz. Bu parçalanmanın ne kadar ağır bir maliyet yarattığı ortadadır. Yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği ortadadır. Bu acı bir tablodur. Bu, hiçbir şekilde onaylanacak, arzu edilecek bir manzara değildir. O tablonun civardaki başka ülkelere yansıtılması olasılığı sorumlu herkesi ilgilendirmelidir. Hepimiz bu duygu, bu dikkat içinde bizim vatanımıza acaba bu tablo yansır mı, yansımaz mı telaşı içindeyiz. Herkese saygımız var, ama Türkiye’nin de güvenliğini, barışını, ulusal bütünlüğünü sahiplenmek ve sürdürmek istiyoruz.


Değerli arkadaşlarım, bakınız bu ortamda yavaş yavaş Türkiye, Irak’taki tablonun doğal olduğu anlayışı içine çekilmek isteniyor. Irak’taki manzaranın Türkiye’de içimize sindirilmesini sağlamak istiyorlar. Değerli arkadaşlarım, bu çerçevede üstünde durulması gereken bir iki nokta var. Her ülke tabii, birbiriyle kendi yararları doğrultusunda müzakereler yapar, görüşmeler yapar, temaslar yapar, ama bazı konuların müzakere konusu olmamasına özen göstermek gerekir. Müzakere konusu olabilecek konular vardır, müzakere konusu olmaması gereken konular vardır. Mesela, PKK’yı bir komşu ülkenin desteklemesi müzakere konusu yapılacak bir iş değildir. Bunu eğer müzakere konusu olarak kabul ederseniz, PKK’ya yönelik bir komşu ülkenin verdiği desteği müzakere edilebilir, konuşulabilir, uzlaşılabilir, pazarlığı yapılabilir bir konu olarak kabul ederseniz başınız hiçbir zaman dertten kurtulmaz. Çünkü, size, o konu daima bir pazarlık konusu olarak getirilir ve dayatılır. Böyle konuların pazarlığı olmaz. Ulusal egemenliğiniz, toprak bütünlüğünüz müzakere ve pazarlık konusu olmaz, olmamalıdır. (Alkışlar) Yani her şeyi konuşabiliriz derken, açıkça senin toprak bütünlüğünü, ulusal egemenliğini tartışma konusu yapmak isteyen birileriyle bunu görüşmeye, müzakere etmeye hazır olduğunu söylüyorsan, sen, hiçbir kutsalı kalmamış bir noktaya gelmişsin demektir. Egemenlik müzakere konusu olur mu? Gel, senin egemenliğini konuşalım. Barzani diyor ki, “40 milyon Kürt varız.” Bunun içine Türkiye’de yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımızı da, sizleri de dahil ediyor. Ankara’daki, İstanbul’daki, Güney Doğu Anadolu’daki, Türkiye’nin her yerindeki, bu memleketin çok sağlam, inançlı vatandaşları olarak Türkiye’ye sahip çıkan milyonlarca insanı da o hesabın içine dahil ediyor. Ne olacak şimdi? “Ben mücadele edemem burada” diyor. “Ama, burası benimdir” diyor. “Ben PKK ile burada mücadele edemem, ama sen PKK ile mücadele etmeye gelirsen seninle mücadele ederim” diyor. “PKK ile mücadele edemem, ama seninle mücadele ederim” diyor. Ne demek, değerli arkadaşlarım bunlar? Şimdi, neyi müzakere edeceğiz? Yani herkese yumuşak yumuşak güler yüz, tatlı dil ifade etmek, “Her konuyu konuşuruz, düşmanımızla da konuşuruz.” Git, İmralı’ya konuş o zaman. İsrail, niçin hâlâ Hamas’la konuşmuyor? Amerika, Bush, niye El Kaide ile konuşmuyor? Sen de otur konuş.


Değerli arkadaşlarım, bir ülkenin kendi hesabını doğru yapması lazım. Doğru hesabını yapan insanların ülkesini yönetmesi lazım. Bugün geldiğimiz noktada bu konularda tam bir kafa karışıklığının egemen olduğunu görüyoruz. Bu sadece dışarıya karşı, dışarıdaki kafası karışık olan insanlara, bizim hoşgörüyle, onları gerçeği anlatarak, kararlılıkla tutarlı bir çizgi koyarak değil, onların kafa karışıklığını doğal karşılayarak, “konuşuruz, anlatırız” havasıyla yaklaşıyoruz. O zaman içimizde de birileri çıkıyor, “Ha Diyarbakır, ha Kerkük” diyor. Bunlar hep AKP yönetiminin işbaşında bulunduğu dönemin sonuçlarıdır, ürünleridir sevgili vatandaşlarım. Bu iyi bir gidiş değildir, bu çok sakıncalı, çok tehlikeli bir gidiştir. (Alkışlar) Türkiye’nin temelleriyle oynanıyor ve bunlar karşısında kimsenin ağzını açtığı yok. Durum idare ediliyor, sözler alıştırılıyor, duygular yatıştırılıyor ve o ortam içinde yürüyelim, bakalım deniliyor.


Değerli arkadaşlarım, çok acı bir manzara. Bu manzara karşısında bizim çok ağır bir görevimiz, sorumluluğumuz var, hem bu gerçekleri anlatacağız, yaşanan gerçekleri anlatacağız, henüz yaşanmamış gerçekleri de anlatacağız, bir süre sonra karşımıza gelecek olan gerçekleri de anlatacağız, onları da yapıyoruz hem de bunları önlemek için ne yapılması gerektiğini Türkiye’de açıkça söyleyeceğiz, söyledik, söylemeye devam ediyoruz.


Değerli arkadaşlarım, bakın bir kez daha kısaca ifade edeyim. Önümüzdeki dönemde mutlaka, inşallah Türkiye’de bir iktidar değişikliği olacaktır, olmak zorundadır. (Alkışlar) Bu gidiş iyi bir gidiş değildir. Bu gidişten Türkiye’yi milletin iradesi kurtarabilir. Ancak halkımızın, milletimizin iradesiyle, kararıyla bu gidişatı önleyebiliriz. Bu gidişat değişmelidir, değişmezse çok büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalacağımız açıktır. Bunları hep beraber görüyoruz. Herkes şimdiden köşeye geçmiş hazırlıklarını yapmış, fırsat bekler hâldedir. Bunlara fırsat vermemek durumundayız. Türkiye’nin seksen yıllık birikimini sahiplenmek ve savunmak durumundayız. Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü ayakta tutmak zorundayız. Türkiye’nin kazanımlarını, cumhuriyetin kazanımlarını dimdik ayakta tutmak zorundayız. Bu, önümüzdeki seçimde halkımızın oyuyla, kararıyla gerçekleşecektir. Böyle bir noktaya geldiğimiz zaman elbette biz cumhuriyetimizi koruyacağız, onu güçlendireceğiz, ama onun ötesinde bilmenizi istiyorum, Türkiye’de yeniden bir kaynaşma, barış, dostluk ve sevgi ortamını yaratacağız. Türkiye’nin en çok buna ihtiyacı var. (Alkışlar) Türkiye’nin tekrar birbiriyle kucaklaşmasına ihtiyaç var. Türkiye çok koparıldı, çok birbirine karşıt noktalara halkımız çekildi, gereksiz, anlamsız, iktidardakilerin birtakım hesapları sonucu Türkiye’nin insanı birbiriyle çatışmalı, tartışmalı, birbirine kuşkuyla bakan bir noktaya doğru sürüklendi. Bunu değiştirmek lazımdır. Yeni bir kardeşlik ortamını Türkiye’ye tekrar egemen kılmak lazımdır. Türkiye’nin her şeyden önce kaynaşmaya ve bütünleşmeye ihtiyacı var, birbirine sevmeye ihtiyacı var. Bunu yaptığımız zaman her güçlüğün üzerinden geleceğimizden hiç kuşku duymuyorum. Türkiye bir bütün değerli arkadaşlarım; halkıyla bütün, devletiyle bütün, kurumlarıyla bütün, doğusuyla batısıyla, kuzeyiyle güneyiyle, çiftçisiyle, esnafıyla, işçisiyle hepimiz bir bütünüz, bunu anlamamız lazım. Türkiye’de kimsenin kimsenin karşısına bir peşin fikirle konuşlandırılması doğru değildir. Tam tersine hepimiz birbirimizle ortaklaşa bir paylaşım içinde olduğumuzu kavramak ve bunu ifade etmek zorundayız. O nedenle Türkiye’de bir Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında bilmenizi istiyorum, askeri siviliyle, kışlası karakoluyla, karakolu camisiyle, camisi kahvesiyle bir bütün olacaktır, kaynaşmış olacaktır. (Alkışlar) Böyle bir ulusal barış projesini elbirliğiyle yürürlüğe koyacağız. Kimse kimseye bir şey dayatmayacak, temelimiz ortada, temelimiz devletimiz, devletimizin bütün dünyaca saygıyla karşılanan ana ilkeleri, Türkiye Cumhuriyetinin temel ilkeleri, laik, demokratik bir sosyal hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti, temelimiz bu. (Alkışlar) Bu temelde hep beraber olacağız.


Temelimiz Atatürk Cumhuriyeti değerli arkadaşlarım, Atatürk cumhuriyeti, bu cumhuriyetle beraberiz. (Alkışlar) Kimseyi buna karşı kabul etmeyeceğiz. Kimseyi buna karşı bir konuma geçmesi için eğitmeyeceğiz, yönlendirmeyeceğiz, örgütlemeyeceğiz, desteklemeyeceğiz, o arayışları bertaraf edeceğiz.


Bizi bize bıraksalar, biz kendi kendimize bu işleri kararlaştıracak noktaya gelsek hiç kuşku duymuyorum, Türkiye’nin tümünün el ele vermesini biz doğal olarak gerçekleştiririz yeter ki, buna inanan bir iktidar işbaşına gelsin, Türkiye’yi birbirine düşürmeye değil. (Alkışlar) Türkiye’yi birbirine düşürmeye değil, birbirini kucaklamaya yönlendirmek inancında, anlayışında bir iktidar Türkiye’de işbaşına gelsin. Bu, inşallah önümüzdeki dönemin temel konusu olacaktır. Buna bağlı olarak hiç şüphe yok, bir Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında yeni bir ekonomi politikası yürürlüğe konulacaktır. Rant ekonomisinin yerine üretim ekonomisi devreye sokulacaktır, yatırım, üretim, ihracat, ticaret, kazanç tekrar saygın birer kavram olarak ortaya çıkacaktır. Faiz, rant, borç, Ali’nin külahı Veli’ye, bu dönem, bu ekonomi anlayışı bir kenara bırakılacaktır, Türkiye bütün dünyadaki kalkınmış ülkelerin izlediği o anlayışın içine girecektir.


Çocuklarımız bu anlayışla eğitilecektir, vatanını seven çocuklar olarak eğitilecektir. Memleketini seven, Atatürk’ünü seven, inancına sahip çıkan, milletine sevgi duyan insanlar olarak yetiştirilecektir. (Alkışlar) Türkiye’de eğitim işe ve üretime yönelik olacaktır. Türkiye’de her yıl bir milyonunun üzerinde çocuğun üniversite kapısından döndüğü çarpık bir manzaraya son verilecektir. Orta eğitimi bitiren çocuklar Türkiye’de iş ve meslek yaşamında hazırlıklı olarak yer tutabilecek durumda, nitelikte olacaklardır. Üniversite kapısından çocukları döndüren bu çarpık eğitim politikasına son vereceğiz. (Alkışlar) Gençlerimizi iş ve meslek yaşamında başarılı olacak şekilde hazırlayacağız, eğiteceğiz. Yeni bir eğitim politikası koyacağız. Bütün çocuklarımıza yurt vereceğiz, bütün çocuklarımıza burs vereceğiz. Gençlerimiz ülkemizin geleceği, ülkemizin barışı, ülkemizin istikbali gençler, onlara her şey feda olsun diyeceğiz ve gençlerimize sahip çıkacağız. (Alkışlar)


Eğitim politikamızı iş dünyasıyla birlikte şekillendireceğiz. KOBİ’lerimizle birlikte, odalarımızla birlikte, iş ve meslek yaşamımızla birlikte eğitim politikasını şekillendireceğiz. Kitabi eğitim, masa başı eğitim, nazari eğitim, öğretmensiz eğitim bunların tümü bitecek. Eğitimin bel kemiği öğretmen olacak. Öğretmen, eğittiği çocuğu topluma hazırlayacak. (Alkışlar) Toplumun içinde yer tutacak çocuk. Bunu mümkün kılacak her türlü değişimi gerçekleştireceğiz.


Değerli arkadaşlarım, bir Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, hiç kuşku yok, her alanda, tarım alanında, turizm alanında hazırladığımız projeler doğrultusunda yepyeni atılımlar yapılacaktır. Tarım atılımı, turizm atılımı, sosyal güvenlik atılımı hepsi bir arada yeniden planlanacaktır.


Değerli arkadaşlarım, yani bakınız, Türkiye’de son zamanlarda izlenen politikanın yarattığı sonuçlar, artık herkesin gördüğü bir durum ortaya koyuyor, açıkça her şey anlaşılıyor. Türkiye’de yoksul üreten bir ekonomi politikası var. Yoksul insan üreten, işsiz üreten bir ekonomi politikası var ve bu politika karşısında da şimdi belediyelerin, partililerin özel destekleriyle, yoksulluğun acılarının hafifletilmeye çalışıldığı bir tablo var. Bunun nasıl bir manzara yarattığı hepimiz tarafından çok iyi biliniyor.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de devlet artık sosyal bir devlet olacaktır, sosyal devlet. Sosyal devlet, Anayasamızda yazılı, ama ne yazık ki, artık o, sadece Anayasamızda kalmıştır. Türkiye’nin sosyal devlet niteliği ortaya konulacaktır. Yardıma ihtiyacı olanlara açıkça, devletin bir görevi, vatandaşın da bir hakkı olarak gerekli destek kurumsal çerçeve içinde verilecektir. Hiç kuşku yok, önümüzdeki dönemde bir sosyal demokrat Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında, yoksul da, işsiz de, kimsesiz de, engelli de sahipsiz olmayacaktır, hepsine açıkça sahip çıkan bir ekonomi politikasını ortaya koyacağız. (Alkışlar) Bakınız dün, basında ilgi çekici bir haber vardı. Erzurum’da bir AKP’li belediye meclis üyesi, bir eve telefon edip yiyecek götürmek üzere gitmiş, önce gitmiş bulamamış, arkasından telefonla temas kurmuş ve orada, vay, sen buraya nasıl gelirsin gelmezsin kavgaları, şantajlar, fotoğraflar, saldırganlıklar yaşanmış.


Değerli arkadaşlarım, ciddi bir toplumda böyle bir şey olabilir mi? Bir belediye meclis üyesinin, bir muhtaç vatandaşın hakkı olan desteği verilmesi işinde ne yeri var Allah aşkına? Bir belediye meclis üyesinin, vatandaşa, elinde torbayla, poşetle yiyecek taşımasının anlamı ne? Bunun bu tip tartışmalara yol açmasından daha doğal ne var? Başbakan diyor ki: “Onu sen götür, kendin götür.” Başbakanın talimatını uyguluyor. Başbakanın talimatı o, “Sen kendin götür” diyor. Götürülen ne? Kimin parası? Devletin parası, milletin parası. Kimin cebinden götürülüyor? Devletin cebinden, milletin cebinden. Ama, kim götürüyor? AKP’li belediye meclis üyesi götürsün. Böyle bir şey olur mu,değerli arkadaşlarım? Eğer, devletimizin bir vatandaşımıza yardımcı olmak görevi varsa ki vardır, olacaktır. Bundan sonra daha da kapsamlı, daha da yaygın bir şekilde bu ihtiyaca cevap verilecektir, ama bunu Ahmet Mehmet, Hasan, Hüseyin, AKP belediye falan değil, doğrudan doğruya devletin kurumları yapacaktır, devletin organları yapacaktır. (Alkışlar) Bunu önümüzdeki dönem için bir temel anlayış olarak ifade etmek istiyorum. Türkiye’de devletin sosyal niteliği bir Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında mutlaka belirgin bir şekilde ortaya konulacaktır. Bunun projelerini önümüzdeki dönemde yayınlayacağız.


Nasıl aile yardımı yapılacak, muhtaç olan aileler nasıl tespit edilecek, o ailelerin her birisine nasıl doğrudan nakit yardımlar yapılacak, bunların üzerinde arkadaşlarımız çalışıyor. Dünyada örnekleri var, bunu hep beraber uygulayacağız. Yardım yapılacaksa, doğru dürüst yapılacak. Vatandaşa sadaka verir gibi değil, onun muhtaç olduğu sosyal dayanışmanın gereği olarak ona bu destek verilecek. Kimsenin lütfu olarak değil, karşılığında da hiçbir siyasi partinin destek talep etme hakkı olmaksızın verilecek. (Alkışlar) Bu, kendilerine kömür, poşetle yiyecek verilen vatandaşlarıma yönelik olarak söylüyorum, bunlar size verildiği zaman hiç tereddüt etmeyin alın, hiç tereddüt etmeyin ne verirlerse alın, para verirlerse parayı alın, yiyecek verirlerse yiyeceği alın, kömür verirlerse kömürü alın, o sizin ananızın ak sütü gibi helal bir sizin hakkınızdır, alın onu. (Alkışlar)


Acaba, bunu alırsam yanlış bir iş yapmış olur muyum? Başkasının hakkını almış olur muyum gibi bir duyguya kesin girmeyin. Hayır, o sizin hakkınızdır, vatandaş olarak hakkınızdır, sosyal bir devletiz, devletin size yardımcı olması lazım, elbette size verilecektir, alınız, yiyiniz, içiniz, helal olsun, ananızın ak sütü gibi helal olsun size. (Alkışlar) Ama, onu alınız, fakat sakın ha, sakın ha, onu verdiler diye onu verenlere oy vermeyiniz. (Alkışlar) Çünkü, oy, sizin namusunuzdur, oy sizin şerefinizdir, oy sizin onurunuzdur, oy sizin ırzınızdır, ırzınız, koruyun onu. (Alkışlar) Aklınız fikriniz kime yatarsa, gönlünüz kimi gösterirse gidin ona oy verin. Canım, bunlar oy verdi, bunların yaptıklarını, yediği naneleri biliyorum, bunlara da oy vermek içimden gelmiyor, acaba onlara oy vermezsem yanlış bir iş yapmış olur muyum diye düşünüyorsanız, hayır, hiç yanlış olmaz, en doğrusu olur, en doğrusu, en hakkaniyeti olur, en uygunu olur. Sakın ha, size yardım verdiler diye, poşet getirdiler diye bu insanlara oy vermeyin. Onlara inanıyorsanız oy verin, o ayrı bir iş, ama poşet getirdiler diye vermeyin. Vicdanınızı dinleyin, aklınızı, mantığınızı dinleyin. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu konuları da rayına oturtacağız ve bir Cumhuriyet Halk Partisi İktidarında, çok açıkça tekrar hatırlatmak istiyorum, milletvekili dokunulmazlığını kaldıracağız. (Alkışlar) Türkiye’yi, siyasetçilerin üstün imtiyazlı bir konumda olduğu, hesap vermediği, yapanın yanına yaptığının kâr kaldığı bir ülke konumundan mutlaka çıkaracağız. Milletvekilleri de sıradan vatandaş olacaktır, her türlü hukuksuzluğun hesabını onlar da verecektir. Bir Cumhuriyet Halk Partisi iktidarında imtiyaz kalkacaktır, eşitsizlik kalkacaktır, hukuksuzluk kalkacaktır.


Hepinize teşekkür ediyorum, sevgiler, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)

Wednesday, February 21, 2007

PM calls for tougher sanctions against Iran over nuclear program


Prime Minister Ehud Olmert urged the international community to increase its pressure on Iran Wednesday as a deadline for Tehran to halt its uranium enrichment activities ran out.

The UN Security Council had given Iran until Wednesday to freeze enrichment, a process that can be used to produce nuclear weapons. Officials at the UN nuclear watchdog agency were putting the finishing touches on a report expected to say that Iran has expanded its enrichment efforts instead of freezing them.

The council imposed limited sanctions on Iran in December.

Today is the last day that was designated by the international community and by UN Security Council Resolution 1737, Olmert told a gathering of foreign journalists. Therefore the international community will have to think of additional measures.

In Iran, President Mahmoud Ahmadinejad pledged to push ahead with his country's nuclear program and said his people would not bow to Western intimidation.

Iran says its nuclear program is for peaceful purposes. But Israel, the U.S. and other Western countries say the program is intended to produce nuclear weapons for hostile purposes. Those fears have been compounded in Israel by Ahmadinejad's repeated calls for Israel to be wiped off the map.

Israel is widely believed to have nuclear weapons of its own, but has never officially confirmed that it does.

Its leaders have called for international action to prevent Iran from acquiring nuclear weapons. Olmert has said the international effort should be through diplomatic means, but Israel has not ruled out military action.

There has been speculation about the possibility that Israel might send its air force to bomb Iranian nuclear installations, as it did in 1981, when Israel destroyed the Iraqi nuclear reactor in an airstrike.

Most experts, however, believe that would not be extremely difficult against Iran, which has spread its nuclear facilities around the country, hiding many of the installations underground.

By The Associated Press

President Bush's Plan For Comprehensive Immigration Reform


During his State of the Union Address, President Bush Called On Congress To Pass Comprehensive Immigration Reform. The President believes that America can simultaneously be a lawful, economically dynamic, and welcoming society. We must address the problem of illegal immigration and deliver a system that is secure, productive, orderly, and fair. The President calls on Congress to pass comprehensive immigration reform that will secure our borders, enhance interior and worksite enforcement, create a temporary worker program, resolve – without animosity and without amnesty – the status of illegal immigrants already here, and promote assimilation into our society. All elements of this problem must be addressed together – or none of them will be solved.

1. The United States Must Secure Its Borders

Border Security Is The Basic Responsibility Of A Sovereign Nation And An Urgent Requirement Of Our National Security. We have more than doubled border security funding from $4.6 billion in FY 2001 to $10.4 billion in FY 2007. We will have also increased the number of Border Patrol agents by 63 percent – from just over 9,000 agents at the beginning of this Administration to nearly 15,000 at the end of 2007. We are also on track to increase this number to approximately 18,000 by the end of 2008, doubling the size of the Border Patrol during the President's time in office.

To Supplement The Border Patrol As Its Numbers Increase, Approximately 6,000 National Guard Members Have Been Sent To Our Southern Border In Coordination With Governors. National Guard units are assisting the Border Patrol by operating surveillance systems, analyzing intelligence, installing fences and vehicle barriers, and building patrol roads. The National Guard is increasing the operational capacity of the Border Patrol to gain control of our Southern border.
The President's Secure Border Initiative (SBI) Is The Most Technologically Advanced Border Enforcement Initiative In American History. Last year, we initiated a multi-year plan to secure our borders and reduce illegal immigration through comprehensive upgrading of technology used in controlling the border, including improved communications assets, expanded use of manned and unmanned aerial vehicles, and state-of-the-art detection technology.
The Administration Is Increasing Infrastructure Investment At The Border. We are expanding detention capacity and developing rapidly deployable fencing technology that will be rolled out this year. In addition, the President is committed to building hundreds of miles of integrated, tactical infrastructure along the Southern border, which includes vehicle barriers, checkpoints, and lighting to help detect, deter, and prevent people from entering our country illegally.
The Administration Has Effectively Ended "Catch And Release" For Illegal Aliens Apprehended At The Borders. In FY06 and FY07 the Administration funded 6,700 new detention beds, for a total of 27,500 detention beds this fiscal year.
The Administration Expanded The Use Of "Expedited Removal," Which Allows Us To Send Illegal Immigrants Home More Quickly. The President is also working with Congress to mitigate court-imposed requirements that the Federal government release dangerous criminal aliens if their home countries do not take them back within a certain period of time.
The Administration Is Working Closely With State And Local Law Enforcement To Stop Illegal Immigration. Immigration and Customs Enforcement (ICE) has the resources to train 1,500 State and local law enforcement officers under the 287(g) program in 2006 and 2007. DHS will work with its State and local partners to expand these programs, and received $50 million in 2006 supplemental funding for this effort. In addition, DHS is expanding to State and local law enforcement agencies the Criminal Alien Program (CAP) previously in place with the Federal Bureau of Prisons to identify illegal aliens who are incarcerated in Federal, State, and local jails.
2. We Must Hold Employers Accountable For The Workers They Hire

In A Sharp Break From The Past, The Administration Is Addressing The Illegal Employment Of Undocumented Workers With A Tough Combination Of Criminal Prosecution And Forfeitures. Previously, worksite enforcement relied on a combination of administrative hearings and fines. The fines were so modest that some employers treated them as merely a cost of doing business, and employment of undocumented workers continued unabated.

The Number Of Arrests In Worksite Enforcement Cases Has Increased Dramatically During The President's Time In Office. There were more than 4,300 arrests in worksite enforcement cases for 2006, more than seven times the arrests in 2002. In addition, the two largest worksite enforcement actions in U.S. history were conducted last year by ICE.
In Fall 2005, The President Signed A Bill Doubling Federal Resources For Worksite Enforcement. In addition,the Administration has launched law enforcement task forces in 11 major cities to dismantle criminal rings that produce fake documents.
DHS Has Issued A Proposed "No-Match" Regulation To Assist Employers In Ensuring A Legal Workplace And To Help The Government Identify And Crack Down On Employers Who Knowingly Hire Illegal Workers. In cases in which an employer has ten or more employees with inaccurate information, the Social Security Administration (SSA) sends the employer a "No-Match" letter. DHS's proposed "No-Match" regulation clarifies that employers may be held civilly and criminally liable when a letter is sent and employers ignore the discrepancies between SSA databases and the information provided about their employees.
Comprehensive Immigration Reform Must Include The Creation Of A New, Tamper-Proof Identification Card For Every Legal Foreign Worker So Businesses Can Verify The Legal Status Of Their Employees. A tamper-proof card would help us enforce the law and leave employers with no excuse for violating it. We will also work with Congress to expand "Basic Pilot" – an electronic employment eligibility verification system – and mandate that all employers use this system.

3. To Secure Our Border, We Must Create A Temporary Worker Program

America's Immigration Problem Will Not Be Solved With Security Measures Alone. There are many people on the other side of our borders who will do anything to come to America to work and build a better life. This dynamic creates tremendous pressure on our border that walls and patrols alone cannot stop.

As We Tighten Controls At The Border, We Must Also Address The Needs Of America's Growing Economy. The rule of law cannot permit unlawful employment of millions of undocumented workers in the United States. Many American businesses, however, depend on hiring willing foreign workers for jobs that Americans are not doing.

To Provide A Lawful Channel For Employment That Will Benefit Both The United States And Individual Immigrants, The President Has Called For The Creation Of A Temporary Worker Program. Such a program will serve the needs of our economy by providing a lawful and fair way to match willing employers with willing foreign workers to fill jobs that Americans have not taken. The program will also serve our law enforcement and national security objectives by taking pressure off the border and freeing our hard-working Border Patrol to focus on terrorists, human traffickers, violent criminals, drug runners, and gangs.

The Temporary Worker Program Should Be Grounded In The Following Principles:

American Workers Must Be Given Priority Over Guest Workers. Employers should be allowed to hire guest workers only for jobs that Americans have not taken.
The Program Must Be Truly Temporary. Participation should be for a limited period of time, and the guest workers must return home after their authorized period of stay. Those who fail to return home in accordance with the law should become permanently ineligible for a green card and for citizenship.
Participation Should Fluctuate With Market Conditions. When the economy is booming, and there are not enough American workers available to help businesses grow, the program should be open to more participants. But when times are tough and Americans struggle to find jobs, the economy cannot and should not support as many guest workers.
4. We Must Bring Undocumented Workers Already In The Country Out Of The Shadows

Comprehensive Immigration Reform Must Account For The Millions Of Immigrants Already In The Country Illegally. Illegal immigration causes serious problems, putting pressure on public schools and hospitals and straining State and local budgets. People who have worked hard, supported their families, avoided crime, led responsible lives, and become a part of American life should be called in out of the shadows and under the rule of American law.

The President Opposes An Automatic Path To Citizenship Or Any Other Form Of Amnesty. Amnesty, as a reward for lawbreaking, would only invite further lawbreaking. Amnesty would also be unfair to those lawful immigrants who have patiently waited their turn for citizenship and to those who are still waiting to enter the country legally.

The President Supports A Rational Middle Ground Between A Program Of Mass Deportation And A Program Of Automatic Amnesty. It is neither wise nor realistic to round up and deport millions of illegal immigrants in the United States. But there should be no automatic path to citizenship. The President supports a rational middle ground founded on the following basic tenets:

No Amnesty. Workers who have entered the country illegally and workers who have overstayed their visas must pay a substantial penalty for their illegal conduct.
In Addition To Paying A Meaningful Penalty, Undocumented Workers Must Learn English, Pay Their Taxes, Pass A Background Check, And Hold A Job For A Number Of Years Before They Will Be Eligible To Be Considered For Legalized Status.
Any Undocumented Worker Seeking Citizenship Must Go To The "Back Of The Line." The program should not reward illegal conduct by making participants eligible for citizenship ahead of those who have played by the rules and followed the law. Instead, program participants must wait their turn at the back of the line.
5. We Must Promote Assimilation Into Our Society By Teaching New Immigrants English And American Values

Those Who Swear The Oath Of Citizenship Are Doing More Than Completing A Legal Process – They Are Making A Lifelong Pledge To Support The Values And The Laws Of America. Americans are bound together by our shared ideals, our history, and the ability to speak and write the English language. Every new citizen has an obligation to learn the English language and the customs and values that define our Nation, including liberty and civic responsibility, appreciation for our history, tolerance for others, and equality. When immigrants assimilate, they advance in our society, realize their dreams, and add to the unity of America.

New Citizens Need Guidance To Succeed. The Office of Citizenship is creating new guides for immigrants and introducing a new pilot civics examination designed to foster a deeper understanding of civic virtues and the founding ideals. The President's Task Force on New Americans is fostering volunteerism through volunteer.gov and exploring partnerships with local organizations. Public libraries and faith-based and community groups will be encouraged to offer English language and civics instruction to immigrants who are seeking to make America their home

Genel Başkan Baykal “AKP Güneş Görmüş Kar Gibi Eriyor. Başbakan İktidara Çakılmak Üzere mi Geldi? Gideceksin, Çaren Yok, Gideceksin”


-“Zulümle, Cüneyt Arcayürek’le uğraşarak, Dürüst medya baskı altına alınarak, Devletin kömürü ona buna dağıtılarak iktidar olunmaz. Temelinde haram yatan iktidarla millete hizmet olmaz”
-“AKP bir telaş içindedir, bir seçim kaybı, kaygısı, korkusu içine girmiştir. Artık devleti, devletin etkilerini, devletin gücünü kendi partizanca çıkarı için kullanmaya başlamıştır. AKP, kendi derin devletini kurmaya başlamıştır”

-“Başbakan o kadar aciz hâle düşmüş ki, devletin kömürünü kendi belediye başkanının, AKP’li il, ilçe başkanının vatandaşa dağıtmasından, bak ben dağıtıyorum demesinden medet umar hâle gelmiş”

-“Niye mayıs sonrası diyorsun? Gel erken seçimi şimdi konuşalım. Mayıs başında seçimi yapalım, o Meclis Cumhurbaşkanı’nı seçsin”

-“Türkiye’deki medya haritası, medya topografyası değişti. Dedikodunun bini bir para”

-“Medyaya karşı şantaj ve yıldırma politikası geçmişte örneği görülmemiş bir biçimde yürütülmektedir. Medya tutsak alınmak istenmektedir, yıldırılmak istenmektedir. Türkiye’de bütün bankalar işi gücü bıraktı, Cüneyt Arcayürek’in malî durumunu araştırıyor”

-Bugünkü ortamda hiçbir babayiğit çıkıp Maliye Bakanı’nı, Başbakanı şikâyet edemez. Türkiye tarihinde bu kadar şikâyet edilmeyi hak etmiş bir Maliye Bakanı gelmemiştir, hesabını verememiş bir Maliye Bakanı, hesabını verememiş bir Başbakan...”

-“Bize deniliyor ki, Kuzey Irak’ta bir yeni siyasi oluşum var. Bu siyasi oluşum PKK’yı düşman saymıyor. Ben saydıramıyorum, o saymıyor, sen de saydırmaktan vazgeç. Özetle, Türkiye, PKK ile kol kola sokulmak istenmektedir.”

-“PKK’yı meşrulaştırmak olayı, Irak’taki etnik kimlik maskesinin altına PKK’yı yerleştirmek çok tehlikeli, Türkiye’yi çok karıştıracak, vahim gelişmelere temel atmak anlamına gelir”

-“Çekiç güç’ün süresinin uzatılması, beş, altı ayda bir Meclis’e gelirdi, bir gün bile elim varmadı, Çekiç Güç’e evet demedim, çünkü Irak’ı böleceğini ve bölgeyi karıştıracağını biliyordum”

-“Yargı sistemimizi siyasetin kontrolü altına alacak çok önemli yasa tasarıları hazırlanmıştır. Şu andaki Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı bu iktidarı mutlu etmiyor”



İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- Genel Başkan Deniz Baykal “AKP güneş görmüş kar gibi eriyor. Başbakan iktidara çakılmak üzere mi geldi? Gidecek, çaren yok, gidecek” dedi.

TBMM’de güncel olayları değerlendirirken, “Zulümle, Cüneyt Arcayürek’le uğraşarak, Dürüst medya baskı altına alınarak, Devletin kömürü ona buna dağıtılarak iktidar olunmaz. Temelinde haram yatan iktidarla millete hizmet olmaz” diyen Genel Başkan Baykal’ın bazı televizyonlardan canlı olarak yayınlanan konuşması şöyle ;

“Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili konuklarımız, Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen sevgili Cumhuriyet Halk Partililer, değerli vatandaşlarım; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum, toplantımıza hoş geldiniz, şeref verdiniz. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de siyasal süreç hızlanıyor. Ülkemizin geleceğini yönlendirecek çok temel kararlara doğru hızla yaklaşıyoruz. Bir yandan, hepimizin zihninde, milletimizin zihninde Türkiye’mizin geleceğiyle ilgili kaygılar, umutlar, bekleyişler harman olmuş, herkes heyecanla önümüzdeki dönemin nasıl gelişeceğini görmeye ve bu sürecin, bu oluşumun Türkiye’nin yararına, ülkemizin aydınlık günlere yönelmesine yardımcı olacak şekilde değerlendirilmesini sağlamayı öncelikli bir vatandaşlık görevi olarak değerlendiriyor, böyle bir heyecan yaşanıyor, geleceğe yönelik bir heyecan, öte yandan içinden geçmekte olduğumuz bu dönemde Türkiyemizin geleceğini belirleyecek çok önemli tercihlerin, kararların, arayışların bu hükümet döneminde şu sırada sürdürülmekte olduğuna tanık oluyoruz. Gerçekten ülkemizin geleceğini çok ciddi şekilde etkileyecek, Türkiye’nin bölgedeki konumunu, dünyadaki konumunu çok derinden etkileyecek birtakım oluşumlar, açılımlar, kararlar, politikalar yürürlüğe konuluyor. Böyle bir heyecan verici dönemin içinden geçiyoruz.

Değerli arkadaşlarım, bu dönem içinde tabii son hafta, özellikle dış politika gelişmeleri bakımından çok önemli bir dönem oldu. Bu hafta içinde Türkiye adına, Amerika Birleşik Devletlerinde önemli temaslar yapıldı. Bu temaslar sırasında ve sonrasında önemli açıklamalar yapıldı. Türkiye’nin çevresiyle ilişkilerini derinden etkileyecek çok önemli kararların ve yönlendirmelerin ortaya çıkmaya başladığına tanık olduk. Bunu çok iyi anlamamız lazım. Türkiye’nin bu dönemde, şimdi nereye doğru yönlendirilmek istendiğini çok iyi kavramamız ve bunu değerlendirmemiz lazım. Bu, çok ciddi bir tartışma yaşanması ihtiyacını ortaya koyuyor. Bu konuda, ben, Cumhuriyet Halk Partisi olarak her zaman olduğu gibi görevimizi yapmaya çalışacağım, değerlendirmelerimizi, uyarılarımızı yansıtmaya çalışacağım, öte yandan Türkiye’nin siyasi yapılanması ve geleceğiyle ilgili, fevkalade önemli hazırlıkların, oluşumların, düzenlemelerin sessizce, kamuoyunun dikkatini çekmeden yürürlüğe konulmakta olduğuna tanık oluyoruz. Bu konuda da kamuoyumuzu elimizden geldiğince aydınlatmaya çalışacağım.

Değerli arkadaşlarım, daha açık, net bir şekilde söyleyeyim. Türkiye’nin Orta Doğu’daki gelişmeler karşısında yeni bir pozisyon almasını sağlamaya yönelik bir çabayı görüyoruz. Bu çabayı kavramamız lazım. Öte yandan, Türkiye’nin siyasi temel yapılanmasını derinden etkileyecek çok önemli hazırlıkların yürütülmekte olduğunu görüyoruz. Yargı sistemimizi siyasetin kontrolü altına alacak çok önemli yasa tasarıları hazırlanmıştır. Yargıtay’ın geleceğiyle ilgili Yargıtay Yasa Tasarısı şu anda komisyonumuzda görüşülmektedir ve bu iktidarın zihniyetini ortaya koyması, eline fırsat geçtiği zaman o fırsatı nasıl kullanmakta olduğunun anlaşılması açısından fevkalade önemlidir. Bu konuda da bir değerlendirmeyi sizlerle paylaşacağım. Tabii ayrıca, Türkiye’de siyaset AKP’nin seçim kaygısı içine girmesiyle birlikte yeni bir noktaya gelmeye başladı. AKP bir telaş içindedir, bir seçim kaybı, kaygısı korkusu içine girmiştir, iktidarın kaybedilmesi olasılığı onları ciddi şekilde kaygılandırmaya başlamıştır. Bu kaygı, kendisini çeşitli biçimlerde gösteriyor. Bunun en önemli yansımalarından birisi de, Türkiye’de medyayı iktidarın baskısı, denetimi altına almak üzere uygulamaya koyduğu yeni yaklaşımdır, yeni politikadır. Fevkalade önemli bir gelişme var. Medyaya karşı şantaj ve yıldırma politikası geçmişte örneği görülmemiş bir biçimde yürütülmektedir. Medya tutsak alınmak istenmektedir, yıldırılmak istenmektedir. Başbakanın eleştirilmesi, Maliye Bakanının eleştirilmesi artık Türkiye’de yasak hâle getirilmek istenmektedir. Bunun mekanizmalarını, neler olduğunu sizlerle bugün paylaşacağım. Bunların hepsi bir paniği, bir telaşı yansıtıyor. Bunu çok iyi anlamımız lazım, birlikte değerlendirmemiz lazım.

Değerli arkadaşlarım, önce Irak’ta artık yeni bir aşamaya gelinmekte olduğu anlaşılıyor. Beş yıl önceki Irak tablosunu düşününüz, müdahale öncesi Irak tablosunu, beş yıl sonra şimdi geldiğimiz noktayı düşününüz ortaya çıkan manzara çok açıktır. Irak’a bir askeri müdahale yapılmıştır. “Bu Irak halkının demokrasiye geçmesi, istikrarı, barışı, ilerlemesi için yapılıyor” denilmiştir. “Irak’tan bölgeye ve insanlığa yönelik tehlikeleri, tehditleri bertaraf etmek için yapılıyor” denilmiştir ve bu doğrultuda dört yıllık bir süre içinde olağanüstü bir askeri hareketlilik yaşanmıştır. Bugün geldiğimiz noktada Irak’ta çeşitli kuruluşların 650 bin kişiye kadar çıkardıkları bir can kaybı tablosuyla karşı karşıyayız. 650 bin kişinin canını kaybettiği bir tablo var. Yüz binlerce insanın, bir milyon civarında insanın göçmen hâline dönüştüğü bir tablo var. İnsanlar yerlerinden yurtlarından kopmuştur, Irak’ın altyapısı perişan olmuştur, ekonomisi perişan olmuştur, insanlar dört yıldan beri büyük acılar yaşamaktadır, aileler parçalanmıştır, hayatlar kaybolmuştur, yaşayanlar her türlü güvenlik duygusundan yoksun, ayakta kalmanın mücadelesini vermeye mahkûm olmuş durumdadırlar. Acı bir tablo ortaya çıkmıştır Irak’ta.

Değerli arkadaşlarım, 650 bin kişinin ölümünü, bir milyon insanın yerinden edilmesini haklı kılacak hangi siyasi amaç meşru sayılabilir? Böyle bir bedelin ödenmesini makul gösterecek olan ne vardır? İnsanlığın ya da insanlığın herhangi bir parçasının böyle bir bedeli ödettirerek elde edeceği ne hayır, ne güzellik, ne sevap, ne yararlılık vardır, ne olumluluk vardır, hiçbir şey yoktur. Acı bir tablodur, utanç verici bir tablodur.

Değerli arkadaşlarım, bu tablo, Irak’ın parçalanmasıyla sonuçlanmıştır. Irak’ın parçalanmaya yönelmiş olduğu bugün görülen bir gerçek değildir. Biz, taa 2003’te askeri harekât başlamadan önce bu kürsüden bu askeri harekâtın Irak’ı parçalayacağını ilan etmiştik ve bunun çok yanlış olacağını, bunun Irak için yanlış olacağını, Iraklılar için yanlış olacağını, bölgede yaşayan herkes için yanlış olacağını, bizim için yanlış olacağını, Amerika için de yanlış olacağını düşündüğümüzü söylemiştik.

Şimdi gelinen nokta bunun ne kadar doğru bir tespit olduğunu ortaya koyuyor. Irak’ta bu ağır insani, beşeri bedel ödenerek ortaya çıkan sonuç kimsenin hayrına olmamıştır. Iraklı Iraklı ile savaşır hâldedir, Müslüman Müslümanla savaşır haldedir, Iraklı Müslüman Iraklı Müslümanla savaşır hâldedir ve insanlar bir arada yaşabilirken şimdi etnik kökenlerine, mezheplerine, dinlerine, inançlarına, kimliklerine göre birbirleriyle husumet ilişkisi içine sokulmuşlardır. Husumetin başka hiçbir haklı temeli yoktur. Husumetin tek temeli inanç kimliği, mezhep kimliği, din kimliği ya da etnik kimlik hâline gelmiştir. Bu, dünyanın çok sağlıksız, çok tehlikeli, artık Orta Çağlarda kapanmış olduğunu düşündüğümüz bir ilkel anlayış doğrultusunda yeni bir husumet ortamına çekilmekte olduğunu bize göstermektedir. Irak’ta ortaya çıkan tablo bunun bir işaretidir. Irak’ta başlayan bir süreçtir. Irak’ta başlamıştır yarın nerede bitecektir bilemiyoruz. Başlamış olması yanlıştır, devam etmesi yanlıştır, yaygınlaşması yanlıştır, ama ne yazık ki, bu süreç denetimsiz bir biçimde hızla yaygınlaşmaktadır. Bu, tehlikeli bir gelişmedir değerli arkadaşlarım. Şimdi, bize, bu gelişmenin doğrudan sorumlusu konumunda olan uluslararası güçler, bu ortaya çıkan tabloyu temel alınız, bunu içinize sindiriniz, bunu benimseyiniz ve bu anlayış içinde, yani etnik parçalanmayı esas alan bir yeniden yapılanmayı içimize sindirerek o doğrultuda çevrenizle ilişkilerinizi geliştiriniz demektedirler. Bir süreden beri Türkiye’de, Irak’taki bu parçalanmanın sonucu olarak ortaya çıkan etnik tablonun temel alınması ve bu etnik temelde Türkiye’nin parçalanmış Irak’la ilişkiler geliştirilmesi talep edilmektedir.

Değerli arkadaşlarım, son zamanlara kadar bizim büyük müttefikimizle ilişkimizde temel nokta Türkiye’ye yönelik terör tehdidi karşısında bütün dünyanın kendilerini ilgilendiren terör karşısında takındıkları tavrı burada bizimle ilgili olarak da takınmaları sağlamaktı, yani bizi tehdit eden terör örgütü, sizi tehdit eden terör örgütü gibi bir terör örgütüdür ve onun karşısında aynı tavrı takınmak lazımdır, bunun gereğini yapalım diyor idik.

Bize, “haklısınız, doğrudur, o da gerçekten bir terör örgütüdür, ona karşı da aynı etkinlikle tedbir alınması lazımdır, ama biz o tedbiri şimdilik alamıyoruz, bunu anlayışla karşılayın” diyorlar idi.

Şimdi geldiğimiz noktada artık terör örgütüne karşı doğrudan etkin tedbir alamamanın mazereti söyleme ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Buna gerek hissedilir olmaktan çıkmıştır. Bu bir vakıadır. Bunu bizim hazmetmemiz, bunu doğal karşılamamız, bunu içimize sindirmemiz ve bölgeye bu bilgiyle bakmamız sağlanmaktadır ve büyük ölçüde sağlanmıştır. Artık hiç kimse, böyle bir talep yapma hakkımızın olmadığı gibi bir duygu içine girmiştir. Böyle bir girişimin yapılamayacağını içimize sindirmemiz sağlanmıştır.

Şimdi, bunun da ötesine geçilmektedir bu en son geldiğimiz noktada, bize, “bırakın benim PKK’ya karşı tedbir almamı, siz PKK’yı bağrınıza basan, PKK’yı sahiplenen Kuzey Irak’taki oluşumla dostça ilişkiler geliştirin” denilmeye başlanmıştır. Şimdi, Türkiye’ye artık PKK ile mücadele mecburiyeti tartışmasını bırakın, PKK’yı doğal bir oluşum olarak gören, bir terör örgütü olarak kabul etmeyen, onu etkisiz kılma konusunda hiçbir sorumluluk üstlenmeyen Kuzey Irak’taki yapıyı siz de hiç sorgulamadan onun şu ana kadar izlediği bu tutumu esas alarak, onunla ilişki kurun denilmektedir. Türkiye’den şimdi Kuzey Irak’taki yapıyı, onun terör karşısındaki tutumunu doğal karşılamaya çalışarak ilişki kurmamız istenmektedir.

Değerli arkadaşlarım, son bir iki hafta içinde Türkiye’ye bu doğrultuda çok ciddi baskıların yapıldığı, telkinlerin yapıldığı, Türkiye’nin bu doğrultuda harekete geçmesinin sağlanmak istendiği çok açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Yapılan açıklamalar, ikili görüşmelerde ifade edilen düşünceler, bizim temsilcilerimizin Amerika’yı ziyaret ettikleri zaman kendisine, kendilerine söylenenler ve bu doğrultuda etkili Amerikan diplomatlarının dünya basınına yazdığı yazılar, Türkiye’den artık, ‘siz bırakın bu tartışmayı, PKK, PKK, yetti artık kardeşim ya, gerçeklere uyanın, gerçek Kuzey Irak’ta bir yeni siyasi oluşumun ortaya çıktığıdır. Bu siyasi oluşum PKK’yı düşman saymıyor. Ben saydıramıyorum, o saymıyor, sen de saydırmaktan vazgeç. Sen de vazgeç, eee, sen de bununla ilişki kurmaya bak, bununla ilişki geliştirmeye bak. Bununla geliştireceğim ilişki, aslında sadece Kuzey Irak’taki oluşumla değil, onun ötesinde PKK’nın konumuyla ilgili bir tavır geliştirmen anlamına gelecektir. PKK’yı da sen böylece muhatap alma, siyasi bir güç olarak kabul etme, onunla da birlikte durumu müzakere etme noktasına gelmelisin denilmektedir. Türkiye, PKK ile kol kola sokulmak istenmektedir.

Değerli arkadaşlarım, olabilir, yani ne sakıncası var, oluversin. Bunun sonucu ne olur? Bunun sonucu ne olur, bu nereye götürür? PKK, siyasi projesinden vazgeçti mi? PKK, Türkiye’yi etnik temelde bölme savaşını verme hakkından vazgeçti mi? Bunu takip etme kararında olduğunu açıkça söylüyor. Canım söyleyiversin, siz beraber olun demek, bu tehlikeye karşı senin direnme refleksini, ben sindirmek istiyorum demektir. (Alkışlar) Şimdi, biz, bu Irak’taki olayın ikinci aşamasına hazırlanıyoruz. Birinci aşamasına hazırlandık. Birinci aşaması ne idi? Türkiye’nin işbirliğiyle Irak’ın parçalanmasına yardımcı olacak politikaları Türkiye’yi de herhangi bir tepkiye yönlendirmeden, Türkiye’nin anlayışıyla, hoş görüsüyle, hatta işbirliğiyle bunu sağlamak idi. Bu sağlandı, işletildi ve başarıldı.

Değerli arkadaşlarım, Irak’ın “Çekiç Güç” diye bilinen uygulamayla parçalanması bunun bir parçasıdır. Çekiç Güç, bize, efendim, Saddam Kuzey Irak’a girerse, Kuzey Irak’taki insanlar göç ederler, Türkiye sınırına gelirler, bu da çok büyük bir göç problemi yaratır. Bunu önlemek için Saddam’ın, Irak’ın 36’ncı paralelinin kuzeyine çıkmasına engel olalım, sen de İncirlik’ten bunu güvence altına almaya yardımcı ol. 36’ncı paralelin kuzeyi Bağdat’ın etkisi dışında kalsın. Bu, bir yıl, üç yıl, beş yıl, on yıl devam etsin, sonra bakarız denildi ve biz de buna evet dedik, girdik. Biz dediysek, diyenlerimiz var, demeyenlerimiz var. Bir gün bile, o Çekiç Güç oylamasında evet oyu kullanmadım, iktidarda oldum, muhalefette oldum. (Alkışlar) O süreç içinde her üç, beş, altı ayda bir bu tasarı Meclisin önüne gelirdi, altı ayda bir gelirdi, her defasında Mecliste oylanırdı, bir gün bile elim varmadı, bu Çekiç Güç’e evet demedim, çünkü Irak’ı böleceğini ve bölgeyi karıştıracağını biliyordum. (Alkışlar)

Ortaya atılan ihtimal bizi kaygılandıracak bir ihtimal değil mi? Elbette bizi kaygılandıracak bir ihtimal, Irak’ta bir iç savaş olursa oradan göç olabilir, bu da bize olumsuz olabilir, ama bunun bin tane çözümü var. Irak’ı parçalama sonucunu doğurmadan alınacak tedbirlerle göç ihtimali bertaraf edilebilir ve iyi niyetli ciddi bir çözüm bulunabilirdi. Ben, Amerikan diplomasisinin, 36’ncı paralelin kuzeyine on yılı aşkın bir süre boyunca merkezi otorite giremeyecek ve bunun sonucunda da Kuzey Irak parçalanmayacak diye düşünmüş olabileceğine hiçbir biçimde ihtimal vermem. Amerikan diplomasisinin bilgi düzeyi, değerlendirme gücü, onun bu kararın Irak’ın parçalanması sonucunu doğuracağını görmesine yeterli idi, bu görülmüştür. Bu, tesadüfi, öngörülmeyen bir sonuç değildir ve bu İkinci Körfez Harekâtından sonra ortaya çıkmış proje değildir değerli arkadaşlar. Birinci Körfez Harekâtı sonrasında izlenen politikalar Irak’ı parçalamaya götürmüştür. Şimdi, bunu bizim işbirliğimizle götürdüler, Irak parçalandı. Şimdi, yeni bir dönem geliyor, Türkiye ile ilgili bir dönem. Yanı başımızda bir büyük olay yaşanmış. Oradaki manzaranın Türkiye’ye nasıl yansıyacağı hepimizin temel kaygısı, bize bırakın kaygıyı ya diyorlar, rahat olun, aldırmayın. Irak’taki yeni oluşumla ilişki kurun. O yeni oluşum benim işimi karıştırmak isteyenlerle işbirliği içinde, terör örgütünü reddetmiyor, teröristleri besliyor, buraya boyuna kendi sınırları içinden gönderiyor, cephane gönderiyor, C-4 patlayıcılarını gönderiyor.

Genelkurmay Başkanı Amerika’da söyledi “eskiden katırlarla taşırlardı, şimdi arabalarla taşıyorlar” dedi “ve bu belgeli” dedi. Sınırda, o PKK duruma hâkim olmaya başladı Türkiye’nin güneyindeki sınırda ve oradan Türkiye’ye istediği zaman, uygun gördüğü zaman terör harekete yapar hâlde. Benim dost olmamı, iyi ilişki kurmamı önerdiğiniz Kuzey Irak’taki otoriteler bunları yanlış bulmuyor, bunu hak biliyor, doğru biliyor. Elbette diyor, onlar benim soydaşım, onların da davaları var. Benim coğrafyamdan götüreceklermiş, götürüversinler, bunu içinize sindirin diyor ve bizden bunu içimize sindirmemiz isteniyor. Bunu içimize sindirirsek, Türkiye’nin de Irak’ın başına gelen tehlikeyle karşı karşıya kalmasını içimize sindirmiş oluruz değerli arkadaşlarım. (Alkışlar)

Irak’ta otorite var, bizimle ilişki kuracak. Bizim hukukumuza saygı göstererek ilişkiyi kursun. Bizim hukukumuza saygı göstermenin yolu açık. Türkiye’nin toprak bütünlüğüne, Türkiye’nin ulusal sınırlarına, ulusal egemenliğine saygı göstereceksin. Ona karşı hiçbir olumsuz harekete kendi sınırlarını açmayacaksın. Türkiye’ye, bir komşu ülkeye karşı bir saldırıya destek vermeyeceksin. Yoo, ben hem o desteği veririm hem Türkiye’yi parçalamaya yönelik bir hareketi himayeme alırım hem de Türkler, büyük dostlarımın baskısıyla benimle iyi geçinmek mecburiyetini içlerine sindirirler ve bunu kabul ederler. Formül bu değerli arkadaşlarım. Bu yanlış. Bakınız bu o kadar ağır, o kadar haksız bir formül ki, bu formül Türkiye’ye zorla uygulattırılamaz, ancak Türklerin işbirliğiyle uygulattırılabilir. Ancak Türkiye’yi yönetenler evet derse, bu bizim yararımıza diye ikna edilebilirse, onların anlayışı ve desteği ve işbirliği sağlanabilirse bu uygulanabilir. Dışarıdan zorla kimse bir önemli ülkeye, onun ulusal yararlarına bu kadar ters bir politikayı zorlamayla uygulattıramaz, ancak içeriden uygulattırılabilir.

Şimdi, bu yapılıyor. Şimdi, bizim yöneticilerimiz, Başbakanımız, ee canım olsun demeye başlıyor. Dışişleri Bakanı, elbette olabilir demeye başlıyor. Niye evet demeye başlıyor? Kuzey Irak’ın durumu ortada. Bak, Genelkurmay Başkanı açıkladı ne yaptığını. Sen bilmiyor musun onun öyle yaptığını? Biliyorsun. Önce bunun kaldırılmasını talep etmek, ülkeyi yöneten herkesin en önde gelen görevi ve sorumluluğudur.

Değerli arkadaşlarım, bakınız Irak’ta, Kuzey Irak’ta, Bağdat Irak’ın da değil, Kuzey Irak’ta bir Irak Kürdistan Bölge Anayasası var, bunun da bir başlangıç bölümü var. Başlangıç bölümünde, hemen 1920 Sevr Anlaşmasına rağmen bizim geleceğimizi tayin hakkımız tanınmadı diye başlıyor. Sevr Anlaşmasına atıfla başlıyor. Sevr Anlaşmasının 62, 64’üncü maddelerinin o zamanki siyasi denge dolayısıyla uygulanamadığını söylüyor. Bu, şu andaki Kuzey Irak anayasasının giriş bölümüdür, böyle giriyor işe. “Sevr” diye giriyor ve “o andaki dünya dengeleri büyük ülkelerin çıkarları dolayısıyla bu temel hakkımız bizden esirgenmiştir” diye başlıyor.

Değerli arkadaşlarım, Sevr Anlaşmasının 62’nci maddesi, “Fırat’ın doğusundaki Kürt bölgesi” diye 62’nci madde sınırı çiziyor ve 62’nci maddede bir komisyon kuruluyor, o komisyon sınırları çizecek, çizerken bu Fırat’ın doğusunu esas alacak ve Türk hükümeti de bu anlaşmayla komisyonun kararlarını uygulamayı taahhüt edecek. Bütün bunu düzenleyen bir madde 62’nci madde.

Şimdi, değerli arkadaşlar, dünya değişiyor, elbette değişiyor, dengeler değişiyor, şartlar değişiyor, bu değişmenin her toplumun kendi ulusal yararları doğrultusunda oluşmasını sağlamak onun hakkıdır. Bu konuda Türkiye’nin ciddi sistemli bir zafiyet içinde olması bir süreden beri, maalesef Türkiye’nin bu bölgedeki etkinliğinin ciddi bir erozyona uğramasına neden olmuştur. Biz, kendi ulusal yararlarımız doğrultusunda politika koyamadık, başkalarının koyduğu politikayı itaatle yerine getirerek, uygulayarak, birilerinin gözüne girerek, birilerini mutlu ederek Türkiyemizin yararını güvence altına alacağımızı zannettik. Bizim yararımızı hiçbir büyük ülkenin gözüne girerek güvence altına almamız mümkün değildir. Kimse, Türkiye ile meşgul olmaz. Kendi yararlarını sen kendin güvence altına alacaksın ve alırken de en temel nokta hiç kuşku yok ki, bir ülkenin kendi egemenliğine, ulusal bütünlüğüne, sınırlarına saygı gösterilmesini komşularından talep etmesidir. Şimdi, ne yapacağız durum buraya geldi anlayışı var. Geçmişte ne yaptıysanız şimdi yine onu yapacaksınız.

Değerli arkadaşlarım, hatırlarsınız 1990’lı yılların içinde bu tablo, Suriye’de yaşanıyordu. Biz o zaman Suriye ile dost bir ülke konumundaydık. Karşılıklı ziyaretler yapılırdı, Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel o zamanki Cumhurbaşkanı Başbakan olarak, Cumhurbaşkanı olarak Şam’a giderdi, Şam’da büyük itibarla karşılanırdı, ziyafetler verilirdi, konuşmalar yapılırdı. Başbakan konuşmalar sırasında ya da Cumhurbaşkanı, ya Türkiye’deki PKK’nın karargâhı sizde, şunu ortadan kaldırın. Bakın bizim MİT’in bilgileri, işte resimleri, işte adresleri, işte telefonları, şunu bertaraf edin derdi. O zamanki Cumhurbaşkanı Esat, öyle mi, hiç haberim yok, nedir bir verin bakalım derdi. Yanındakilere bir ilgilenin şununla derdi, arkasından başka bir konu konuşulmaya başlanırdı, o geçerdi. Bu, bütün ziyaretlerde yaşanan tablo idi. Ama, biz dosttuk Suriye ile o zaman, sadece arada şikâyet ederdik, ama bir noktaya geldi ki Türkiye, bunun böyle devam edemeyeceğini ve Suriye’nin Türkiye’deki PKK hareketinin karargâhını kendi içinde barındırmasının Türkiye’ye yönelik bir büyük husumet olduğunu ve buna karşı her türlü tedbiri alma noktasına geldiğini Türkiye ilan etti. Bıçak kemiğe dayandı dedi, artık kabul edemeyiz dedi. Kara Kuvvetleri Komutanı gitti Hatay’da çok açıkça “bu işi yapın yoksa biz gereğini yapacağız” diye konuştu. Olayın ciddiyeti anlaşıldı ve bildiğiniz gibi Öcalan Suriye’den çıkarıldı. Türkiye kararlı davrandı, her şeyi göze alarak davrandı ve gereğini yaptı, çıkardı. O çıkarıldığı içindir ki, Türkiye 1999’dan 2003’e kadar bir huzur ve sükunet içinde sıfır terörle yaşamayı başardı.

Değerli arkadaşlarım, şimdi Kuzey Irak Türkiye ile iyi geçinmek istiyorsa, mutlaka kendi içindeki terör hareketinin etkisizleştirilmesi zorunluluğunu içine sindirmelidir. Bunu yapabilirse kendisi yapmalıdır, kendisi yapamıyorsa, Amerika yapabilirse Amerika yapmalıdır, ama ne kendisi yapamıyorsa ne Amerika yapmıyorsa bırakmalıdır, Türkiye yapmalıdır. (Alkışlar) Bakın Suriye ile o zaman dostluk, arkasından bir gerginlik dönemi içinde girdik, şimdi Suriye ile gayet iyi ilişkilerimiz var. Ekonomik ilişkilerimiz, ticari ilişkilerimiz. İlişkileri bozacak bir olay yok. Niye yok? Çünkü, bir ur temizlendi. İlişkiyi bozan o iltihap dağıtıldı, ufunet ortadan kaldırıldı. Şimdi, Irak’la da bu ufunet ortadan kaldırmak lazım. Canım aldırma, görmemezlikten gel, yokmuş gibi davran, mümkün değildir, Bunun çözülmesi lazım, önce bunun çözülmesi lazım. Önce PKK konusunun çözülmesi lazım, ondan sonra bu bölgede her türlü iyi niyetli ilişkinin, dostluğun gelişmesinin şartlarının yaratılması lazım. Bu mümkün, olması gereken bu.

Değerli arkadaşlarım, PKK Irak’a yerleşecek, oradan her türlü terör desteğini sürdürecek, vur kaç ekipleri gelecek, Türkiye’de mayınlama yapılacak, sabotajlar yapılacak, adam öldürmeler yapılacak, sonra Irak’a kaçılacak, Kuzey Irak’a kaçılacak ve biz ne oluyor dediğimiz zaman Irak’a, ya gücümüz yetmiyor, kusura bakmayın. Aman ha, sakın sen de hiç bu işe girme diyecek, ya da bana diyecek ki, öyle diyorlar, bu sorun siyasi çözülür. Bu sorunu siz çözeceksiniz.

Bırakın çözelim. Hayır, hayır, siyaseten çözün. Nasıl çözeceğiz siyaseten? Ne istiyorlarsa vermeye başla. Bu sistem bir beş yıl sonra Türkiye’yi çok daha sıkıntılı bir noktaya getirir, bu ilişkiler düzeni, bu anlayış tarzı, bu yaklaşım tarzı bir süre sonra Türkiye’yi çok sıkıntılı bir noktaya getirir. Niye o noktaya geldiğimizi de anlayamayız. Tıpkı Irak’ta beş yıl öncesiyle bugün arasında nasıl bir fark varsa, yanlış politika götürülürse, Allah göstermesin, Türkiye de o sıkıntıların içine sürüklenebilir. Siyasetçilerin duyarlı olması lazım, dikkatli olması lazım, bilinçli olması lazım, vatansever olması lazım, siyasetçilerin ülkenin tehlikelerini görmesi lazım. (Alkışlar) Bizde hep günü kurtarmak için durumu idare edin, şikâyet söylemeyin, suyuna gidiverin, ne istiyorlarsa hı deyiverin deniliyor. Biz bunu yaptıkça sorun çıkmıyor zannediyoruz, ama bir tünelin içine gidiyoruz. Bir tünelin içine giriyoruz, bir süre sonra çok sıkıntılı bir tabloyla karşı karşıya kalıveriyoruz.

Değerli arkadaşlarım, geçen hafta ortaya çıkan işaret bu idi. Tabiî çok vahim bir şekilde şu kendisini gösterdi ki: Türkiye’nin bu en temel konusunda, yani güvenlik, ulusal bütünlük, terörle mücadele konusunda Türkiye’nin en önemli kurumları arasında bir uyum, anlayış birliği, ortak değerlendirme söz konusu değildir. Bu tabii çok acı bir tablodur. Bu kopukluk manzarası vahim bir manzara oluşturmuştur. Türkiye’nin bir an önce bu konularda el ele vermesine, ilgili yetkili kurumlarının tümünün bu konudaki anlayışlarını birbiriyle paylaşmasına ve ortak bir ulusal güvenlik politikasının çıkarılmasına ve kararlılıkla milletçe uygulanmasına ihtiyaç vardır. Bunu önemsemeden, ben kısa devre temaslarla, falan ülkeden Amerika’dan falan kişiyle şunun aracılığıyla konuştum, yaptım diyerek ayrı siyasi ilişkilere, flörtlere, temaslara girerek bir yere gidemezsiniz, giderseniz ortalığı karıştırırsınız. Türkiye bu son dönemden bu gözlemleri yaparak çıkmıştır.

Değerli arkadaşlarım, bizim bir etnik gerginlik, bir etnik çatışma ortamından mutlaka uzak durmamız lazımdır. Türkiye’nin durması lazımdır, bölgemizin sakınılması lazımdır bütün bu yaşanan olaylara rağmen. Bakınız Türkiye, geride bıraktığımız dönemde çok ağır olaylar yaşadı. On beş yıl boyunca çok ciddi bir bölgesel çatışma yaşadık. Bunu iç savaş diye niteleyenler var, düşük yoğunluklu iç savaş diye Genelkurmay Başkanının, eski Genelkurmay Başkanının değerlendirme yaptığını biliyoruz. Otuz bin evladımızı kaybettik bu mücadelede, ama şunu herkesin değerlendirmesini istiyorum: Türkiye bu kadar büyük, bu kadar uzun süreli, bu kadar kapsamlı, bu kadar büyük kayıplı bir çatışmanın, savaşın, iç savaşın içinden geçtiği hâlde, bu olaya Türkiye’nin hiçbir yerinde bir etnik çatışma gözüyle kimse bakmadı. Hiçbir yerde kimse bu olaya, bir Kürt-Türk çatışması demedi. Türkiye’nin köyünde de demedi, kasabasında da demedi, şehrinde de demedi, doğusunda da demedi batısında de demedi, kuzeyinde de demedi güneyinde de demedi, hiç kimse bunu kondurmadı, öyle algılamadı, öyle düşünmedi, öyle nitelemedi. Bir etnik savaş diye bunu tarif etmedi, bir Kürt-Türk çatışması diye kesinlikle görmedi. Ne dedi? PKK çatışması, PKK dedi, PKK. (Alkışlar)

Çünkü, olay o idi, çünkü olay o idi. Olayı hiç kimse bir etnik kimliğin mücadelesi olarak görmedi, görmemiz mümkün değil. Bu haklı değil, bu yanlış, bu tehlikeli, bu haksız, bunu hepimiz kavradık, böyle davrandık. Hiç kimse öyle görmedi Türkiye’de. Ama, düşünün, bakın Amerika’da ikiz kulelere saldırı oldu. Çok acı bir olay, terörün ne kadar dünyada en korunmuş ülkeler de bile nasıl tehlikeli sonuçlar alabileceği vahim bir şekilde ortaya çıktı. Dramatik bir tablo, ama o tablodan sonra Amerikan Başkanı Bush “İslami terör” dedi. Bakın ne kadar yanlış bir değerlendirme. Teröre “İslami terör” dediğiniz an çok yanlış bir iş yaparsınız. Hem gerçeği çarpıtırsınız hem de çok tehlikeli, çok sakıncalı bir istikamete girersiniz. “İslami terör” denildi. İslami terörle ne alakası var? Biz de Müslümanız, Türkiye’de terör var mı? İslami terör dışarıdan zorlamak için buraya getirilmiş birkaç Hizbullahçının dışında Türk milletinin bir dini terör anlayışı var mı? Kesinlikle yok. 1 milyar 400 milyon Müslüman dünyada yaşıyor, ezici çoğunluğunun yok. Söylenmez, söylenmemeli.

Değerli arkadaşlarım, bakın Irak’ta bir olay var. Şimdi, Türkiye hangi sıkışıklıkların içine giriyor. PKK’yı meşrulaştırmak olayı Irak’taki etnik kimlik maskesinin altına PKK’yı yerleştirmek çok tehlikeli, Türkiye’yi çok karıştıracak vahim gelecekte gelişmelere temel atmak anlamına gelir. O nedenle bizim de, Amerika’nın da, Kuzey Irak’taki yetkililerin de, Bağdat’taki yetkililerin de kim terör yaparsa yapsın, soydaşım da olsa, bir büyük komşuna karşı terör yapılması karşısında harekete geçmeni gerektirir. PKK terörünü birlikte etkisiz kılmak zorundayız. (Alkışlar)

Bölgede barış PKK’yı görmezlikten gelerek değil, PKK’yı önce elbirliğiyle etkisiz kılarak sağlanır. Var mısınız? Karıştırma onu. İşte orada iş kopuyor, orada iş kopuyor. Var mısınız PKK’yı elbirliğiyle etkisiz kılalım, iyi niyetle, herkes kendi katkısını versin, hep beraber burada PKK’yı etkisiz kılalım, ondan sonra bu bölgede her türlü demokratik gelişmeyi, dostluğu, barışı, kardeşliği, ekonomik refahı birlikte sağlayalım, kimliğe saygıyı hep beraber gerçekleştirelim, var mısınız bunu yapalım? Bir küçük şey istiyoruz ya, bir küçük şey istiyoruz. Bir terör örgütü olarak PKK’yı birlikte etkisiz kılalım, başka hiçbir şey istemiyoruz. (Alkışlar)

Yoo sen PKK’yı allayıp pullayıp, cilalayıp, makyajlayıp, Kuzey Irak deyip, içeride siyasallaşma deyip bize yerleştirirsen iyilik yapmış olmazsın, çünkü o terörü bırakmış değil. Terörü bırakıp terörü reddedip Türkiye’yi bölme konusundaki siyasi projesini ortadan kaldırıp bir yeni arayış içinde ortaya çıkmış değil. Canım, çıkmasa sen idare et, yani sen geleceği düşünme, ona teslim ol. Bu yanlış değerli arkadaşlarım. Bu noktada Türkiye dikkatli olmak zorundadır, duyarlı olmak zorundadır. Maalesef, Türkiye’yi yönetenler bu konuda bu duyarlılık içinde, bu dikkat içinde değildir, olay da buradan kaynaklanmaktadır. (Alkışlar)

Yani çok mu zor, Kuzey Irak için oradaki PKK’lılara, kardeşim burası Irak, burada bizim bir düzenimiz var. Türkiye bizim büyük komşumuz. Türkiye ile biz iyi ilişki içinde olmak istiyoruz. Geçmişte Türkiye’den çok yarar gördük. Bizim elimizden tuttu, her türlü desteği verdi. Gelecekte de biz Türkiye ile işbirliği içinde ancak daha ilerleyebiliriz. O nedenle bizim büyük komşumuz Türkiye ile ilişkimizi bozmaya hakkınız yok. Biz buna izin vermeyiz, ya çekin gidin buradan veyahut da bizim kurallarımıza uyun demesi çok mu zor? Irak’a bunu dedirttirmek çok mu zor? Bunun için bir şey gerekiyor, bunun böyle olmasını Amerika’nın istemesi, Irak’ın istemesi, Kuzey Irak’ın istemesi gerekiyor. (Alkışlar) Eğer oralarda bu istek yoksa, onlara bizim uymamız gerekmiyor. Bizi yönetenlerin onlara uyması gerekmiyor, kusura bakmayın, biz bu konuda çok hassasız, sizi buraya bekliyoruz demesi gerekiyor. Olay budur değerli arkadaşlarım. Bu, Türkiye’yi önümüzdeki günlerde çok meşgul edecek ana konu. Umarım, bir büyük yanlış yapmayız. Hükümet bir arayışa giriyor dışarıdan esen rüzgârların etkisiyle, ama içeride milletçe bir tavır sergileyince hepimiz durumu idare etmek gereğini duyuyor, frene basıyor, biraz daha sükûneti sağlamaya çalışıyor, tekrar aynı şekilde. İşimiz gücümüz yok artık hükümet nerede ne hatayı yapacak, onu kollayacağız. Yani biz hükümetimize güvenmek istiyoruz, ona destek olmak istiyoruz, onunla birlikte bu bölgede sorunlarımızı çözmek istiyoruz. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bakınız bunu şimdilik noktalıyorum. Bu yeni Yargıtay yasasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu fevkalade önemli bir konu. Bunu şu anda konu Adalet Komisyonunda, Türkiye Büyük Millet Meclisinde, Yargıtay Kanununda Değişiklik Yapılmasına yönelik bir kanun tasarısı. Sıradan bir kanun tasarısı gibi gözüküyor, ama inceleyince AKP iktidarının neyin peşinde koştuğunu, ne yapmaya çalıştığını çok açık bir şekilde görüyorsunuz.

Değerli arkadaşlarım, biliyorsunuz bir süre önce bölge mahkemeleri, istinaf mahkemeleri kurulmasına yönelik bir kanun çıktı, yani ilk aşama mahkemeler, bidayet mahkemeleri ve yukarıda Yargıtay temyiz, bu ikili sistemin araya bir bölge idare, bölge mahkemeleri kurarak, istinaf mahkemeleri kurarak üçlü sisteme dönüştürelim diye bir yasa çıktı. Fakat bu yasa ile ilgili şu ana kadar ciddi her hangi bir alt yapı hazırlığı yapılmamıştır. Yani bu yasanın yürütülmesi için hâkim sorununun çözülmesi lazımdır, nerelerde, kaç tane bölge mahkemesinin kurulacağının kararının alınması lazımdır, bunun yerlerinin tutulması lazımdır ve burada görev yapacak olan hâkimlerimizin, savcılarımızın eğitilmesi lazımdır, bu konularda hazırlanması lazımdır, bunların hiçbirisi yapılmış değildir. Şu anda Adalet Bakanlığı kaç yerde istinaf mahkemesi kurulacak sorusuna resmî bir cevap verebilmiş değildir, Adalet Bakanı da kaç yerde kurulacağını bilmiyor ve Türkiye’de yargı mensuplarımız bakımından da ilginç bir tablo var. Yargıtay’dakiler dahil olmak üzere, Türkiye’nin yargı sisteminde bütün Türkiye’de birinci sınıf 2 122 hâkim var, 570’de savcı var. Türkiye’deki bu kadronun, Yargıtay’ın ve mahkemelerimizin şu andaki iş yükünü karşılamaya yeterli olmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Bakın son günlerde çeşitli olaylar, bu deprem yargılamaları dolayısıyla konu gündeme geldi ve birdenbire görüldü ki, yargı sistemimizi yeterince çalıştıramadığımız için zaman aşımına uğradığından dolayı pek çok dosyanın gereği yerine getirilememiştir. Bakınız işte burada bir vatandaşımız, o infial içinde, o kırgınlık içinde. Binlerce insan, binlerce dosya gereği yapılamadığından dolayı zaman aşımına terk edilmek durumunda kalıyor. Bunu yetkili Yargıtay üyelerimiz, daire başkanlarımız ifade ediyor. Yani Türkiye’de yargı sistemi yükün altında ezilmiş. Şimdi, buna bir yük daha çıkaracağız. Ne yükü? Ara kademe yükü. Yani, ara kademeyi koyduğumuz zaman iki olan inceleme aynı kadro tarafından üç defa elden geçecek, aynı iş üç defa yapılacak. İtirazlar, herkes umutla Yargıtay’a gönderdiği dosyasını önce bölge istinafa gönderecek, bölgede sonuçlandığı zaman yine aynı şekilde bir umut deyip yukarıya gönderecek ve deney şunu göstermiştir ki: Bölge mahkemesi ihdas etmek, Yargıtay’ın ya da üst mahkemenin yükünü azaltmıyor. İdari yargıda bunu yaşadık gördük, idari yargıdaki tablo da bu. Şimdi böyle bir manzara var. Ama, Yargıtay Birinci Başkanı da, adli yıl açılış konuşmasında, bu tabloyla bu istinaf mahkemelerini, ara mahkemeleri kuramayız, bunu 2010 yılına ertelemeliyiz diye talep yaptı. Yargıtay Başkanımız da, 2010 yılına bu bölge mahkemesi ihdasının ertelenmesini, bu arada işte yargıç yetiştirme konusunda çalışmalar yapılmasını falan öneriyor.

Değerli arkadaşlarım, şimdi bulunduğumuz noktada istinaf mahkemeleri yürürlüğe girmiş değildir, temyiz incelemesine gelen dosyalarda bir azalma söz konusu değildir, yeni mahkemeler kurulsa bile Yargıtay’ın yükünün azalıp azalmayacağı, azalsa ne kadar azalacağı belli değildir. Bu istinaf mahkemeleri de kurulmuş değildir şu anda, hatta ne zaman kurulacağı belli değildir, ama sanki istinaf mahkemeleri kurulmuş, sanki Yargıtay’ın iş yükü çok ciddi ölçüde azalmış ve artık temyizde Yargıtay’da görev yapan hâkimlere ihtiyaç kalmamış gibi bu yasa Yargıtay’ın budanmasını öngörmektedir. Yani bu yasayla, şu anda Yargıtay’ın yükü azalmış sayılarak kadro daraltılması yöntemi uygulamaya konulmak istenmektedir.

Değerli arkadaşlarım, şu anda var olan Yargıtay’daki dosya yükünün temizlenmesi için üç dört yıla gerek vardır. Böyle bir ağır iş yükü altında Yargıtay’ımız. Şimdi, şu anda yüksek Yargıtay’ımızda 250 yargıç kadrosu var, yüksek yargıç, temyiz üyesi kadrosu vardır. Yargıtay Kanununun 29’uncu maddesine göre, üye boşalmasında eğer sayı ona çıkarsa, bu 250 kişinin on tanesini aşan bir boşluk, emeklilik dolayısıyla, vefat dolayısıyla, işten ayrılma dolayısıyla ortaya çıkarsa, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun iki ay içinde seçim yapma zorunluluğu vardır. On eksik olursa iki ay içinde seçim yapacak. Eylül 2006’dan bu yana, yani beş buçuk aydır Yargıtay’daki boş üye sayısı 10’nun çok üzerinde, bizim hesabımıza göre 22 şu anda, 22 üye boş olduğu halde ve Yargıtay Birinci Başkanlığınca eksiklik ve ihtiyaç Hâkimler Savcılar Yüksek Kuruluna iki kez bildirildiği hâlde Kurulun Başkanı olan Adalet Bakanı kurulu toplayıp Yargıtay üye seçimini yapmamakta ısrar etmektedir. Beş buçuk aydır yasa ihlal edilerek Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay’a seçmek zorunda olduğu üyeleri seçme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Kurulun teşekkülü için Adalet Bakanı kendisi bu iş toplamıyor, Kurulun teşekkülü için müsteşarını da göndermiyor. Ona yetki verse, sen git bunu yap dese o da olacak, onu da yapmıyor ve böylece yasanın açık hükmü hem Adalet Bakanı hem de müsteşarı tarafından çiğnenerek, bir anlamda, maalesef görev, yetki kötüye kullanılmış oluyor. Şimdi, bunun sıradan bir ihmal, sıradan bir savsaklama olarak anlaşılması mümkün değildir. Bu, bilinçli bir tercihin sonucu olarak ortaya çıkan bir durumdur. Ayırtısına girmek istemiyorum, perde arkasına girmek istemiyorum, çok yaralayıcı söylentiler ortadadır Yüksek Yargının yapısıyla ilgili, ama sadece bu olay, yasa emrettiği halde beş buçuk aydır Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun toplanıp 22 tane temyiz üyesini seçmeme konumunda tutulmasının anlaşılması mümkün değildir, ya da bu yeni kanun maddesini görünce bunu anlıyorsunuz. Bu tablo içinde bu önümüze gelen kanun maddesinin değerlendirilmesi gerekiyor.

Değerli arkadaşlarım, getirilen madde, getirilen yasa, bu 22 üye seçilmiyor, 250 olan üye sayısı, getirilen yasa, temyizdeki Yargıtay üye sayısının 150’ye düşmesine kadar seçim yapılmamasını öngörüyor. Yeni kanun geliyor, kanunda diyor ki, şu anda 250 eksiği 22 kadro var, bırakın o 22’yi yapmayı, kanun öngördüğü hâlde 150’ye kadar yapmayalım, bunun yetkisini bize verin diyor. Bunun yetkisini kanunla almaya çalışıyor. 150’ye indirmeye çalışıyor. Niye? Henüz kurulmamış olan istinaf mahkemeleri kurulmuş da, temyizin iş yükü azalmış da, temyiz üyesi yargıçlara ihtiyaç kalmamış da onun gereğini yapalım diye bakıyor. Sadece şu anda elindeki dosyaları tamamlamak için üç dört yıla ihtiyacı var Yargıtay’ın.

Değerli arkadaşlarım, getirilen kanun, bir, Yargıtay’daki üye sayısının azaltılmasını öngörüyor, iki, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısının zaman içinde değişmesine yönelik bir teklif getiriyor. Anlaşılan, şu andaki Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı bu iktidarı mutlu etmiyor, öyle anlıyoruz. Yani şu andaki Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısı onları mutlu etmiyor ki, görevini yapmasını engelliyorlar, yeni buna yasal bir kılıf bulabilmek için Yargıtay’daki üye sayısı 150’ye ininceye kadar yapılmamalı diyorlar ve bu arada bu seçimi yapacak olan Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını nasıl değiştiririz diye düşünüyorlar, bunu sağlamaya yönelik bir teklif getiriyorlar. Şimdi, şu cinliğe bakınız değerli arkadaşlarım, getirilen teklife bakınız. Şu ana kadar Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri nasıl seçiliyor? Yargıtay’ın büyük genel kurulu toplanıyor, yani o 250 civarındaki üye toplanıyor ve onlar kendi aralarında her boş yer için üç tane isim seçiyorlar, yani her Yargıtay üyesi üç ayrı adaya oy kullanıyor, falan kişiden kaynaklanan boşluk için şu üç kişi, filan kişiden kaynaklanan için şu üç kişi diye isimleri hazırlıyor, seçiyor, o seçim Cumhurbaşkanının önüne geliyor, Cumhurbaşkanı da o üç kişiden birisini atıyor hâkim olarak, temyiz üyesi olarak. Şimdi getirilen şu: Yıllarca bu böyle gitmiş, bunu böyle yapmayalım diyorlar. Nasıl yapalım? Her Yargıtay üyesi, her boşluk için gereken üç kişiye oy veriyor ya, bunu üç kişiye vermesin bir kişiye versin, her Yargıtay üyesi bir kişiye oy versin ve onları sıralayalım, oradaki üç kişi gitsin Cumhurbaşkanının önüne. Yani diyelim, mesela bir seçime 150 tane temyiz üyesi katılsa, o 150 üyeden 75 tanesi A ismine verse, 74 tanesi B ismine verse, bir kişi C ismine oy verse, Sayın Cumhurbaşkanı o C’yi seçme hakkına sahip olsun diyorlar. Yani, Yargıtay’ın çoğunluğunun tercihi Cumhurbaşkanının önüne gidecek her aday için aranmasın, Yargıtay üyelerinin çoğunluğu olmadan da bazı Yargıtay üyeleri o listenin içinde yer tutabilsin, Sayın Cumhurbaşkanı uygun görürse onu atayıversin. Böylece Yargıtay’ın iradesinin yerine yeni Cumhurbaşkanının iradesi tercih edilerek, ona hareket imkânı sağlayacak şekilde bir tablo oluşturuluyor.

Değerli arkadaşlarım, ne diyorduk biz? Neye itiraz ediyorduk Cumhurbaşkanı seçiminde Sayın Tayyip Erdoğan’ın aday olmasına, niçin itiraz ediyorduk? Senin bu anlayışınla Cumhurbaşkanlığı yetkileri bir arada gitmez, giderse Türkiye karışır diyorduk, Türkiye’yi sıkıntıya sokarsın diyorduk. Sen kavgacı bir insansın, sen Yargıtay’la kavgalısın, Üniversite ile kavgalısın, Anayasanın özüyle kavgalısın, sana o yetkiler verilmez, yanlış olur, sen isteme diyorduk. (Alkışlar) Şimdi, açıkça gözüküyor, Yargıtay’dan rahatsızız, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulundan rahatsızız, Yargıtay’ı bir süre seçim yapmadan bu şekliyle tutalım, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu benim emrimde bir kurul değil, onun yapısını değiştireyim, daha sonra Cumhurbaşkanlığı ile birlikte Yargıtay’ı ayarlarız.

Değerli arkadaşlarım, bunların düşünüldüğü bir ülkede demokrasi, hukuk devleti, hak, hukuk işler mi? Güven işler mi? İnsan hakları saygı görür mü? Hukukun şartları yerine getirilir mi? Güven olur mu? Barış olur mu? Kardeşlik olur mu? Manzara bu, zihniyet bu, bir kez daha burada ortaya çıkıyor.

Değerli arkadaşlarım, bu çok tehlikeli bir yaklaşım. Bu nasıl sakıncalı bir manzarayla karşı karşıya bulunduğumuzu bize açık bir şekilde gösteriyor. Buna mutlaka bir çare bulmak zorundayız. Yani, Türkiye, bu gidişi durdurmak zorundadır, ne gerekirse yapmak zorundayız. Cumhurbaşkanlığı bu oluşumun o nedenle kritik bir parçasıdır. Cumhurbaşkanlığının uzlaşmayla seçilmesi mecburiyeti bu nedenle vardır. Biz, bunu kendi siyasi hesaplarımız için söylemiyoruz, Türkiye’nin Anayasasını işler kılabilmek için, yargının bağımsızlığını güvence altında tutabilmek için, üniversitenin hukukunu koruyabilmek için istiyoruz. (Alkışlar) Bu yasa çıkmamalıdır değerli arkadaşlar. Bu yasayı önlemek için bütün gücümüzle çalışacağız. Bunun haklı bir nedeni yoktur. Bu, tamamen belli siyasi ihtiyaçlara yönelik bir düzenleme olarak önümüze gelmiştir. Ne böyle bir ciddi ihtiyaç var, ne bunu haklı kılan bir durum var, tam tersine Türkiye’nin şimdi güçlü bir Yargıtay’a, iş yükü altında ezilmekten sıyrılmış, yıllarca dosyaların beklediği bir durumdan çıkmış bir Yargıtay’a ihtiyacı var. Bunun için Türkiye’de Yargıtay’ın takviye edilmesine, desteklenmesine ve güçlenmesine ihtiyaç var.

Değerli arkadaşlarım, bakınız bu zihniyet artık kendisini saklayamaz hâle geldi. Bir süreden beri bu doğrultuda birtakım işaretler ortaya çıkıyordu, şimdi çok tehlikeli bir boyut kazandığını görüyoruz. AKP artık devleti, devletin etkilerini, devletin gücünü kendi çıkarı için kullanmaya başlamıştır, kendi partizanca çıkarı için kullanmaya başlamıştır. AKP, kendi derin devletini kurmaya başlamıştır. Paralel devletini, gizli devletini, devlet içindeki devletini oluşturmaya ve kurmaya başlamıştır. Çok tehlikeli bir gelişmedir. Bu gelişme artık inkâr edilemez hâle gelmiştir. Bakınız bunun çeşitli emarelerini, işaretlerini hep gördük. Bir süre önce, hatırlarsınız, Başbakan çıktı, medyanın Başbakanı da eleştirmeye cesaret edebildiği günlerde, yani şöyle bir uzunca bir nostaljik geçmişte sinirlendi Başbakan…(Alkışlar) ve dedi ki, ‘bakın buraya’, medyayı ve patronları hedef alarak “elimde dosyalarınız var, yeri ve zamanı gelince bunları açıklayacağım, unutmayın” dedi, bir. Bir süre sonra aynı sözleri bir daha tekrar etti, bir süre sonra tepkiler çıkmaya başladı “şantaj mı yapıyorsun, elinde ne varsa gereğini yap, çık söyle, ne saklıyorsun” denildi, “ağaçta meyve daha ham” dedi, “olgunlaşınca koparacağım” dedi. “Acele etmeyin, günü geldiği zaman yaparım” dedi. Şantaj politikası, Başbakan düzeyinde Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez, bırakınız Türkiye’nin medya patronlarını, büyük medya kuruluşlarını sade bir vatandaşa yönelik olarak bile tarihimiz boyunca yapılmamış olan bir şey. İlk kez bir Başbakan, şantaj, kamuoyu önünde, milyonların önünde “dosyan var, gereğini yaparım” dedi ve maalesef bu yaklaşım Türkiye’de rejimin işleyişini çok ciddi şekilde olumsuz etkileyecek bir süreci başlattı ve çok daha somut müdahaleler, şikâyetler, girişimler yapıldı ve birden bire Türkiye’deki medya haritası değişti, medya topografyası değişti. Yeni yeni medya kuruluşları, bir kısmı TMSF’den, bir kısmı başka yerlerden, yeni sermaye grupları, yeni girişimler birden bire. O kimin, dedikodunun bini bir para. Ne oluyor? Bir yeni beyin yıkama düzeni, sistemi Türkiye’de oturtulmak isteniyor. İçeriden, dışarıdan, yerli yabancı hep birlikte el birliğiyle bir yeni medya düzeninin şekillenmekte olduğuna tanık olduk. Türkiye’nin en önemli özel sektör kuruluşu Odalar ve Borsalar Birliği’nin Sayın Başkanı Hisarcıklıoğlu kendi oda mensuplarıyla konuşmalarında sık sık şunu söylemeye başladı: “Bize sesinizi çıkardığınız zaman üzerimize geliyorlar ve sen getir bakalım defterlerini, getir bakalım bilançolarını, getir bakalım kayıtlarını, müthiş bir baskı altındayız” diye şikâyet etmeye başladı. Kime diyor defterini getir diye? Yolsuzluk yapana mı? Hesabı karışık olana mı? Hayır. Sesini çıkarana.

Yani, bizim maliye mevzuatımızda, vergi mevzuatımızda hükümeti eleştirenlerin dosyalarına daha bir dikkatle bakılır diye bir düzenleme mi var? Bizim mevzuatımızda kişi takibatı bile yapılmaz, sektör takibatı yapılır, yani bir sektöre girilir, o sektördeki herkese adaletli bir şekilde yaklaşılır ve ne varsa ortaya çıkarılır. Hayır. Şimdi, selektif, şimdi adrese postalanmış denetim mekanizmaları, devlet kudretinin kullanılması.

Değerli arkadaşlarım, bunun çok ağır örneklerini hep yaşıyoruz. Tabii içimiz hicranla dolu bu konuda. Bu bir demokrasi meselesidir, Anayasa meselesidir, hukuk meselesidir. Biz arkamızda bunca yıllık demokrasi deneyimi var, iktidarı halkın oyuyla değiştirdiğimiz tarihten günümüze 60 yıla yakın süre geçti, 57 yıl geçti, 57 yıl sonra en temel basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü, demokrasi problemleriyle karşı karşıyayız hem de öyle falan kanunun filan maddesindeki yanlışlık şeklinde değil, keşke öyle olsa, sistemi özüyle çökerten, insanları konuşamaz hâle getiren bir ağır baskının altına Türkiye alınmış durumdadır. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bugünkü Türkiye ortamında hiçbir babayiğit çıkıp artık Maliye Bakanını şikâyet edemez, Başbakanı şikâyet edemez. Türkiye tarihinde bu kadar şikâyet edilmeyi hak etmiş bir Maliye Bakanı gelmemiştir, hesabını verememiş bir Maliye Bakanı, hesabını verememiş bir Başbakan…(Alkışlar) …hakkında dört defa af yasası çıkarttıran bir Maliye Bakanı, yolsuzluk dosyaları, Meclisin Adalet Komisyonunda tozlu raflarda bekletilen bakanlar, başbakan, ama çıkıp birisi bunun hesabını Türkiye’de artık soramaz değerli arkadaşlarım, soramaz. (Alkışlar)

Tek umut milletin bu gerçeği kavramasıdır. Bizim görevimiz bunu anlatmak, anlatacağız, sonuna kadar anlatacağız. Acaba, bizi nasıl sustururlar, onu da arıyorlar, onun tertiplerini yapıyorlar, tezgâhlarını kuruyorlar, yok bilmem banka kredileri, hesapları nereden giriyor, nereden çıkıyor onlarla uğraşıyorlar. Uğraşsınlar, bir biz kaldık, bir de namuslu, dürüst birtakım insanlar, yazarlar, aydınlar ve sağduyusuna güvendiğimiz halkımız, bu acı bir tablo değerli arkadaşlarım. (Alkışlar) Bakın şimdi bu manzara içinde en son gelişme:

Ortada bir televizyon kanalı var, Kanal Türk. Yiğit, vatansever bir avuç insan, para pul peşinde değil… (Alkışlar) … onun bunun gözüne girme peşinde değil, inandığı gerçekleri gözü kara bir şekilde söyleme anlayışıyla ortaya çıkmış kanalını kurmuş, yayınını yapıyor ve millet de birdenbire oh be diye, ya bunu söyleyenler de varmış, ne güzel diye bir nefes alma borusu gibi zevkle bunu izliyor bir süredir. Olur mu öyle şey, sana söyletirler mi bunu, hemen devletin bütün kurumları, devletin bütün organları, Maliye Bakanlığının bütün teşkilatı, vergi denetim elemanları hepsi Türkiye’de sanki tek yolsuzluk yapan, vergisini vermeyen, usule aykırı malî ilişkiler içinde bir kurum var, o kurum da bu kurummuş gibi bütün devlet teşkilatı üzerinde, 14 tane ekip aynı anda araştırma yapıyor. Hukuka aykırı, görevlendirme ilgili daireden değil Ankara’dan yapılıyor, Ankara görevlendirmeyi yapıyor. Geleneğe aykırı, usule aykırı, ne kadar ilgili kuruluş varsa hepsinin üzerine çullanmışlar, yetmemiş değerli arkadaşlarım, en son geldiğimiz noktada vergi denetim elemanı bir yazı yazmış, tüm bankalara, bankacılık sistemine diyor ki: “Bu kuruluşun, bu kuruluşla ilgili şu şu kuruluşların ve şu şu kişilerin bütün banka hesap hareketlerini, EFT’ler dahil olmak üzere hısım akrabasına para gönderdiyse onlar, geleni çıkanı, bütün 94’ten bu yana her şeyiyle çıkarın ve 15 gün içinde bana bildirin.” Şimdi, bütün Türkiye’de bütün bankalar işi gücü bıraktı, Cüneyt Arcayürek’in malî durumunu araştırıyor.

Değerli arkadaşlarım, bu kimseye yakışmıyor. Cüneyt Arcayürek, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin tarihiyle özdeş bir insan. (Alkışlar) 3 milyarlık aylığıyla ailesini kimseye muhtaç olmadan geçindirmenin dışında hiçbir hesabı olmayan Türkiye’nin kırılamayan namuslu, ahlaklı bir kalemi. (Alkışlar) Hasta yatağında canıyla uğraşıyor şu sırada. İki gün önce telefon ettim, hasta, geçmiş olsun demeye. Şimdi, bu insanı devletin Maliye Bakanlığı, kendi hakkında dört defa af çıkaran Maliye Bakanı, bütün dosyaları ört bas eden Maliye Bakanı, bunca dedikodu ortalıkta ayyuka çıkmışken, hiçbirisiyle ilgilenmeden Cüneyt Arcayürek’in bütün bankalardaki hesaplarının peşine, koş koşa bildiğin kadar, bak nereye varacaksın bakalım. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu ayıptır, ayıp. Bilmem bir şeyi ifade ediyor mu? Bunun anlamını umarım, hâlâ kavrayabilecek olan insanlar vardır muhataplarımız arasında. Ayıptır, ayıp… Ne olacak, o iktidara sen çakılmak üzere mi geldin? Gideceksin, çaren yok gideceksin. (Alkışlar) Hayır gitmeyeceğim. Şimdi, bu korku iktidara egemen olmaya başladı. Başbakan geçenlerde çıktı, hâlâ dilinin altında o var “Sakın ha, koalisyon olmasın” diyor. Koalisyon korkusu yüreğine girmiş “Sakın ha koalisyon olmasın” diyor. “Bırakın biz böyle götürelim” diyor. Koalisyon korkusu yüreğine düşmüş. Artık senin çaren yok, sen, sana verilmiş olan müstesna bir fırsatı, ne yazık ki kullanamadın, kullanamadın heba ettin, şimdi böyle ağlayarak, yalvararak bir yere varman mümkün değil, o iş bitti artık, senin hakkında millet hükmünü verecek. (Alkışlar)

Başka ne diyor? “Kayayı güçlükle zirveye çıkardık, aman ha kayıp aşağıya inmesin” diyor. İnecek, kim çıkardı onu? Sen o yüzde 34 oyla mı çıkardın zannediyorsun onu. O seçim kanunun sonucu o kaya dediğin şey, o parlamentodaki üçte iki. O bugün var, yarın yok, yarın görürsen ne olduğunu. (Alkışlar)

Yine çıkmış toplamış belediyelerini, parti yöneticilerini onlara diyor ki; “Aman ha, kömürleri bizzat kendiniz götürün verin. Kömürleri bizzat verin, vatandaşın eline teslim edin, sizin verdiğinizi bilsin vatandaş” diyor. O verilen kömür kimin kömürü? Devletin kömürü, devletin kömürü, milletin kömürü. Bir Başbakan o kadar aciz bir hâle düşmüş ki, artık devletin kömürünü belediye başkanının, AKP’li il, ilçe başkanının vatandaşa dağıtmasından medet umar hâle gelmeye başlamış. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de çok değerli bazı gazeteci dostlarımız da diyor ki: “CHP sen de dağıt” diyor. Yani, Türkiye’de sosyal devlet kayboluyor, hukuk kayboluyor, sadakaya mecbur bırakılmış insanlar, ezik insanlar, onuru zedelenmiş insanlar ülkesi hâline dönüşüyoruz, bu yanlıştır, bunu değiştirmek lazım diye bir büyük toplumsal tepki karşısında, bir değerli arkadaşımız bize “Sen de dağıt, sen niye dağıtmıyorsun?” diyor. “Çık sokağa, sen çıkmıyorsun” diyor. “Sen medyadan şikâyet ediyorsun” diyor. Evet, şikâyet ediyorum medyadan, medyadan şikâyet ediyorum, etmeye devam edeceğim. O, onun alternatifi değil. Ben de dağıtacağım. Neyle dağıtacağım? O neyi dağıtıyor zannediyorsun sen? O, fakfuk fonundan, milletin, fakir fukaranın parasını dağıtıyor kendi partizanları aracılığıyla. (Alkışlar) O, milletin kömürünü dağıtıyor, devletin kömürünü dağıtıyor, milletin hakkını dağıtıyor. Kendi lütfüymüş gibi veriyor ve sen de bunu uygun görüyorsun. Rica ederim… Rica ederim…

Değerli arkadaşlarım, bunların hepsi çaresizliğin getirdiği noktadır. Bakınız şimdi en son bu çerçevede, erken seçim muhabbeti açıldı. Kim açtı? Başbakan açtı. “Mayıstan sonra konuşuruz.” Niye mayıstan sonra konuşuyorsun? Erken seçimi konuşacaksak gel şimdi konuşalım. Şu an itibariyle imkân var. Mayısın başında, iki buçuk aydan üç aya yakın süre var, seçimi yapmak mümkün. Gel şimdi kararlaştıralım, mayısın başında seçimi yapalım, o Meclis toparlansın ve yeni Cumhurbaşkanını o seçsin. Erken seçim diyorsan, kasımda yapmak şart değil ise, gel mayısın başında yapalım. Hayır. Ne istiyorsun? Şu bir daha elime geçmeyecek olan parlamentodaki şansı Cumhurbaşkanı seçimi için kullanayım, ondan sonra da erken seçime gideyim. Ondan sonra niye erken seçime gidiyorsun? Güneş görmüş kar gibi eriyorum diyor, eriyorum diyor, eriyorum. (Alkışlar) Antalya’da Beydağının tepesindeki mayıs güneşini görmüş kar nasıl erirse, ben de eriyorum diyor, o yazı çekemem diyor, bir an önce, bir an önce diyor. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu, AKP’nin bu konularda ne kadar samimiyetsiz, ne kadar kendi günlük çıkarını devletin menfaatinin üzerine geçirerek takip etme kararlığında olduğunu ortaya koyan bir manzara. Eğer seçim yapılacaksa yapalım. Hâlâ şu an itibariyle şans var, şu an itibariyle Türkiye’nin Cumhurbaşkanı seçiminden önce bir genel seçim yapma şansı var. Hazirana gidelim, temmuzda yapalım, ağustosta yapalım, millet tatile gittiği zaman yapalım. Bu kurnazlıklarla kimse bir yere gidemez. Zulümle iktidar olunmaz. (Alkışlar) Cüneyt Arcayürek’le uğraşarak iktidar olunmaz. (Alkışlar) Dürüst medya baskı altına alınarak iktidar kalınmaz. (Alkışlar) Devletin kömürü ona buna dağıtılarak iktidar olunmaz. (Alkışlar) Temelinde haram yatan iktidarla millete hizmet olmaz. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, hepinize teşekkür ederim, saygılar sunarım. (Alkışlar)