Wednesday, March 28, 2007

Genel Başkan Baykal: "Başbakan, Bana 'Sen Kimsin" Diyor. Ben Allah'ın Fani Bir Kuluyum. Klmlik Problemim Yok, Ama Senin Ne Olduğunu Biliyorum”


-“Sen Öcalan'a sayın dedin mi demedin mi? Bu senin kafandaki karışıklığı yansıtıyor mu, yansıtmıyor mu? Terörle mücadele yasasına, onu affetmeye yönelik maddeyi koydun mu koymadın mı? Onun etrafındaki çevrelerle flört ediyor musun, işbirliği yapıyor musun yapmıyor musun? Bunları cevapla”

-"Cumhurbaşkanlığı konusunda halkın çoğunluğu adına diyoruz ki sakın ha ihtirasının kurbanı olma, Türkiye Cumhuriyetiyle hesaplaşmak üzere oraya gelmeye kalkma"

-"Türkiye, Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı dönemini taşıyamaz"

-“Hala aday yok. Dünya basını bu manzaraya bakarak, “Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi bir hayalet seçimi” diye yazılar yazıyor”

-"Dini kullandılar, şimdi de demokrasiyi kullanıyorlar. Demokrasiyi, yanlış işlerin kılıfı haline getirmeye çalışıyorlar"

-"Anayasamızın özüne ve demokrasiye en büyük sıkıntıyı verecek olan, Başbakanın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesidir"

-"Cumhurbaşkanı, kafasında devletin temelleriyle ilgili hiçbir problem olmayan bir insan olacak. 'Ben, Türk Milletinin bir parçasıyım' demekten gocunmayan bir insan olacak"

-"Herkes bilsin ki Başbakanın Cumhurbaşkanı olmayı istemesi için hiçbir teşvike ihtiyaç yok. O istiyor zaten. Onun tahrike, teşvike ihtiyacı yok"

-"Başbakanlık Müsteşarı, intihal yaptığı için mahkum olmuştu. Şimdi başbakan da geçen yüzyılın Babıali kavgalarından aparmalarla konuşuyor. Çukur, irtifa, seviye diyor. Seviye önemli bir söz. Sadece coğrafi bir deyim olarak anlaşılamaz, kültür, ahlak, dürüstlük seviyeleri var”


İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, "Cumhurbaşkanlığı, bir kapkaç seçimi olmamalıdır", kimin seçileceği açıkça tartışılabilmelidir" dedi.

Genel Başkan Baykal, CHP TBMM Grup toplantısında yaptığı konuşmada şunları söyledi; "Anayasamızın özüne ve demokrasiye en büyük sıkıntıyı verecek olan, başbakanın cumhurbaşkanı olarak seçilmesidir. Erdoğan Anayasanın özünü içine sindirememiştir.

Biz 2002 seçimleri sonrası tehlikeyi gördük, Türkiye'yi, anayasal rejimin rotasından çıkarmaya yönelik bir arayışın içine girilmemesi, anayasal vazonun kırılmaması, laik, demokratik cumhuriyetin ilkeleriyle oynanmaması" uyarısında bulunduk. Bugünde uyarıyoruz. Bazıları CHP'nin, Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olmasını istediğini, bu nedenle tahrik etmeye, kızdırmaya yönelik bir politika izlediğini öne sürüyorlar. Herkes bilsin ki Başbakanın cumhurbaşkanı olmayı istemesi için hiçbir teşvike ihtiyaç yok. O istiyor zaten. Onun tahrike, teşvike ihtiyacı yok. Ama biz olmamalı diyoruz. Türkiye'de vatandaşların ezici çoğunluğu, Başbakan Erdoğan'ın cumhurbaşkanı olma ihtimalinden rahatsız. Biz samimiyetle Başbakanın cumhurbaşkanı olmasının Türkiye'de gerilimi, sıkıntıyı artıracağına inanıyor ve Türkiye'yi sakınmak, korumak için bu ihtimale karşı herkesin duyarlılığını artırmaya çalışıyoruz. Bu çağrımızın nedeni sadece milletimizi ve iktidarı uyarmaktır. Biz bu sözlerimizi milletimize, iktidara yönelik olarak söylüyoruz.

Demokratik görevimizi yapıyoruz. Bu görevin yapılması lazım. Türkiye böyle sessizce teslim alınabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti'ne yönelik tuzağın bu kadar aciz, bu kadar duyarsız, dikkatsiz bir kamuoyu ortamı içinden yürütülmesine göz yumulabilir mi? Böyle bir şey olmaz, olmamalıdır, olmayacaktır. Bunu anlatmak CHP'nin görevidir. Bunu, bütün gücümüzle yapıyoruz. Cumhurbaşkanı, kafasında devletin temelleriyle ilgili hiçbir problem olmayan bir insan olacak. 'Ben, Türk milletinin bir parçasıyım' demekten gocunmayan bir insan olacak. Biz, milyonlarca vatandaşımız, halkın çoğunluğu adına Başbakan’a diyoruz ki sakın ha ihtirasının kurbanı olma, sakın ha Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşmak üzere oraya gelmeye kalkma. Bu, bizim samimi anlayışımızdır, görevimizdir. Bu görevi yerine getiriyoruz."

CHP'nin, aylar önce Erdoğan'ın niçin cumhurbaşkanı olmaması gerektiği konusunda 35 gerekçe ortaya koyduğunu belirten Baykal, bunların hiçbirisine yanıt verilemediğini söyledi. Baykal, "(Ne biçim manzara o Hikmetyar'ın dizinin dibinde) demişiz. O fotoğrafa dikkatle bakın, normal bir yanına oturma değil. Bacağına sarılmış, vücut diliyle sadakatini, bağlılığını ortaya koyuyor. Şimdi o insanı biz laik demokratik cumhuriyetin cumhurbaşkanı yapacağız. Vallahi benim içime sinmiyor" dedi.

Başbakan Erdoğan'ın, BM kararıyla terörü finanse ettiği tespit edilmiş Yasin El Kadı'ya 'kefil olduğunu" da hatırlatan Deniz Baykal, şunları söyledi; "Uluslararası basında çıkan haberlere göre, Başbakanın meşhur danışmanı, Yasin El Kadı'ya ait bir vakfın hesabına 60 bin ABD Doları transfer etmiş. Daha sonra bu meşhur danışmanın annesi, 250 bin dolar transfer etmiştir. Başbakan, bu transferi yapan kişiyi yanında danışman olarak tutuyor; o transferin yapıldığı vakfın başkanı El Kadı'ya kefil oluyor, sonra Türkiye Cumhuriyeti'nde cumhurbaşkanı olmak istiyor... Olmaz, olmamalıdır."

CHP genel Başkanı Baykal, Başbakan Erdoğan'ın, bir konuşmasında terör örgütü elebaşı Öcalan'a iki kez "sayın" dediğini, şehitler için ise "kelle" ifadesini kullandığını belirterek, "Bu işin hukuk boyutu var, ama bence asıl önemli olan siyaset boyutudur. Başlatılan inceleme sonucunda ne karar alınacak, hep beraber görürüz. Biz onlarla meşgul değiliz. Ama Türkiye'de bir önemli siyaset adamının, cumhurbaşkanı adayının böyle bir sözü telaffuz edip etmediği önemlidir" dedi.

Başbakan "o sözleri kazayla söylediyse bunu açıklayarak özür dilemesi gerektiğini" ancak bunun yapılmadığını hatırlatan Deniz Baykal, Erdoğan'ın, kendisine "Sen kimsin?" dediğine dikkat çekerek şunları söyledi; "Ben Allah'ın fani bir kuluyum. Yetmiyor mu? Kimlik problemim, kompleksim yok. Erdoğan'a kimliğini sormuyorum, çünkü kimliğini biliyorum, kim olduğunu biliyorum”

Erdoğan'ın, eleştirilere cevap verme yerine, saldırıda ve hakarette bulunduğuna dikkat çeken Baykal, “Erdoğan'ın Müsteşarı, intihal yaptığı için mahkum olmuştu. Şimdi Başbakan da geçen yüzyılın Babıali kavgalarından aparmalarla, 'Seviye konuşmuyoruz, o da bir irtifa ifade eder' diyerek, çukur ima etmeye çalışıyor. Çukur, irtifa, seviye, bunlar coğrafi kavramlar. Başbakan'ın seviye telakkisi coğrafi çerçevenin dışına çıkmış değil. Başbakan, kadastro, arsa terminolojisi içinde olaya bakıyor. Seviye önemli bir söz. Sadece coğrafi bir deyim olarak anlaşılamaz, kültür, ahlak, dürüstlük seviyeleri var. Seviye deyince bunları beraber düşünmek lazım. Başbakan kızgın. Saldırarak bunlara cevap vereceğini zannediyor. Sen Öcalan'a sayın dedin mi demedin mi, bu senin kafandaki karışıklığı yansıtıyor mu yansıtmıyor mu, Terörle Mücadele Yasasına, onu affetmeye yönelik maddeyi koydun mu koymadın mı, onun etrafındaki çevrelerle flört ediyor musun, işbirliği yapıyor musun yapmıyor musun? Bunları cevapla. Bunların cevapları yok. Benimle ilgili iddian varsa ortaya koyarsın, cevabını da alırsın."

Görüşlerini açıklarken yanlış işleri yapanların, bunları bazı kutsal kavramların arkasına saklamaya çalıştıklarını belirten ve bunlardan birinin din olduğuna dikkat çeken Baykal, yanlış işleri, dinle meşrulaştırmak istediklerini söyledi. Baykal, "Kurtuluş Savaşımızı, İngiliz işgalini, dini fetvalarla engellemek istemişlerdir. Dini kullandılar, şimdi de demokrasiyi kullanıyorlar. Demokrasiyi, yanlış işlerin kılıfı haline getirmeye çalışıyorlar" diyen Genel Başkan Baykal’ın grup konuşması şöyle;

“Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili misafirlerimiz, konuklarımız, Türkiye’nin her yerinden Cumhuriyet Halk Partisi Grup toplantısını izlemek üzere aramıza gelmiş olan çok değerli vatandaşlarım, sevgili partililerim, sevgili milletim; hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)

Bugün, yine çok yoğun bir katılım görüyorum, büyük bir ilgi ve coşku görüyorum. İçinden geçmekte olduğumuz günlerin harareti vatandaşlarımıza da yansıyor, sizlere de yansıyor. Sizler de, Türkiye’ye yönelik sevginizi, sahiplenme duygunuzu, ülkemizin geleceğine yönelik ilginizi, kaygınızı bu buluşmalarda ortaya koyuyorsunuz. Aramızda yurdumuzun değişik yerlerinden gelmiş insanları görüyorum, muhtarlarımızı, görüyorum bu toplantımıza katılan sevgili muhtarlarımızı. (Alkışlar)

Ayrıca ve özel olarak selamlıyorum, hepiniz hoş geldiniz, hepiniz şeref verdiniz, hepinize teşekkür ederim. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bugün 27 Mart. Türkiye tarihi bir cumhurbaşkanlığı seçimi süreci içinden geçiyor. Birkaç hafta sonra, Türkiye’de cumhurbaşkanlığıyla ilgili gelişmelerin ne olacağını hep birlikte göreceğiz. Bütün Türkiye, Türkiye’nin dışında pek çok dünya ülkesi, Türkiye ile ilgili olan her çevre, acaba, Türkiye bu konuda ne yapacak, nasıl bir doğrultu içine girecek, nasıl bir karar alacak bunu büyük bir ilgiyle izliyor. Bu konuyu değerlendirirken dikkatimizi çeken bir temel nokta şu: Seçime bu kadar yakın bir noktaya gelmiş olmamıza rağmen ve bu seçim Türkiye’de büyük bir ilgi ve heyecan yaratmış olmasına rağmen, hâlâ ortada hiçbir cumhurbaşkanı adayı resmen yok. Bu, gerçekten dünyanın hiçbir ülkesinde karşılaşılmayacak olan bir tabloyu ortaya koyuyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi her ülkede olağanüstü önemli bir seçimdir. Bu seçimi sadece o seçimi yapacak olan parlamentonun üyeleri değil, bütün millet yakından ve haklı olarak izler, herkesin bu konuda bir söyleyeceği söz vardır, ama kimsenin söz söylemesine fırsat vermemek için, sanki hiç böyle bir seçim yapılmayacakmış gibi günler geçiriliyor, adaylar ortaya çıkmaya cesaret edemiyor, seçime mi gidiyoruz, bir dayatmayla mı karşı karşıya kalacağız belli değil, garip bir tablo. Dünya basını bu manzaraya bakarak, “Türkiye’de cumhurbaşkanlığı seçimi bir hayalet seçimi” diye yazılar yazıyorlar.

Değerli arkadaşlarım, bu hiçbir şekilde kabul edilebilir bir tablo değildir. Bu, demokrasiye uygun değildir; bu, vatandaşlarımıza saygı anlayışıyla bağdaştırılabilir değildir; Anayasamızın özüne uygun değildir. Bunun altında ancak bazı olumsuzluklar yatıyor olabilir, kaygılar, endişeler, mahcubiyetler, kaçışlar yatıyor olabilir. Bir cumhurbaşkanlığı seçimi kaçılarak yapılmaz, iddiayla yapılır, hukukunu sergileyerek, iddianı ortaya koyarak, talebini ortaya koyarak yapılır. Kimse iddia sergilemiyor, kimse talep yapmıyor, meydan, gün geçsin diye sessizce günün geçirilmesini isteyenlerin yönlendirdiği biçimde işliyor. Böyle bir tuhaf iş olabilir mi? Türkiye cumhurbaşkanı seçimi yapıyor, kimin cumhurbaşkanı olacağı belli değil.

Değerli arkadaşlarım, bu garip bir tablodur. Bunun altında, tekrar ifade ediyorum, eziklik yatmaktadır, eziklik. İddia, başı dik, kendine güvenen bir anlayış, cumhurbaşkanlığı seçimi karşısında çok net, çok açık bir şekilde talebini ortaya koyar. Talep konulamıyor. Son anda bu işi alıp götürür müyüz diye konuya yaklaşılıyor.

Tabii dikkati çeken bir başka nokta şu: Bu konu, iktidarın “aman konuşmayalım, aman gün geçirelim, son gün gelsin o zaman yapacağımızı yaparız” anlayışıyla gidiyor, ama Türkiye de bu konuyla derinden ilgili, herkes meraklı, herkes, acaba şöyle mi olur, böyle mi olur, öyle olursa ne olur diye derin bir kaygı, endişe içinde, bu da var. Bir yandan büyük bir tartışma yaşanıyor, bir yandan kimse ortaya çıkıp ben adayım deyip adaylığını sahiplenemiyor, savunamıyor, ortaya koyamıyor. Bu bir paradoks, bu bir çelişki ve içinde bulunduğumuz tablo buraya yansıyor.

Değerli arkadaşlarım, bakınız biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak bu konuda uzun bir süreden beri ciddi bir çaba içindeyiz. Önce, Türkiye’yi böyle bir tabloya doğru sürüklenmekten alıkoyabilmek için, bu politikayı birilerinin bilinçli olarak götürdüğüne dikkati çekebilmek için büyük gayret gösterdik ve herkese dedik ki, aman ha, bu fevkalade önemlidir. Cumhurbaşkanlığı bir kapkaç seçim olmamalıdır. Ne olacağı, kimin seçileceği açıkça konuşulabilmeli, tartışılabilmelidir ve bu çerçevede biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, cumhurbaşkanlığı konusunu Türkiye’nin gündeminde tutuyoruz, sürekli bu konuda değerlendirmelerimizi aktarıyoruz. Bunu niçin yapıyoruz? Niçin bu çaba içindeyiz?

Değerli arkadaşlarım, bunun doğru anlaşılması gerekiyor. Cumhuriyet Halk Partisi, cumhurbaşkanlığı seçimi konusuna nasıl ve niçin bakıyor? Biz, Başbakanın, eğer Türkiye’yi bu konuda ilgisini, dikkatini dağıtarak, bir olupbittiye getirebilirse, cumhurbaşkanı olma niyetinde olduğunu görüyoruz ve bu niyetimizi de açıkça ortaya, Sayın Başbakanın bu niyetini de açıkça ortaya koymuş bulunuyoruz. Şimdi, niyet artık aleniyet kazanmıştır. Sayın Başbakanın cumhurbaşkanı olmayı arzu ettiği, bunun fırsatını aradığı çok açıktır. Bu, kamuoyumuzun bilgisine, bilincine yansıtılmıştır. Şimdi, biz buna niye karşı çıkıyoruz? Niye bu konuda bir tepki içindeyiz? Bunun doğru anlaşılması lazım. Bazıları tabii, bu olayı sıradan bir siyasi çekişme, bir kişisel sürtüşme gibi anlama ve yansıtma eğilimi içine giriyorlar. Sanki Başbakanla ana muhalefet partisinin lideri arasında bir kişisel çekişme var, bir kavga var, hazımsızlık var, bu ihtimal karşısında biz kişisel duygularımızın etkisi altında, bireysel bir kavga anlayışı içinde buna karşı çıkıyoruz zannediyorlar ya da konuyu böyle takdim etmeye bazıları çalışıyorlar.

Değerli arkadaşlarım, şunu herkesin çok iyi bilmesini istiyorum: Bizim kişilerle hiçbir ilgimiz yoktur. Kişilerle hiçbir özel tartışma, çekişme, kavga anlayışı içinde olamayız, olmamız söz konusu değildir. Biz burada bir görev yapıyoruz. Bir büyük tarihi görev yapıyoruz, o görevin gereğini yerine getiriyoruz. Falan kişiyle, filan kişiyle Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanının bir kavga içinde olması, bir özel, kişisel çekişme içinde olması söz konusu değildir.

Değerli arkadaşlarım, hatırlayacaksınız, seçimlerden sonra biz, AKP Genel Merkezini ziyaret ettik. O zaman AKP yöneticilerini kutladık, kendilerine başarılar diledik ve seçimlerin gereğinin yerine getirilmesi için, kişisel hiçbir duygunun etkisi altında kalmadan, Türkiye’de demokratik rejimin, milli iradenin, halk iradesinin, seçmen iradesinin işlemesini sağlayabilmek için elimizden gelen her türlü demokratik katkıyı inançla verdik. O zaman bu tartışıldı. Onu tartışanlar olayı bir kişisel sorun gibi algılayarak tartışıyorlardı. Biz, olaya, bir rejim konusu diye bakıyoruz. Bizim için önemli olan halkın iradesidir, milletin iradesidir. Millet seçime girmiş, tercihini yapmış, onun gereğinin yerine getirilmesi lazım. Bunun önündeki engellerin kaldırılması lazım. Bu anlayış içinde hiç tereddüt etmeden 2002 seçimlerinden sonra demokratik hak kısıtlamalarını ortadan kaldırmak için ciddi bir gayret gösterdik. Ne o zaman birisine özel bir destek veriyorduk, ne şimdi karşı çıkarken özel bir duyguyla, düşmanlık duygusuyla hareket ediyoruz, bunlar söz konusu değildir. Ortada bir siyasi, milli sorumluluğun gereği yerine getirilmektedir. Bunun çok iyi anlaşılmasına ihtiyaç var. Bizim sorunumuz, konumuz, hiçbir şekilde kişisel değildir. Başbakanla böyle bir duygusal gerginlik içinde olmamız hiçbir şekilde söz konusu olamaz, bunun çok iyi anlaşılması lazım. Aynı şekilde bu bir parti kavgası da değil. Cumhuriyet Halk Partisi – AKP kavgası değil, dikkatinizi çekerim, biz AKP ile kavga etmiyoruz. Bir cumhurbaşkanlığı planının Türkiye için yanlış olacağına ilişkin kanaatimizi anlatmaya çalışıyoruz. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bizim verdiğimiz mücadelenin aslında bir demokrasi ve anayasa mücadelesi olduğunu herkesin çok iyi anlamasını istiyorum. Bizim verdiğimiz mücadele bir demokrasi ve anayasa mücadelesidir. Anayasamızın özünün, hukukumuzun temellerinin, devletimizin özünün demokratik kurallar içinde sahiplenilmesini gerçekleştirmeye yönelik bir mücadelededir. Yani, hiç kuşku yok, bizim mücadelemiz, cumhurbaşkanlığı seçiminin Anayasaya uygun olarak, demokratik kuralları uygun olarak yapılması anlayışına dayanmaktadır. Bu konuda herhangi bir tereddüt olamaz. Elbette Anayasanın öngördüğü şekilde, elbette Türkiye Büyük Millet Meclisinin oyuyla, seçimiyle bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapılacaktır. Bu konuda bir tereddüt yoktur. Bu seçimin doğru bir seçim olması, Anayasaya uygun bir seçim olması, Anayasanın biçimine değil, sadece özüne de uygun bir seçim olması, Anayasamızın ilkelerini de yansıtan bir seçim olması bizim temel amacımızdır. Demokrasiyi sıkıntıya sokmayacak, demokrasiyi gerginliklere sürüklemeyecek bir seçim olması bizim temel kaygımızdır.

Değerli arkadaşlarım, Anayasaya uygun olarak yapılabilecek bir seçimle cumhurbaşkanı olması söz konusu olabilecek belki yüz tane insan vardır. Yüz tane insan, Anayasaya uygun olarak, demokrasiye uygun olarak, yetkili organ tarafından seçilebilir. Bunların içinde Anayasamıza ve demokrasiye en büyük sıkıntıyı, Anayasamızın özüne ve demokrasiye en büyük sıkıntıyı verecek olan seçim, Başbakanın cumhurbaşkanı olarak seçilmelidir. Bu en büyük sıkıntıyı yaratır. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bunu niçin söylüyoruz? Niçin böyle bir iddiamız var? Nedir bu iddianın dayanakları? Çok açık, Sayın Başbakan, Anayasamızın özünü içine sindirememiş, eline fırsat geçtiği zaman, yetki bulduğu zaman, ortamı uygun hale dönüştürdüğü zaman bu konuda Anayasamızın özüne aykırı açılımlar yapmaya kararlı bir siyasi şahsiyet olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuda bizim tereddüdümüz yok. Bakınız 2002’de o bahsettiğim ziyarette, biz o zaman Başbakana dedik ki: Parlamentoda üçte ikiye yakın bir çoğunluğunuz var. Hükümeti kuracaksınız ve Türkiye’yi siz yöneteceksiniz. Millet böyle karar verdi, biz bunu saygıyla karşılıyoruz. Yalnız size şunu söylemek istiyoruz: Bakın, Türkiye’nin bu kadar sorunu var; borçları var, yolsuzluk var, işsizlik var, o zaman Annan Planı çıkmamış, önümüzde Kıbrıs sorunu var, Avrupa Birliği konusu var pek çok konu var. Bu konularda biz, size ulusal yararlar doğrultusunda katkı da veririz, yanlış uygulamalarınız karşısında demokratik hakkımızı kullanır, tartışmamızı yaparız, bu konularda hiçbir tereddüt yoktur, hayırlı olsun dedik. Ama, şuna dikkat edin dedik: Bakın geçmiş deneyler bize bunu gösterdi. Biz, bunu bir ciddi tehlike olarak görüyoruz. Sakın ha, Türkiye’nin Anayasal rejimini rotasından çıkarmaya yönelik bir arayışın içine girmeyiniz dedik. Sakın ha, Türkiye’nin Anayasa vazosunu kırmayın, rejim vazosunu kırmayın, laik, demokratik cumhuriyetin ilkeleriyle, kazanımlarıyla sakın ha uğraşmayın, sakın ha onunla oynamayın dedik. Bunu o zaman söyledik. Bunu niye söylüyoruz? Canım, var böyle bir süreç, böyle bir potansiyel var. Türkiye bu işi daha noktalayamadı, biliyoruz, farkındayız ve sizin şu ana kadarki yaklaşımınız, söyleminiz, içinden geldiğiniz siyasi kültür, haklı olarak bunu gündeme getiriyor. Size bunu daha şimdiden ortada hiçbir şey yokken, herkesin sevinç ve mutluluk içinde olduğu bu noktada size bunu hatırlatmayı görev biliyoruz dedik. Bize merak etmeyin “olur” dediler. Biz de dedik ki, bu aşamada “merak etmeyin, hiçbir şey olmaz” demek kolaydır, yarın başınız derde girer, şikâyetler artar, vatandaş tepki göstermeye başlar, yolsuzluklar çıkar, bunalırsınız, sıkılırsınız ve ondan sonra böyle bir ideolojik özünüze dönerek bir açılım yapma arayışı içine girersiniz. Sıkıntı genellikle o üç yıldan sonra ortaya çıkar dedik. Bunu da aynen böyle 2002 yılındaki o görüşmemizde kendilerine ifade ettik. Şimdi, geldiğimiz noktada bunu gördük değerli arkadaşlarım. Gerçi şu sırada cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla “aman, kimseyi tedirgin etmeyin, kimseyi rahatsız etmeyin, böyle bir kaygının hiçbir temeli yokmuş gibi özenle, dikkatle davranın” denilmektedir, bunu görüyoruz. Ama, bunun ötesindeki niyetleri, bunun ötesindeki hazırlıkları, geçmişte eline fırsat geçtiği zaman neleri yaptıklarını da çok iyi biliyoruz ve o dikkat içinde cumhurbaşkanlığı gibi Türkiye’de rejimin temel direği konumundaki bir makamın, Anayasayı içine sindirmiş, laik cumhuriyetle problemi olmayan, güven veren bir anlayışın elinde bulunmasını Türkiye’nin istikrarı, rejimimizin geleceği ve halkımızın mutluluğu açısından bir büyük sorumluluk olarak görüyoruz ve bunu anlatmaya çalışıyoruz. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, şimdi, bir sürü gerekçe söyledik. Sayın Başbakan, Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilmeyecek maddelerle ilgili tartışma talebini resmen ortaya koymuştur. Anayasamızın özüyle ilgili bir arayış içinde olduğu ortadadır. Uyguladığı kadrolaşma anlayışı ortadadır. Başbakanlık Müsteşarının anlayışı, zihniyeti ortadadır. Milli Eğitim Bakanının uygulamaları ortadadır. Bütün bunları hepimiz görüyoruz. Eline fırsat geçtiği zaman ne yapacağıyla ilgili anlayışını biliyoruz. Şimdi, Anayasa Mahkemesinin oluşumu, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun oluşumu, üniversite rektörlerini atayacak, üniversiteleri yönlendirecek kuruluşun oluşumu cumhurbaşkanının yetkisiyle işleyecektir. Böyle bir yetki Anayasaya güven veren, Anayasayı kavramış, Türkiye’nin cumhuriyet birikimine sahip çıkma kararı tartışma götürmez, Türkiye’nin tarihine, cumhuriyetine, ulusal bütünlüğüne inanmış, Mustafa Kemal Atatürk’e inanmış bir anlayışın elinde olmalıdır. (Alkışlar) Olmazsa Türkiye rahatsız olur, hepimiz rahatsız oluruz, millet rahatsız olur. Biz, bu tartışmayı kendi adımıza yapmıyoruz. Türkiye’de böyle bir ihtimalden tedirgin olan milyonlarca vatandaşımız adına bunu yapıyoruz. (Alkışlar) Yani, niçin Türkiye’de şimdi vatandaşlarımızın ezici çoğunluğu,”Aman sakın ha, Başbakan oraya çıkmasın” diyor, niye diyor? İşte, biz onların sözcülüğünü yapıyoruz, onlarına adına konuşuyoruz, onların duyarlılıklarına dile getiriyoruz. O çok önemli bir olaydır. AKP’ye oy vermiş vatandaşların bile önemli bir kısmı “Sakın ha, Başbakan oraya çıkmasın” diyor. Bakanlar tabii “gözünün içine bakıyorum, o ne söylerse onu yaparım” diyor. Milletvekilleri “o ne söylerse onu yaparım” diyor, ama, AKP’ye oy vermiş vatandaşlarımız “olmasa iyi olur” diyor. Bu boş mu? Onların hepsi Türkiye’nin barışını, huzurunu, istikrarını düşündükleri içini bunu söylüyorlar.

Değerli arkadaşlarım, bunun bir defa, bu temel dayanaklarını herkesin çok iyi kavramasını istiyorum. Biz, samimiyetle Başbakanın cumhurbaşkanı olmasının Türkiye’de gerilimi artıracağına, Türkiye’yi sıkıntıya sokacağına inanıyoruz ve Türkiye’yi sakınmak için, korumak için bu ihtimale karşı herkesin duyarlılığını harekete geçirmeye çalışıyoruz. Bizim bu konuşmalarımızın, çabalarımızın hedefi sadece milletimizi ve iktidarı uyarmaktır. Biz, bu sözlerimizi milletimize yönelik olarak söylüyoruz, iktidara yönelik olarak söylüyoruz. “Başbakan ne söylerse yaparım” diyenlerin olayın bu tarafını da dikkate almasını sağlamak için bunları söylüyoruz. Demokratik görevimizi yapıyoruz. Bu görevin yapılması lazım. Böyle sessizce Türkiye teslim alınabilir mi? Türkiye, cumhuriyete yönelik tuzağın bu kadar aciz, bu kadar duyarsız, bu kadar dikkatsiz bir kamuoyu ortamı içinden yürütülmesine göz yumabilir mi? Böyle bir şey olmaz, olmayacaktır, olmamalıdır. Bunu anlatmak, Cumhuriyet Halk Partisinin görevidir, biz de bunu bütün gücümüzle yapıyoruz.

Değerli arkadaşlarım, geldiğimiz noktada artık bu oturmuştur. Yani, aklı başında herkes, vatanını seven herkes, açık bir zihniyetle Türkiye’yi düşünerek olaya bakan herkes, “evet, bu olmamalıdır” diyor. Bu aşamaya gelinmiş olması önemlidir. Yani kimse bir sıkıntı istemiyor. Siz Başbakanken yargıyla kavga edeceksiniz, üniversiteyle kavga edeceksiniz, Danıştay’la kavga edeceksiniz ve ondan sonra cumhurbaşkanı olup ben, seninle hesaplaşırım anlayışı içinde oraya geleceksiniz. Böyle bir şey olmaz, bu doğru değil. Bunda Türkiye’ye yarar yok. Cumhurbaşkanı, ülkenin bütünlüğüne sahip çıkacak, ülkenin tümlüğüne sahip çıkacak, cumhurbaşkanı kafasında devletin temelleriyle ilgili hiçbir problem olmayan bir insan olacak, ben, Türk milletinin bir parçasıyım demekten gocunmayan bir insan olacak. (Alkışlar) Efendim, olmasa da olur, bir de bunu deneyelim, olmaz, olmamalıdır, olmayacaktır. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, bazıları da diyorlar ki “CHP, aslında onun oraya geçmesini istiyor. Onu tahrik etmek için, kızdırmak için, onu engelliyor gibi gözükmeye çalışıyor, sert konuşuyor, o da kızsın geçiversin.” Önce, şunu herkes bilsin ki: Sayın Başbakanın cumhurbaşkanı olmayı istemesi için hiçbir teşvike ihtiyacı yoktur. O, o konuda zaten en yüksek istem düzeyindedir. O bakımdan hiçbir tereddüt yoktur, o istiyor zaten, onun teşvike ihtiyacı yok, tahrike ihtiyacı yok. Böyle konular psikolojik tahlillerle cevaplandırılacak konular değildir, yani kızdırdı da cumhurbaşkanı oldu. Böyle bir şey olmaz. Bunlar tarihin objektif dengeleri ve kuralları içinde şekillenir ve şimdi cumhurbaşkanlığı noktasında biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak, milyonlarca vatandaşımız adına ve Türkiye’deki halkın çoğunluğu adına diyoruz ki, sakın ha, ihtirasının kurbanı olma, sakın ha Türkiye Cumhuriyeti ile hesaplaşmak üzere oraya gelmeye kalkma. (Alkışlar) Bu, bizim samimi anlayışımızdır, bu bizim görevimizdir, tarihi görevimizdir, Cumhuriyet Halk Partisinin görevidir, bu görevin gereğini yapıyoruz. Türkiye’nin biz, önündeki tehlikelere, tehditlere karşı en duyarlı hareket etmesi beklenen siyasi partisiyiz, bu görevimizi yapıyoruz ve milletimiz de bu görevi yaptığımızı görüyor, bunun önemini çok iyi anlıyor ve Cumhuriyet Halk Partisinin koyduğu doğrultuda Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısıyla bir krize sürüklenmemesini temenni ediyor.

Değerli arkadaşlarım, bu konuda gerekçelerimizi biz taa bütçe görüşmesinden beri aylar öncesinden bütün Türkiye’ye söyledik. 34 tane madde saydım ben, 34 tane madde. Bu maddelerin bir tanesiyle ilgili cevap alamadık. Yani bir kişi çıkıp da, bu doğru değil, sen gerçek dışı şeyler söylüyorsun demedi. Söylediğimiz her söz belgeli. Bu konuda niçin olmaması gerektiğine ilişkin her tespitimiz sağlam dayanaklara dayanıyor ve kimse de, canım, buradan bu çıkmaz demiyor. Koyduğumuz gerekçelerin her birisi, cumhurbaşkanlığı bakımından önemli, etkili, bunları söylemişiz, tekrar tekrar söylemeye gerek yok.

Anayasanın özüne inanmıyorsun, Anayasanın özünü tartışmaya açmak istiyorsun. Cumhuriyete karşı bir kadrolaşmayı fırsat bulduğun her yerde denemişsin. Şimdi, cumhurbaşkanlığı gibi olağanüstü yüksek yetkiler senin eline verilirse, Türkiye büyük sıkıntıya girer. Olmamalısın, senin uygulamaların bunlar demişiz. Sen, Türkiye’nin şerefini temsil edeceksin demişiz. Ne biçim manzara o, Hikmetyar’ın dizinin dibinde oturmuşsun, böyle görüntü olur mu demişiz. (Alkışlar) Yani o resme bir dikkatli bakın, normal bir yanda oturma, yer bulamadığından oturma değil, başka bir şey o. Bacağına sarılmış, vücut diliyle sadakatini ortaya koyuyor, bağlığını ortaya koyuyor. Şimdi, o insanı biz alacağız, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyetinin cumhurbaşkanı yapacağız, benim içime sinmiyor. (Alkışlar)

Yasin El Kadı’ya garanti vermiş kefil olmuş. Kim Yasin El Kadı? Terörü finanse ettiği Birleşmiş Milletler kararıyla, bırakın Birleşmiş Milletler kararını Başbakan Tayyip Erdoğan’ın başında bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu kararıyla terörü finanse ettiği tespit edilmiş, mal varlığı dondurulmuş, terörü destekleyen birisi. Şimdi, buna Başbakan garanti veriyor.


Değerli arkadaşlarım, bakınız Arnavutluk’ta kısa bir süre önce, yılbaşında El Kadı’nın bütün mallarına, varlıklarına el konuldu. Amerikan Hazinesi, El Kadı’nın ismini 38 kişiyle birlikte teröristler listesinde yayınladı. Uluslararası basında çıkan haberlere göre, Başbakanın meşhur danışmanı, Yasin El Kadı’ya ait bir vakfın hesabına 60 bin Amerikan Doları transfer etmiş. Daha sonra bu meşhur danışmanın annesi, 250 bin dolar transfer etmiştir. Başbakan, bu transferi yapan kişiyi yanında danışman olarak tutuyor, bu transfer yapılan vakfın başkanı, Yasin El Kadı’ya kefil oluyor ve sonra Türkiye Cumhuriyetine cumhurbaşkanı olmak istiyor. Olmaz… Olmaz… Olmaz, olmaz… (Alkışlar) Olmamalı.

Değerli arkadaşlarım, bakın son zamanlarda bu konuda ilginç bir tartışma gelişti, bu “sayın” tartışması. Görüldü ki, Başbakan, 30 bin vatandaşımızın kanının izleri ellerinde olan bir kişiye, bir konuşmasında iki kez “sayın” demiştir. Yani, iki kezi vurguluyoruz şunun için: Ağzından kaçıvermiş bir söz değil, bilinçli olarak söylemiş, sonra bir daha söylemiş. Zihnî işleyişinde böyle bir söylemi tedirginlikle karşılamasına yol açacak bir kurgulama yok “sayın” diyebiliyor. Ona “sayın” demiş, bu memleketin bağımsızlığı, ulusal bütünlüğü, şerefi, haysiyeti için canını vermiş olan insanlara da “kelle” demiş. (Alkışlar) Şimdi, bu ortada. Türkiye’de bazı DTP’liler “sayın” deyince ona mahkemeye veriliyor, yargılanıyor ve mahkûm oluyor. Şimdi, Başbakanın iki kez “sayın” dediği ortada. Bu işin hukuk boyutu var, ama bence asıl önemli olan hukuk dışındaki siyaset boyutudur. Hukuk boyutu yargı -bugün, dün öğrendik- bir soruşturma başlatmış, konuyu inceleyecek. O incelemenin sonucunda ne karar alınacak, onu hep beraber göreceğiz. Ama bence, o, o kadar önemli değil, şu nedenle önemli değil: Belki diyebilirler ki, efendim beş yılı geçti. İşte, eski ceza konulu, beş yıl zamanaşımı vesaire… Biz onlarla meşgul değiliz. Türkiye’de bir önemli siyaset adamının, cumhurbaşkanı adayının böyle bir sözü telaffuz edip etmediği, bu önemlidir. Amerika’da bir cumhurbaşkanı adayı söz konusu olsa idi, böyle bir telaffuzun kanıtlanması halinde, hiçbir şekilde bu adaylığını ortaya koyması mümkün olmazdı. (Alkışlar) Siz düşünebiliyor musunuz, kazara Amerikan Başkanı Bush, El Kadı hakkında “sayın” diyecek, bilmem Saddam hakkında “sayın” diyecek, Taliban hakkında “sayın” diyecek, Usame Bin Ladin hakkında “sayın” diyecek, böyle bir şey olabilir mi? Bu söylenmiş. Canım, kazayla söylenmiş. Kazayla söylenmişse, çıksın desin ki, kazayla söyledim, özür diliyorum. (Alkışlar) Çok mu zor? Bunu kazayla söyleyen bir insan, gülerek der ki, ya, bu yani başıma gelecek bir şey, çok özür dilerim, kusura bakmayın der, biter. Samimiyetini de görürüz, biter. Söyleyemiyor, lafını geriye alamıyor. Söyledi, söylediği ortada. Özür dile, özür dilemek de yok. Canım, önemi yok bunun, böyle şeyler olur.

Değerli arkadaşlarım, o sözün elbette önemi var. Nasıl olmasın, 30 bin şehit vermiş aileye, sen, “kelle verdin” diyorsun, böyle bir şey olabilir mi? (Alkışlar) Bu milletin temel duygularına, değerlerine bir açık saldırı değil mi? Bu saldırıyı Türkiye’nin hazmetmesi mümkün mü? Sessiz kalıp bunu içine sindirmesi mümkün mü? Başbakanın keyfi bozulmasın diye bunu yok sayması mümkün mü? (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu söylendi. Ayıp, yanlış. Ama, asıl önemli olanı şu: Bu sözler, Başbakanın bu konulardaki zihin karışıklığını yansıttığı için ayrıca bir özel önem taşıyor. Sıradan gelip geçmiş bir anlık bir yanlışlık olmanın ötesinde Başbakanın zihnî halini, bu konudaki anlayışını, zihniyetini yansıttığını millet gördüğü için, 70 milyon birdenbire zaten var olan tereddütlerinin somutlaştığını bu ifadede fark ettiği için işte o zaman bu olağanüstü bir önem taşıyor. Bu mahkeme kararıyla falan değiştirilebilecek bir şey değil. Şimdi, bu zihnî kargaşa nereden geliyor? Değerli arkadaşlarım, bakınız şöyle bir hatırlayınız: Daha en son örneği söyleyeyim size: Terörle Mücadele Yasasını geçirmeye çalıştılar geçen yıl, içinde bir 6’ncı madde vardı. 6’ncı maddeyi bir inceledik, orada diyor ki: “Terörist başı, terör örgütünün kurucusu…” “terörist başı” demiyor, ben diyorum “terör örgütünün kurucusu da” diyor, “Pişmanlık Yasasının imkânından yararlanabilir.” Bu, kanuna konulmuş olan bir madde. Terörle Mücadele Yasası’nın 6’ncı maddesi “terör örgütünün kurucusu da Pişmanlık Yasası’ndan yararlanabilir” diye madde var. Sorduk kim bu terör örgütünün kurucusu, Türkiye’de kaç tane terör örgütünün kurucusu var? Daha ince, daha münasip bir hukuki tarif olabilir miydi? İşte koymuşlar “terör örgütünün kurucusu…” Bize, ık mık, işte olurdu, olmazdı falan… Olmaz diyorsanız, hiç karışmıyoruz, çıkarın da görelim dedim. Hiçbir şey yapmayacağız biz dedim. Madem “burada böyle bir sakınca yok” diyorsunuz, çıkarın bunu hep beraber görelim. Korktular, çıkaramadılar. Tabii, şimdi, o maddeyi oraya kim koydu? O maddeyi Türkiye Büyük Millet Meclisine kim gönderdi? Altında kimin imzası var? Terör örgütünün kurucusunun da tahliyesinin kapısını açabilecek olan, belli bir zaman süreci içinde bir hukuk mücadelesiyle, o maddeyi oraya kim koydu? Başbakanın imzasıyla geldi. Şimdi, vatandaşlar bunu kafasında tutuyor, ben de tutuyorum, ben de. Ben, Başbakana haksızlık yapma, saygısızlık yapma arayışı içinde değilim, ama bunu unutmam mümkün mü? Senin imzanla bunun geldiğini ben unutur muyum? (Alkışlar) İmzalamışsın göndermişsin, aklımda o duruyor. Aklımda, senin gidip “28 tane kimlik var, Türkler de o alt kimliklerden birisidir” dediğini biliyorum. Diyarbakır’a gitmeden önce ne gibi hazırlıklar yaptığını, orada ne söylediğini biliyorum. Barzani’nin seni “Aman Türkiye’de iktidara Tayyip Erdoğan gelsin” diye desteklediğini biliyorum. Talabani’nin seni desteklediğini biliyorum. (Alkışlar) Şimdi, sen bu ortamda çıkıp bir de “Sayın Öcalan” diyerek bir konuşma yaptığını görünce insanlar, “haa bunun kafası karışık” demeye başlıyorlar. Olay bir kelime olmanın ötesine geçiyor, bir zihniyeti yansıtan bir ifade oluyor. Şimdi, biz bunları ortaya koyduk. Bunun cevabı var, ya söylemedim dersin veyahut da bunun söz konusu olmadığını inandırıcı biçimde ortaya koyarsın. Hiç böyle bir şey yok. “Millet beni bilir. Ben, terörist başıyla beraber mi olurum” falan falan, afaki yuvarlak laflar. Bak o yasayı sen göndermedin mi arkadaş, göndermedin mi? Bu vaka değil mi? Şimdi, bu manzara karşısında Başbakan çok rahatsız oldu, çok canı sıkıldı, sinirlendi, kızdı ve bize saldırmaya yöneldi. Bize ne söylüyor? “Sen, bu teröristler daha tam ortaya çıkmadan önce Mecliste onların dostları, arkadaşları olan milletvekilleriyle aynı çatı altında bulundun” diyor. “İşte Meclis albümü” diyor, “belge” diyor.

Değerli arkadaşlarım, hiç kuşku yok, elbette, yani bunun tartışılır bir tarafı yok, ama gerçek şudur ki: Biz, terör konusunda tavrı netleşmemiş hiç kimsenin Parlamentoda yer almasına destek vermeyi bilinçli olarak bütün siyasi hayatımız boyunca reddetmişiz. Bu konuda çok tutarlı bir çizginin içinden geçiyoruz. Kimsenin bize, terörle ilişkisi olan herhangi bir çevreye himaye verdiğimizi söyleyemez, bu çok açık, çok net. Başbakanın bu ithamı beni kızdırmıyor, çünkü doğru değil. Başbakan bu iddiayı ilk kez söylemiyor, daha önce de söylemişti, ama o defa “işte, sen bu olurken Grup Başkan Vekili idin partide. Sen onları aldın” demişti. Ben çıktım dedim ki, Başbakan yalan söylüyor. Tabii Başbakana yalan söylüyor demek ağır bir iddia, bir itham. Hemen mahkemeye verdi, mahkeme incelemesini yaptı, “Baykal haklıdır” dedi. Elimde yargı kararı var, Ankara Asliye Hukuk Mahkemesinin kararı var. Başbakanın, bu konudaki ithamının haksız olduğu bu şekilde ortaya çıkmıştır. Şimdi, Başbakan, bu lafa “Genel Sekreterdin” diye söylüyor. Yani, bu iş olduğu zaman, 91 seçimlerinde Parlamentoya onlar girerken benim genel sekreter olduğumu söylüyor. Türkiye’nin siyasi hayatını da bilmiyor, onu da izlemiyor, ne konuştuğunun da tam farkında değil. Eline yazmışlar vermişler, o da söylüyor. Genel Sekreter de değildim, grup başkan vekili de değildim, böyle bir işbirliğine ta başından beri kararlı olarak hep karşı çıktım, bütün siyasi hayatım boyunca da karşı çıktım. (Alkışlar) Şimdi, biz, buna karşı çıkıyoruz, Başbakanın iddiasının bizi etkileyen hiçbir tarafı yok, hiç onunla meşgul değiliz, çünkü doğru değil, gerçek dışı bir beyan. Başbakan, bizim bu suçlamalarımız karşısında rahatsız oluyor ve savunmayı cevap verme yerine mukabil hakaret ve saldırı yapma yolunda arıyor. İşte, bizim hakkımızda bir seviye, irtifa tartışması açmaya çalışıyor. İşte, “çukur, irtifa, seviye…” Baktım, ne söylüyor bu diye, söylediği geçen yüzyılın Babıâli kavgalarında kullanıla kullanıla çürümüş bir eski söylemi, yani orijinal değil, intihal. Yani, söylediği laf aparma, daha Türkçesi ile ifade edeyim intihal, yani Başbakanlık Müsteşarı intikal yaptığı için apartma yaptığı için mahkûm olmuştu, şimdi Başbakan da böyle 20’nci Yüzyıl, geçen yüzyılın Babıâli kavgalarından apartmalarla işte “seviye konuşmuyorum, çünkü o da bir irtifa ifade eder” falan diye “çukur” ima etmeye çalışıyor.

Değerli arkadaşlarım, bu “çukur, irtifa, seviye” bunlar coğrafî kavramlar, yani Başbakanın seviye telakkisi coğrafî çerçevenin dışına çıkmış değil. Başbakan, kadastro, arsa terminolojisi içinde olaya bakıyor. Tabii seviye önemli bir söz, sadece coğrafî bir deyim olarak anlaşılamaz, bir kültür seviyesi var, bir ahlak seviyesi var, bir dürüstlük seviyesi var, seviye deyince bütün bunları beraber düşünmek lazım. (Alkışlar) Başbakan, velhasıl çok kızgın, saldırarak bunlara cevap vereceğini zannediyor. Bunların cevabı değil Sayın Başbakan. Sen, Öcalan’a “sayın” dedin mi, demedin mi? Bu senin kafandaki karışıklığı yansıtıyor mu, yansıtmıyor mu? Sen, daha önce Terörle Mücadele Yasası’na, onu affetmeye yönelik maddeyi koydun mu, koymadın mı? Sen, onun etrafındaki çevrelerle flört ediyor musunuz, etmiyor musun? Onlarla işbirliği yapıyor musun, yapmıyor musun? Sorular bunlardır, bunların cevabını ver. Bunların cevabı yok. Bunların cevabı, vay, sen işte “seviye” bilmem “irtifa” falan değildir. Bunların cevabını sen verirsin, benimle ilgili varsa bir iddian söylersin, o iddianın cevabını da alırsın. Benimle ilgili bir iddia koyamıyor, koyduğu iddialar mahkemeden geriye dönmüş olan iftiralardır.

Değerli arkadaşlarım, Başbakan, işte bu tartışmaları falan konuşurken, bunları tabii konuşacağız, milletimiz de bu konunun aslını merak ediyor, o nedenle bu konuları ben de tartışmak istiyorum. Başbakanın ruh hâline yansıtan bir açıklama da, yine bu geride bıraktığımız günlerde ortaya çıktı. Bana, “sen kimsin?” diyor. Yani, Allah’ın fani bir kuluyum, yetmiyor mu? (Alkışlar) Yani “sen kimsin?” Bu, hangi ruh halidir? Bunu duyunca aklıma şu geldi: Hani böyle suçüstü yakalanan bazı insanlar vardır kontrollerde falan, polis hemen “belgeni çıkar” falan diye üstüne gider falan. Ona “ben kimim, sen biliyor musun? Sen kimsin”? derler ya, bu ruh hali içinde Başbakan. Yani, orada yakalanmış “sen kimsin?” diyor. Sen bırak benim kim olduğumu, sen, sana sorulanlara cevap ver. Benim bir kimlik problemim yok. Benim kimlikle ilgili bir sıkıntım yok, bir kompleksim yok. Herkese saygım var, sana da saygım var, herkese saygı duyduğum gibi sana da saygı duyarım. Senin kimliğini sormuyorum, çünkü senin kimliğini ben biliyorum zaten, biliyorum. (Alkışlar) Bunların hepsi Başbakanın sıkıntısını yansıtan değerlendirmeler, ama gerçek açıktır ki, Başbakan cumhurbaşkanı olmak istiyor, cumhurbaşkanı olamayacağını görmeye başladı. Cumhurbaşkanı olmaya kalkmasının yaratacağı sorunları, sıkıntıları sezmeye başladı. O nedenle diyorum ki, ben, bu itirazımı yapıyorum, şikâyetlerim olmaması gerektiğini anlatıyorum, niçin olmayacağını söylüyorum, bunları en iyi anlayacak kişi bizzat Başbakanın kendisidir. En iyi Başbakan, niçin olmaması gerektiğini biliyor ve benim bu konudaki söylemimin haklılığını o da kavrıyor. O nedenle ben diyorum ki, cumhurbaşkanı olamaz, olmayacaktır. (Alkışlar) Türkiye, Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığı dönemini taşıyamaz. Bütün bu özelliklerini bildiğimiz bir insanın, Türkiye Cumhuriyeti sancağı önünde eğilemez, eğilemez. (Alkışlar)

Cumhurbaşkanının önünde sancağımız eğilir, çünkü o cumhurbaşkanı tarihi, geleceği, 70 milyonu, bütün güzelliklerimizi, değerlerimizi temsil eder, ama Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı oldu diye, o sancak onun önünde eğilemez, o nedenle olmayacak. Olmaması gerekiyor, hep beraber oldurmayacağız, hep beraber bunu başaracağız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu demokrasinin zaferi olacak. Bunun başarılması bilmelisiniz, demokrasinin zaferi olacak, Anayasamızın zaferi olacak, cumhuriyetimizin zaferi olacak, tarihimizin zaferi olacak, Mustafa Kemal Atatürk’ün zaferi olacak. (Alkışlar) Hep beraber bu dönemi yaşıyoruz. Görevimizi yapıyoruz, gerçekleri anlatıyoruz, Türkiyemize sahip çıkıyoruz, Anayasamıza sahip çıkıyoruz. Elbette Meclis seçecek, elbette Anayasamıza göre seçecek. Anayasamıza göre seçimle ilgili bir problem olursa, Anayasa Mahkememiz o konuda karar verecek. Her şey hukuka uygun, her şey Anayasamıza uygun, her şey demokrasiye uygun, cumhuriyete uygun olarak gidecek.

Değerli arkadaşlarım, bakınız böyle yanlış işleri yapmaya çalışanlar, genellikle bu yanlış işleri kutsal bazı kavramların arkasına saklamaya çalışırlar. Yani, yaptığı yanlış işi gözden kaçırabilmek için onu bir başka büyük kutsal kavramın bir parçası hâline dönüştürmeye çalışır. Mesela, nedir böyle kullanılan, çok sık kullanılan bir kavram? Dindir. Yanlış işleri dinle meşrulaştırmak isterler. Nedir bunun bir örneği? Mesela bizim milli mücadelemizi dinî fetvalarla engellemek istemişlerdir. Ulusal Kurtuluş Savaşımızı, İngiliz işgalini dinî fetvalarla kamufle etmek istemişlerdir. Bu bir gerçektir. Ne ilişkisi var Türkiye’nin bağımsız yaşamak isteyen, milli mücadeleyi vermek isteyen, İngiliz hegomanyasını, Yunan işgalini sona erdirmek isteyen insanların bu mücadelesinin önüne din adına senin çıkmaya ne hakkın var? (Alkışlar) Çıktılar ama, çıktılar… Çıkarlar… Elin İngilizi gelir, İslamiyeti, “bu Müslüman topraklar bağımsız olsun” diyenlere karşı kullanır, kullanmışlardır. Dini kullandılar, şimdi demokrasiyi kullanıyorlar değerli arkadaşlarım. Demokrasiyi yanlış işlerin bir kılıfı hâline getirmeye çalışıyorlar. Çok dikkatli olmak lazımdır. Demokrasi, evet demokrasi, ama yanlışı meşrulaştırması demokrasinin söz konusu olamaz. Doğruyu arayacağız, demokratik çerçeve içinde demokratik usullere, Anayasanın kurallarına, hukukuna saygı göstererek doğruyu elde edeceğiz, ama doğruyu elde edeceğiz. Yani, usul, her türlü yanlışı meşru hale getirmez. Usul, esas sorumluluğunu kesinlikle ortadan kaldırmaz. O nedenle, hepimizin bu konuda duyarlı ve dikkatli olmamız gerekiyor.

Değerli arkadaşlarım, cumhurbaşkanlığı konusu önümüzdeki haftaların da temel konusu olacak. Giderek olay yaklaşıyor, önümüzde en çok üç hafta var. Bu üç hafta içinde biz dikkatimizi, duyarlılığımızı ayakta tutacağız.

Geride bıraktığımız günlerde önemli bazı gelişmeler oldu. Birisi bugün ortaya çıktı. Biliyorsunuz, yargı konusunda bir büyük oyun oynanıyor idi ve bunu hep birlikte bu kürsüde ben, arkadaşlarımız ve bu konuda kamuoyumuzun duyarlı çevreleri harekete geçtiler ve bu yanlışa karşı bir büyük mücadele verdik. Olay nedir? Yargıtay’da 24 tane üye boş, 9 üye Danıştay’da boş, bunların seçiminin yapılması lazım. Seçimi yapacak olan organ Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulu, ama onun yapabilmesi için Adalet Bakanının, onlara “gündeminiz budur” demesi lazım. Adalet Bakanı bunu demiyor, yetkili kurul seçim yapamıyor. Seçim olmayınca Yargıtay’da 24 tane Yargıtay üyesi boşluğu devam ediyor. Ne zaman devam ediyor? Yargıtay, dünyanın en ağır iş yükünün, dosya yükünün altında ezilirken. Yargıçlarımız evlerinde gece gündüz, tatil bayram dinlemeden dosyaları çözmeye çalışırken ve kadro yetersizliğinden dolayı işler iyice artmışken, bütün bunlara rağmen geçen yıl binin üzerinde dosya zamanaşımına uğrayarak adalet yerine getirilmeden kapatılmışken, 24 tane Yargıtay üyesi bekleniyor, seçim engelleniyor. Kıyameti kopardık, biliyorsunuz ve en son olarak da bugün Genel Sekreterimiz Sayın Sav, Grup Başkan Vekilimiz Sayın Kemal Anadol ve Partimizin Anayasa ve Adalet Komisyonu üyeleri, hukukçu arkadaşlarımız Adalet Bakanından randevu istediler, üç dört gün önce randevu istediler. Bugün saat 12.30’da o randevuya gidecekler idi. Giderken sevindirici bir haber aldık. Sayın Adalet Bakanı, Hâkimler Savcılar Yüksek Kuruluyla temas etmiş ve seçimin 15 Nisanda yapılmasını karar altına almışlar. Ha şöyle, haa. Olması gereken bu, doğruyu yapalım. (Alkışlar) Kaçmanın, kaytarmanın imkânı yok, bunu taşımaz Türkiye. O güvenle bunu söyledik, o güvenle bu konuda çabalarımızı sergiledik. Hukuk fakültelerimizin dekanları, Danıştayımızın başkanı, Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulumuz, hepimiz hep beraber buna sahip çıktık ve bugün bu konuda bir taahhüt ilan edildi. 15 Nisan, yani çok geçtir, gönül ister ki derhal yapılsın. İşi epeyce uzatıyorlar, ama Adalet Bakanının sözüne güveniyorum ve 15 Nisanda bu seçimin yapılacağını umut ediyorum ve bunu olumlu bir gelişme olarak dikkatinize sunuyorum.

Aynı şekilde, bakın olumlu olmayan bir başka gelişme: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Türkiye’nin üye önerisi. Orada görevini yapan çok değerli bir yargıcımız var, Rıza Türmen. Çok sevilen, çok başarılı, saygın bir yargıç. Hükümet, işte dönem, süre bitmiş, yeni dönem için bir hâkim seçimi söz konusu, hükümetin aday önermesi lazım. Hükümetimiz aday önermiş, adaylardan birisi Rıza Türmen, iki isim daha var. O arada bir gazete, Danıştay cinayetinin azmettiricileri arasında yer aldığı iddiasına konu olan bir gazete “Sakın ha, bunu veremezsin” diye yayın yapmış ve hükümetimiz de, o gazetenin talimatı doğrultusunda Rıza Türmen gibi bu işi en başarılı şekilde yapan bir yargıcımızı listenin dışına çekmiş, başka üç kişiyi önermiş, şimdi onların arasından birisi seçilecek. Önerilenlere bakıyorsunuz, bunların her birisi, bu cumhuriyetle, Anayasamızla, yazılarıyla kanıtlanmış şekilde, tıpkı Başbakanlık Müsteşarı gibi problemi olan bir insan, onlardan birisi mesela orada. Bütün bunlar neyi gösteriyor arkadaşlar? İşte, bütün bunlar Tayyip Erdoğan’ın niçin cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini gösteriyor. Aslında odur olay, aynı olay. (Alkışlar) Burada bu, bu şekilde kendisini göstermiş.

Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız günlerde bir yandan yolsuzluklar, bir yandan iktidar mensuplarının çoluk çocuklarının birdenbire bir ekonomik atılım gerçekleştirme durumunda olduklarına ilişkin haberler hepimizin gündemini yakından meşgul etti. Türkiye, tabii bunları dikkatle izleyecek. Yani, basınımızda da çıktı. Gerçekten rahmetli Adnan Menderes’in Başbakanlığı sırasında yurt dışında eğitimini tamamlamış oğlu gelip bir arkadaşıyla bir iş kurmak üzere izin istediğinde Adnan Menderes’in söyledikleri, elli yıl önce söyledikleri, aslında bütün siyasetçilerin kulağına küpe olması gereken sözlerdir. Yani, elli yıl önceki Adnan Menderes’e bakınız, şimdi geldiğimiz noktadaki tabloya bakınız. Sadece bu dürüstlük, yolsuzluk, eş dost, aile kollama, devlet olanaklarını yakınlarına peşkeş çekme falan uygulaması bakımından değil, laiklik, cumhuriyet sevgisi, Atatürk sevgisi bakımından da, yani Menderes dönemini bunlarla mukayese ettiğimiz zaman arıyoruz, arıyoruz, bunu bilmenizi istiyorum. Gerçekten onu çok daha özletir bir noktaya koyacak bir anlayışın içine doğru bunların girdiklerine tanık oluyoruz.

Avrupa Birliği ile ilgili Roma Anlaşmasının imzalanışının 50’inci yıl dönümünü kutlandı. Tabii bu tören, aslında çok ibret verici bir tören oldu. Türkiye Başbakanı, Dışişleri Bakanı bu törenlere çağırılmadı. İki yıl önce çağrılmıştı, 2004’teki törenlere çağrılmıştı, ama şimdi çağırılmadı ve yayınlanan bildiride ne Türkiye’den söz ediliyor, ne genişlemeden söz ediliyor böyle bir manzara. Almanya Başbakanı elli yıl sonra bile Türkiye’nin tam üye olmasının söz konusu olmayacağını açık bir şekilde ortaya koydu, böyle bir tablonun içindeyiz. Yani, bu iktidar iş başına geldiği zaman Türkiye’nin önünde bir Avrupa Birliği geleceği duruyor idi, o perişan olmuştur. Yanlış yönetilmiştir ve Avrupa Birliği konusu bir fiyaskoya döndürülmüştür. Çok açık, çok net bir biçimde bu bir kez daha ortaya çıktı ve bugün, şimdi Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerine bu gerçekler karşısında nasıl yaklaşmak lazım, ne olacak durum, Gümrük Birliği ile tablo nedir bakanlar bunu tartışır hale geldiler.
Değerli arkadaşlarım, bu, Cumhuriyet Halk Partisinin bu konuda izlediği politikanın, zamanında yaptığı uyarıların ne kadar yerinde olduğunu gösterdi. Avrupa Birliği ile çok muhabbet tez ayrılık getirdi. Gereksiz, hak edilmemiş, temeli olmayan, oldu bitti havası, ciddiyetsiz, sorumsuz, gerçeklerden uzak bir yaygara Avrupa Birliği işini bugün çıkmaza soktu, sorumlusu da bunlardır. Avrupa Birliği yüzlerine gözlerine bulaştı, Türkiye’deki yolsuzluk işleri çığırından çıktı, ekonomi, işsizlik, tarımın, çiftçinin hali en büyük sorun olmaya devam ediyor, böyle bir tablonun içinde şimdi cumhurbaşkanlığı seçimini bir an önce arkamıza alalım ve yeni bir iktidar kurmak için Türkiye’de hepimiz bütün gücümüzle çalışalım diye bekliyoruz.

Hepinize sevgiler, saygılar sunuyorum, başarılar diliyorum. (Alkışlar)

Beraber ve Solo Şarkılar



Candan Erçetin'in hazırlayıp sunduğu Beraber ve Solo Şarkılar konser atmosferini ekranlarımıza taşıyor. Her hafta Türk müziğinin değerli seslerinden birini ağırlayacak olan Erçetin, sizin seçtiğiniz sarkıları da seslendirecek. Her çarşamba akşamı TRT 1'de buluşmak üzere.



BU HAFTA

Kısa dalga radyolardan, çıtırtılı 45'lik plaklardan, ışıl ışıl gazino sahnelerinden süzülerek kulaklarımıza yer eden nağmeler; aradan yıllar geçse de hiç eskimemiş, ezberimizden hiç silinmemiş o unutulmaz şarkılar… Ve o yıllar boyu o şarkılara sesiyle hayat vermiş bir büyük yıldız; Seçil Heper.

Türk müziğinin eşsiz sesi Seçil Heper, usta yorumculuğu ve üslubu kadar zerafeti, güzelliği ve sahne hakimiyetiyle de bir döneme imzasını atmış isimlerden biriydi. Tek kanallı siyah beyaz televizyonumuzun haftada bir yayınlanan eğlence programlarında ekrana çıktığında nefesler tutulurdu. Her yeni çıkan plağı, Türk müziği dinlenilen her eve mutlaka girer, defalarca dinlenirdi. İsmi hangi gazinonun neonlarında en tepeye yazılsa, o gazino günlerce dolup dolup boşalırdı.

Uzun süredir sahne ve albüm çalışması yapmayan Seçil Heper yıllar sonra geri dönüyor!

"Su Katılmamış" Türk Sanat Müziği ve Seçil Heper !

2006 yılında çıkardığı "En İyileriyle Seçil Heper" albümünde Seçil Heper, 1973-1976 yılları arasında seslendirdiği alaturka müziğin en güzel örnekleriyle bizi gazinoların ihtişamlı günlerine geri götürüyor, hafızalarımızı tazeliyor.

Gazinoların çok revaçta olduğu günlerde Ankara Radyosu'ndan sahnelere geçen Seçil Heper, gazino sahnesinde sadece sesi ve güzelliği ile değil, bir radyo sanatçısı olmasının verdiği bilgi ve terbiye ile de gönülleri fethetti. Uzun süredir müzik dünyasından ayrı olmasına rağmen hafızalardan hiç silinmeyen Seçil Heper'in bu albümünde popüler alaturka müziğimizin, "Yeşil Gözlerinden Muhabbet Kaptım", "Dargın Ayrılmayalım", "Gözlerin Bir İçim Su", "Bak Yeşil Yeşil" ve "Muhabbet Bağına Girdim" gibi, birbirinden eşsiz 19 şarkısı var. Üstelik şarkıların tamamı ilk kaydedildikleri haliyle, yani orijinal versiyonlarıyla yıllar sonra ilk kez CD formatında yayınlanıyor.

Letter to The Honorable Fabian Núñez



The Honorable Fabian Núñez
Speaker
California State Assembly
Sacramento, CA

Dear Mr. Speaker,

As an Iranian, it was with pride and admiration that I witnessed the courage my countrymen spontaneously demonstrated upon learning of the terrorist attacks of September 11, 2001 on America. On that day, thousands of Iranians took to the streets of Tehran, marching and holding candle light vigils through the night in sympathy and solidarity with the American people. While many around the world also showed their support on that terrible day, doing so in Iran was in direct defiance of the clerical oppressors of the Iranian people who continue to deny freedom, human rights and basic dignity in my homeland.

It is, of course, no secret that Iran’s clerical regime has long been one of the major state sponsors of global terror. While its fanaticism and support for global militancy makes this regime a threat to all, it is my compatriots who are the first real victims of the regime’s violence and terror as evident in the regime’s consistent top ranking among the most flagrant violators of human rights.

Just a few weeks ago, the regime brutally crushed a peaceful demonstration by striking teachers seeking back pay and better wages. Their thugs used clubs to break up the protest and attack the demonstrators, most of whom were women. Earlier this month, the regime violently dispersed another peaceful demonstration in Tehran, slashing the bodies and breaking the skulls of Iranian woman, young and old, who were simply marking the international day for women’s rights. Sadly, such ruthless brutality is not isolated in Iran today. Several months earlier, the world watched in horror as the regime used an iron fist to bust, arrest, torture and slash the tongue of union leaders as Tehran bus drivers went on strike for better wages.

These cycles of bloody repression are all too common in Iran, and indeed have been since the advent of the clerical regime in 1979. While the United Nations is now ready to stand together against the regime’s pursuit of nuclear weapons, I continue to call upon the good-hearted and freedom loving people of the world to pay a higher measure of attention to the viciousness of this regime against its own people. For if it were not for domestic oppression, Iranians would rise up against this theocracy and the world would no longer have to worry about terrorism or weapons of mass destructions from Iran.

Mr. Speaker, I am writing you in support of the Iran divestment legislation (AB 221) calling for the divesting of your state’s public retirement funds from businesses benefiting the suppressive militant clerical regime of Iran. This act will hearten Iranians by demonstrating Californian’s solidarity with their plight and national struggle against tyranny, injustice and suppression. Just as men and women of conscience around the world employed similar tactics and stood arm-in-arm against South Africa’s evil apartheid in the 1980s, I am asking the good people of your great state to set a moral example and fuel the hopes of my compatriots about the good that can come from such acts of conscience.

As an advocate of a campaign of non-violent defiance against the clerical regime, I have repeatedly rejected the option of violence and war against my homeland. Instead, I have called on the international community to side with the Iranian people as they strive to bring about a democratic alternative to the current autocracy ruling them. The Iran Divestment Legislation will be a shining example and a great way to demonstrate solidarity with 70 million Iranians seeking freedom, democracy and a better life. Through the democratic institutions with which your great state is blessed, please send a powerful message to my compatriots about freedom and justice.

Respectfully,

Reza Pahlavi

Saturday, March 24, 2007

Notes on Jewish passion

1.
A beautiful spring day might not be the perfect time to contemplate theoretical questions, but attending the Jewish Funders Network conference in Atlanta, one is forced to think about this elusive subject: Is passion the new obligation?

The organizers of this gathering framed the question in a clearer yet not less headache-inducing manner: Where does one's commitment to "funding Jewish" come from? Is personal passion redefining Jewish obligation?

And so, for three days, the conference was supposedly debating this issue, but frankly, there was no real debate. What drives most of the people here, especially the young funders of Jewish activities, is more passion than obligation. As Leon Botstein amusingly described it in the closing session: This is no longer an era in which people take pride in hating the synagogue they attend and to which they belong. If you don't make them love your institution they will not attend.

2.
Are passion-driven activities good or bad for the Jewish people? Many here honestly think that it is not a question of importance. A Jewish philanthropist, I've learned, has to deal with realities, solve problems, built on all things that can be done. And as Mark Charendoff, JFN's president, said in his annual message (quoting his late father): If money can solve it, it's not a problem.

Bottom line: If passion is the new obligation, one is obligated to create passion. That is, if he wants to be of value to the Jewish people, a desire all funders who came to this conference share.

3.
There is, of course, some cause for worry regarding these new trends (and one can't declare himself to be a Jewish funder without sometimes worrying). In the JFN last year, it was Plug and Play Judaism. This year's theme was a continuation of the same direction. In many cases there trends can be negatively described as Jewish individualism trumping Jewish community. Being Jewish became cool and fashionable, but it also became very different. Or maybe it's fashionable because it's different?

4.
The list of topics discussed here is the one tackled at every Jewish convention: Jewish identity, intermarriage, Israel-Diaspora relations, Tikkun Olam. Are you bored already? It was actually quite interesting. Maybe the practical ending is what made it so. Last year, blogging from the JFN conference in Denver, I concluded my remarks in a way that can be repeated here unchanged: "I'd like to think that these people really care about the issues they contribute to so generously, and the conference convinces me that they do. They immerse themselves in substance, admirably and somewhat naively. It's like a Boy Scout camp, with lots of money waiting to be distributed at the end, but only after we solve some intriguing questions."

5.
Now for some quick remarks on the issues discussed in the conference, with the first being the most profound - identity: People still find it hard to explain why it is that they want to support Jewish continuity in all shapes and forms. Unpredictably, it was Yossi Beilin, the Israeli politician, who had the answer I liked the most, because it leaves no room for further debate. He is for Jewish continuity because he is Jewish - because it is his "tribe". As he describes it, it sounds more like an instinct than anything else.

6.
Israel: There's clearly a problem in the relationship, but apart from repeating the birth-right-is-a-wonderful-program mantra, no one seems to have a solution (Beilin is pushing for the establishment of a Jewish-American-Israeli committee, but I'm not sure we really need more committees).

Analyzing the reason for the growing gap between the communities is easier than offering a solution: Israelis are pre-occupied with their own problems and aren't interested in American Jews; American Jews want to define their identity independently and without the need to refer to the self proclaimed "senior partner" in this enterprise.

7.
Tikkun Olam: In a Jewish American gathering one can't get enough of it. This is the role with which American Jews identify most easily. It can sometimes make them seem ridiculous and overly naive to the cynic eye, but it can also be moving and powerful. And strangely enough, it does not only make them redefine their Jewish identity and values, but also redefine Zionism and send it back to the days of Achad Ha'am and to the image of the desired Israel as a country that would be a shining example to the world - and not just the place securing the future of the Jewish people.

Anne Heyman, receiving a prize for the most impressive project she is currently building in Africa - a youth-village for the orphans of Rwanda manned by Israeli Ethiopians - stated as much, and more than once: "To me," she said, "this is the fulfillment of Zionism."

A note to the suspicious reader: I was invited to this conference as a speaker. The organizers covered the cost of my flight and hotel (well, I certainly hope they did).

By Shmuel Rosner Chief U.S. Correspondent of Haaretz

Genel Başkan Baykal; “Sayın Öcalan’ Demiş Bir İnsan, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Olur mu? Sancak Onun Önünde Eğilir mi?”


-“Kelle demiş şehitlere. En büyük iftiharımız bizim. 70 milyon adına en büyük fedakarlığı yapmışlar, canlarını vermişler, derin bir şükran duygusu, saygı duygusu içinde olmamız lazım. Tüylerimizin diken diken olması lazım. Şehit sözünün hepimizi ciddi şekilde etkilemesi lazım. Kelle diyor, kelle aldı diyor”

-Başbakan Cumhurbaşkanı Olmaz, olmayacak, olmayacağını kendi görecektir. Başkomutan olacak, Türk bayrağı onun önünde eğilecek. Yargıyı bunun eline vereceğiz Anayasa Mahkemesini tayin etme yetkisini, üniversitelere rektör atayacak organı belirleme yetkisini, üniversite yönetimlerini, gençliğimizi emanet edeceğiz. Yargıyı, hak, adalet duygumuzu emanet edeceğiz bunun oluşturacağı kadrolara. Böyle bir şey olmaz, mümkün değil.”

-“Sen kelle diyeceksin şehide, öbürüne sayın diyeceksin, Hikmet Yar’ın önünde diz çökeceksin. Yasin El Kadı’ya Ben kefiliyim diyeceksin. Böyle bir Cumhurbaşkanı olur mu Türkiye’de? Olmaz, olmayacağını görür herkes.”

-“Aday olursa seçilme riski vardır. Aday olursa seçilir. O nedenle aday olmaz. Aday olmayacaktır”

-Aday yok demek, aday benim demektir. Aday söylenmediği zaman aday Başbakandır. Çünkü söylenmesine gerek yok, artık belli. Ama aday ismi çıkmaya başladığı anda, artık Başbakanın dışında bir arayış başladı demektir”

“Başbakan ‘Dağıtırım ben burayı’ diyen bir külhanbey gibi. Milletten özür dileyeceğine hakaret ediyor”

-“Barzani karşısında dut yemiş bülbül gibi. Talabani karşısında sesi soluğu çıkmıyor. Apo’ya sayın diyor, ‘50 yıl sonra bile üye olamazsınız’ diyen Merkel’e ağzını açıp cevap veremiyor, bize hakaret ediyor”

-“İstanbul Kartal’da işi 12 trilyona alıyor 6 trilyona devrediyor. Kim bu? MVM. MVM ne? Bu vakfın bir üyesi. O vakıf ne? Başbakanın, İçişleri Bakanının, diğer bakanların, diğer kişilerin o kadronun içinde bulunduğu bir vakıf.”

-“Yargı ağırbaşlı bir kurumdur. Yargı çok konuşmak istemez, siyasete girmek istemez, kendi hakkını talep ederken de mahcuptur bunu anlayışla karşılamak lazım. Benim içimden de bir tepki gösterilsin demek geçer ama, anlamaya çalışıyorum yargıyı da”

-Başbakan sen iktidar olamadın diyor. Doğru. Peki, Sen iktidar oldun da ne oldu? Türkiye’nin borçlarını 150 milyar dolar arttırdın.Türkiye’nin sokaklarında yaşanamaz hale gelindi. İstanbul’da son 2,5 ay içinde 11 otobüs yakıldı. Türkiye sıfır terörle size teslim edildi, terör Türkiye’nin en ciddi sorunu haline geldi. Havuzlar kuruldu, göz göre göre yolsuzluklar yapılıyor”



Genel Başkan Baykal’ın CNN TÜRK’e açıklamalarının tamamına www.chp.org.tr’den ulaşılabilir. Ayrıca gazetecilere e-posta olarak gönderildi.


Yavuz OĞHAN- Ankara’dan karşınızdayız. Yerimiz Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi. Herhalde yerimizi söyledikten sonra konuşacağımız konuyu tahmin etmek zor olmayacak. Ankara çünkü son dönemde artık Cumhurbaşkanlığı seçiminden başka bir şeyi konuşmuyor, tartışmıyor diyebiliriz. Çünkü muhalefetle iktidar arasındaki diyalogda bu konuda netleşiyor, sertleşiyor, eleştiriler, karşılıklı suçlamalar var. Cumhuriyet Halk Partisinde de CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal’a biz konuk olduk aslında. Sizde bizim yayınımıza konuk oldunuz.


Deniz BAYKAL- Hoşgeldiniz.

Yavuz OĞHAN- Çok teşekkür ederiz. Üslup sertleşiyor 25 gün kaldı Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başlamasına. Ana muhalefet partisiyle iktidar partisi arasında çok sert suçlamalar hatta var. Ne diyorsunuz bu tansiyon nereye kadar yükselir?


Deniz BAYKAL- Siyasi hayatın içinde doğal olarak tartışmalar var, gergin tartışmalar var. Bunları doğal karşılamak lazım. Tabi üslup bozulması işi ayrı. Biz önemli şeyler söylediğimizi düşünüyoruz. Söylediklerimizi belgeyle ortaya koyuyoruz. Böyle bir değerlendirmeye muhatap olmak tabi çok acıdır bunu anlıyorum. Ama bizim görevimiz muhalefet partisi olarak belgelere dayanan, önemli yanlışlıkları ortaya koymaktır. Bu yanlışlıklar karşısında Sayın Başbakan cevap vereceğine hakaret etmeyi tercih ediyor.


Yavuz OĞHAN- En önemli tartışmada Sayın Abdullah Öcalan’a Sayın ifadesinin kullanılıp kullanılmadığı meselesiyle ilgili. Siz bu iddiayı dile getirdiniz. Dünde Sayın Başbakan konuşmasında dedi ki, bizim teröristle, terörle mesafemiz bellidir, herkes bunu bilir dedi.


Deniz BAYKAL- Bunlar tabi bunun cevabı değil. Ortada somut bir iddia var. Başbakanın Türkiye’yi 15 yıl çok acı bir iç mücadeleye sürüklemiş olan ve 30 bin kişinin kanları elinde bir leke olarak duran kişiye Sayın dediği ortaya çıktı. Bizde sorduk dedin mi, demedin mi diye. Dedim, ya da demedim demiyor Sayın Başbakan hakaret ediyor. Buna verdiği cevapların hiçbir geçerliliği yoktur. Ne kendisinin, ne yardımcılarının. Hele Dışişleri Bakanına böyle bir şey yok demiş olmasını hiç yakıştıramadım. Çünkü diplomatlık gerçekleri ifade etmeme mesleği olarak anlaşılmamalıdır. Hele millete karşı hiçbirimiz yalan söyleyemeyiz. Ortada böyle bir iddia var. Canım önemli değil ne olmuş falan demek mümkün değil. Bu milleti çok yakından ilgilendiren bir olay.


Yavuz OĞHAN- Siz dinlediniz mi bu sesi?


Deniz BAYKAL- Evet. İsteyen varsa size de dinletebiliriz. Yani burada bu sesler.


Yavuz OĞHAN- Geneli kaç dakikalık bir kayıt. Geneline baktığınız zaman böyle bir ifade çok rahatsız bir noktada.


Deniz BAYKAL- Gayet tabi canım çok açık. Yani buradaki mesele şu; siz bir kere de değil, iki kere söylemişsiniz. Yani bir dil sürçmesi değil. Olabilir çok kibar bir insandır, ağzından bal akıyordur, herkese sayın sayın diyordur rahmetli Ecevit gibi. Bunun en güzel örneği bildiğiniz gibi Sayın Bülent Ecevit’ti, rahmetli Bülent Ecevit’ti. Yani öyle birisi olursunda, yanlışlıkla bir dil alışkanlığıyla demiş olursun. Bir kere dersin düzeltirsin. Böyle bir şey yok. Arada zaman farkıyla iki kere tekrar aynı ifadeyi kullanıyor. Bu tabi hiçbir şekilde geçiştirilecek bir olay değildir. Başbakana sorduğunuz zaman canım eski defterleri karıştırıyorlar diyorlar. Bunun 2000 yılında olmasıyla 2007 yılında olması arasında bir fark yoktur. 2000 yılında da Öcalan aynı Öcalan’dı.

Yavuz OĞHAN- Terörist, terörist başı gibi başka ifadeler var mı konuşmada? Dinlediğiniz için soruyorum.


Deniz BAYKAL- Hayır, hayır. Öyle bir şey duymadık. Sadece iki defa sayın diye bahsediliyor.


Şimdi bu tabi insanı çok rencide ediyor, milleti çok rahatsız ediyor. Hepimizi rahatsız ediyor, haklı olarak rahatsız ediyor. Niye rahatsız ediyor? Canım kim olduğu belli, kimliği belli. Ona sayın demek onunla kendini tarif etmek anlamına gelir aslında. Yani bize saldırıyor. Ama sen sayın dediğin zaman onunla kendini aynı tarifin içine yerleştiriyorsun demektir. İnsanlar birbirlerine niye Sayın der? Çünkü herkes benim kadar saygıdeğerdir diye. Şimdi ona bu şekilde yaklaşırsan böyle bir şey olabilir mi? Bu 7 yıl önce oluyor. 7 yıl önce olmuş, 5 yıl önce olmuş. Olduğu zamanda aynı vaziyetti, şimdi aynı vaziyet. Niye şimdi çıkıyor? Cumhurbaşkanlığı seçimi. Valla hiç bilmem. Şimdi çıktı biz yeni gördük. Biz yeni gördük bunu, gördük ve tepkimizi gösterdik.


Yavuz OĞHAN- Nasıl ulaştı size?


Deniz BAYKAL- Ortada, bütün basında var canım. Basında var, sizlerden geldi. Sizin arkadaşlardan geldi. Bu tabi böyle geçiştirilecek, yok sayılacak bir olay değil. İnsan şunu sorma gereğini duyuyor. Hangi anlayışla, hangi zihniyetle bunu demeye içini yatırabilir bir insan. Yani nasıl içi acımaz sayın derken oraya. Çünkü o 30 bin kişinin kanı üzerinde o insanın. Ona sayın demek, hangi duygudan yoksunluktur, hangi anlayıştır ve bunun yol açacağı tepki nedir? Bunun hesabını insanın yüreğinde hissetmesi lazım. Ortaya çıktıktan sonra açıkça çıkıp cesur bir insan olarak, söyledim yanlış yapmışım, özür dilerim, bir dil sürçmesi, bilinçsizde oldu falan özür dilerim demesi lazım. Özür dilemek zorunda. Bir şey söylemiyor. Bunu yok kabul edeceğiz, efendim geçmiş olaylarmış. Geçmişinde hesabını soracağız. Sen üç yıl önce bir cinayet işlemiş olsan şimdi ortaya çıksa işlediğin cinayet bunun hesabını senden sormayacak mıyız? Bu değerlendirilmeyecek mi? Bu çok doğal bir şey. Şimdi gördü millet. 70 milyon şimdi fark etti ve şimdi rencide oldu, şimdi kırıldı, bu tepkiyi gösteriyor. Buna karşı sergilenen tavır maalesef cevap vermek değil, özür dilemek değil, izah etmek değil tam tersine bunu savsaklayıp karşı tarafa hakaret etmek, saldırmak şeklinde ortaya çıkıyor.


Yavuz OĞHAN- Seçim istismarı gibi bir değerlendirme vardı Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül.


Deniz BAYKAL- Bu söylenmiş bir laf Yavuzcum. Yani söylenen bir laf ortada. Bunu söyleyenin kim olduğu ortada. Onun için söylüyor, bunun için söylüyor. Canım herkes her şeyi söyler. Sen söyledin mi, söylemedin mi ona cevap ver. Çok açık. Söyledim ama şöyle söyledim. Bunu söylemiyor, kaçıyor, hakaret ediyor, işi sislendirmeye çalışıyor, ortalığı birbirine katıyor. Dağıtırım ben burayı diyen bir külhanbey gibi. Öyle bir şey olur mu? Sen cevabını ver bunun. Bunun cevabını vermekten kaçamaz Sayın Başbakan. Bunun cevabını vermek zorundadır. Söyledin mi, söylemedin mi? Bak kaset burada. Bu kasette burada. Bunu Dışişleri Bakanı inkar ediyor, başkaları inkar ediyor.


Yavuz OĞHAN- Gönderdiniz mi kaseti?


Deniz BAYKAL- Grup Başkanvekilide kasetler delil sayılmaz diyor. Biz mahkemeye seni vermedik. Verenler var, mahkeme onu takdir eder. Ama ben delil sayılsa da, sayılmasa da sen söyledin mi, söylemedin mi kardeşim? Bu onun Türk milletinden özür dilemesini gerektiren bir durumdur. Tabi burada sıkıntı birde şuradan geliyor. Başbakanın bu konularda gevşek bir tutumu olduğunu biliyoruz. Yani çok açık, çok net bir olay. Maalesef birbiri ardından milleti çok rahatsız eden bu istikamette benzer yanlışlıklar yaptı. Ne yaptı mesela? Bir süre önce terörle mücadele yasasının 6. maddesine Apo’nun tahliyesini gizlice sağlayacak bir maddeyi koydu. Bunu biz yakaladık, Cumhuriyet Halk Partisi olarak. Üzerine yürüdük, hık mık dediler çıkarıverdiler maddeyi. Çünkü o orada kaldığı zaman bu böyle işleyecekti. Şimdi bu görülüyor. Apo karşısında bir milletin tavrını paylaşamadığını görüyoruz Başbakanın. Milletin tavrından farklı bir tavrı var. Yani söylemi buna çok elverişli bir söylem. Alt kimlik, üst kimlik dedi. Orada toplantılar yaptı, bunlara olumlu sıcak mesajlar gönderdi. Onların sırtını sıvazlamaya çalıştı, ilişkiler kurdu. Yani böyle bir ilişki düzeninin içinden geçiyor. Ve şuanda Türkiye’ye en ağır haksızlıkları bunlar yaptığı zaman ağzını açmıyor, cevap vermiyor ama biz özür dile dediğimiz zaman bize hakaret ediyor. Barzani karşısında dut yemiş Bülbül gibi. Talabani karşısında sesi soluğu çıkmıyor. Apo’ya sayın diyor, bize hakaret ediyor. Böyle bir şey olur mu? Merkel’e ağzını açıp cevap veremiyor. Almanya’nın Dışişleri Bakanı,50 yıl sonra bile tam üyelik yok diyor, ona cevap veremiyor. Bize dışişleri bakanı bu doğru değildir diyor. Böyle siyaset olur mu? Siyaset doğruluk temelinde olacaktır.


Bakın bunu söyledik bize çok kızdı, söylemedik laf bırakmadı. Ne diyor benim hakkımda? Eski defterleri karıştırıyor diyor ya, eski defter falan değil bu söylenmiş bir laf. Efendim sen de diyor aynı parlamento HEP’lilerle aynı parlamentonun içinde bulundun işte belge diyor. Belge dediği ne? Meclis albümü. Meclis albümünde işte 550 kişiden birisi olarak bende bulunmuşum, başkaları da bulunmuş. Yani bunun bizimle ne alakası var. Biz bu konuda çok açık, çok net, çok tutarlı bir çizgiyi götürüyoruz. Ben ta bütün siyasi hayatım boyunca fevkalade duyarlı olmuşumdur bu konularda ve bu HEP’le SHP’nin işbirliğini daima karşı çıktım, eleştirdim, benimsemedim. O işbirliğini yaptıktan hemen sonra partiden ayrıldım. SHP’den ayrıldım Cumhuriyet Halk Partisini kurdum. 1992 yılında Cumhuriyet Halk Partisi kuruldu. 1991’de seçim yapıldı onlar geldi biz Cumhuriyet Halk Partisini kurduk ve ayrıldık. O zamandan buyana Cumhuriyet Halk Partisiyiz. Cumhuriyet Halk Partisinin bu konudaki çizgisi ortadadır. Daha önceki siyasi dönemde benim çizgim ortadadır. Hiçbir zaman Türkiye’yi bölmeye yönelik hareketlerin kesinlikle bu süreçte daima karşısında yer almışımdır.


Yavuz OĞHAN- Bu süreçte eski biraz daha çok tartışılacak gibi görünüyor. Sizde herhalde Sayın Öcalan ifadesinin izah edilmesi için uğraşacaksınız.


Deniz BAYKAL- Tabi, tabi.


Yavuz OĞHAN- Dün yine Başbakanın açıklaması sırasında bir ifade dikkat çekiciydi, bir belge gösterdi Erol Çakır’ın hazırladığı belge, örtülü ödeneğin başındaki isimle ilgili olarak. Bu belgeyi nereden buldu CHP. Gizli belge bu nasıl buldu diye sordular. Nereden buldunuz?

Deniz BAYKAL- Herkesin elinde. Başbakan soracak soru arıyorsa sorması gereken soru.


Yavuz OĞHAN- Savcıları da göreve davet etti çünkü.


Deniz BAYKAL- Evet. Etsin, incelesinler, araştırsınlar. Yani bu ortada dolaşıyor bu belgeler. Ortada hazırlanmış olan raporlar var. O raporların içinde. O raporlar ortalıkta. Yani bu artık belgenin aslını inkar edemiyor bu niye ortaya çıktı diye şikayet ediyor başbakan. Başbakana bu yakışır mı?


Yavuz OĞHAN- Dedikodu dedi zaten.


Deniz BAYKAL- Dedikodu olur mu işte belge burada. İstanbul Valiliğinin zamanın İstanbul Belediye Başkanı hakkında havuz kurduğuna ilişkin tespiti, iddiası. Bu iddia ne oluyor sonra? Mülkiye müfettişleri tarafından inceleniyor. Hesap uzmanları tarafından inceleniyor. Hesap uzmanları evet burada vergi yolsuzluğu yapılmıştır diyor. Mülkiye müfettişleri bu ciddi iddiadır diyor. Dava açılmalıdır diyor. Belediye başkanlarının koruması var biliyorsunuz. Hemen dava açılamıyor. Dava açılabilmesi için süreç başlıyor. İş Danıştay’a kadar gidiyor. Danıştay’ın kararı var. Danıştay evet dava açılmalıdır diyor. Dava açılıyor, ondan sonra DGM’ye mi gidecek, ağır cezaya mı gidecek o çalkantı içinde DSP’nin af yasası çıkıyor DSP affı ve o af yasasının imkanı ve o arada da iktidar değişikliği oluyor. Bunlar iktidara geliyor. İktidarın olanakları kullanılıyor. Gerekli perdeleme, kaydırma, dağıtma operasyonları maalesef yargımız iktidarlara bu bakımdan karşı bir takibatı götürecek noktaya gelebilmiş değildir. Üzüntüyle bunu tespit ediyorum. Çünkü elinde çok ciddi yetkiler vardır bakanlığın. Bu yetkiler acımasızca kullanılıyor. Hala kapanmamıştır Başbakanın dosyası ama yanındakileri kurtarmaya yönelik süreç işletilmiştir. Ortada raporlar var, ortada ciddi iddialar var ve ilk kez bir resmi belgeye İstanbul belediyesinin havuz kurduğu kayda geçiyor. Bu havuzda paralar toplanıyor. Bu havuz siyasi amaçla kullanılacak herkes biliyor ifadeler var. Çeşitli kişilerin ifadeleri var.


Şimdi bakınız bu havuz nasıl işliyor? Şimdi şuanda da var.


Yavuz OĞHAN- Şuanda nerede? Ankara’da, İstanbul’da.


Deniz BAYKAL- İstanbul’da. Bakın çok açık size söylüyorum. Kartal’dan bir boru döşeme işi ihale edildi bir süre önce. O meşhur MVM diye bir vakıf var.


Yavuz OĞHAN- Rogar skandalı.


Deniz BAYKAL- Evet rogar skandalına adı karışan. Yani bunlar Başbakanında içinde bulunduğu, diğer bakanlarında, İçişleri Bakanının da içinde bulunduğu bir kadronun kurduğu bir vakıf. O vakfın içinden birisi gidiyor İstanbul belediyesinden her türlü ihaleyi rahatlıkla alıyor. En büyük ihaleleri alıyor. Şimdi bir tanesini söylüyorum size. Bu Kartal’daki o boru, çekme boru döşenmesiyle ilgili ihaleyi alıyor 12 trilyona. Ama bunu yapacak makine parkı yok, uzmanlığı yok, buna göre kadrosu yok. Ama almış ihaleyi.


Yavuz OĞHAN- MVM şirketi, aynı şirket.


Deniz BAYKAL- Evet alıyor, başka bir şirkete Türkiye’nin bu konuda en iddialı şirketine, uluslararası boru döşemeciliğinde kendisini kabul ettirmiş bir önemli şirkete 6 trilyona devrediyor. 12 trilyona alıyor 6 trilyona devrediyor. Kim bu? MVM. MVM ne? Bu vakfın bir üyesi. O vakıf ne? Başbakanın, İçişleri Bakanının, diğer bakanların, diğer kişilerin o kadronun içinde bulunduğu bir vakıf. O vakfın içinden bir kişi hiç uzmanı olmadığı bir alanda 12 trilyonluk işi alıyor, uzman şirkete 6 trilyona emanet ediyor.


Şimdi başka neler yapılıyor? Türkiye’nin önemli ihaleleri var, çok büyük, ciddi ihaleler. Bu ihaleye birisi giriyor bir şirket. O işi yapacak olan şirket. O konuda uzmanlaşmış, yaptığı işler var. İşi alma noktasına geldiği zaman ona diyorlar ki, sen bir konsorsiyum kur, sen yalnız başına bu işi götüremezsin senin yanına şu şirketi de verelim, şu kişileri de verelim onlarla beraber çalış. Peki diyor mecburen ve o bütün işin diyelim %20’sini, 25’ini talep ediyor. Bu karşılıklı kabul ediliyor. Yaptığı hiçbir şey yok. İşi yapan öbür firmadır ama o %20 – 25 havuza gidecek olan kaynağı akıtıyor.


Yavuz OĞHAN- Kartal’la ilgili mesela suç duyurusunda bulunmayı düşünüyor musunuz?


Deniz BAYKAL- Ortada, yani bunu bir gerçek olarak söylüyorum kamuoyuna. Bu hiçbir ne cevabı verilebiliyor ne bir şey oluyor. Bizim ne söylüyorsak belgeli, ne söylüyorsak ciddi. Şimdi bunu takip etmesi gereken duyuyor işte, savcılar duyuyor, başkaları duyuyor, hükümet duyuyor, kim soruşturacak, kime karşı soruşturacak, neyle soruşturacak? Görmüyor musun daha Yargıtay belki birazdan konuşma imkanını buluruz. Yargıtay’a üye seçemiyor, Danıştay’a üye seçemiyor. Yargı sistemi mefluç, tıkanmış.


Yavuz OĞHAN- Şimdi yeri gelmişken konuşalım. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun bir seçim sıkıntısı var. Bu biraz siyasi yönünün ağırlık kazandığını gösteriyor mu sistemin?


Deniz BAYKAL- Çok açık, hiç tereddüt götürmez. Bakınız Türkiye’de yargı o kadar yüklü ki çalışamaz halde. Dünyanın en çok dosyasıyla uğraşmak durumunda kalan Yargıtay’ı bizim Yargıtay. Hakimlerimizin gecesi gündüzü yok. Pazarı tatili yok ve her birisi muazzam, insan üstü bir çabayla dosyaları görmeye, adalete hizmet etmeye çalışıyorlar. Bütün bunlara rağmen daha yeni ilan edildi 2006 yılı sonunda binin üzerinde dosya zaman aşımından dolayı değerlendirilemeden kapandı. Yani adalet verilemedi. Şimdi Yargıtay’da 24 tane, 23 tane boşluk var. 23 tane hakime ihtiyaç var ve yasaya göre 20 gün içinde bir boşluk olduğu zaman seçim zorunlu. Ne 20 günü Ağustos dan buyana bu kadar zaman geçti hala hiçbir şey yapılmadı. Niye yapılmıyor? Çünkü bunu seçecek olan bir organ var Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu. Bu kurul siyasi talimatla seçim yapmayı reddediyor. Eline liste veriliyor. Deniliyor ki, şunları şunları yap, kontenjan ver. Sen istediğin birkaç kişiyi seç, benimde bak talimat var bizim şu şunu istiyor, bu bunu istiyor bunu koyacaksın. Bunlar diyor ki, ne münasebet ortada bakarız dosyalara kim hak ediyorsa onları seçeriz. Hayır seçemezsin. Şimdi seçtirilmiyor. Siyasi taahkum altına alma çabası içinde maalesef seçim yaptırılmadı, hala yaptırılmadı, bakan dışarıda. Türkiye’de dayanamadı Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu toplandı, iki haftadır toplanıyor ve tutanak tutuyor seçim yapamıyoruz diye. Bu suç, anayasa suçu. Anayasa seçimi öngörüyor ve o yapılmıyor. Bu Yargıtay’da böyle, Danıştay’da böyle, Sayıştay üyeleri seçilmiyor. Niye? Çünkü Sayıştay üyelerini beğenmiyor AKP’liler.


Yavuz OĞHAN- Yargıtay gerekli tepkinin geldiğini düşünüyor musunuz? Mesela Yargıtay, Sayıştay, Danıştay bu konuyla.


Deniz BAYKAL- Tabi yargı ağırbaşlı bir kurumdur. Yani yargı çok konuşmak istemez, siyasete girmek istemez, kendi hakkını talep ederken de mahcuptur bunu anlayışla karşılamak lazım. Tabi benim içimden de bir tepki gösterilsin diye söylemek geçer ama anlamaya çalışıyorum yargıyı da. Yani onlar konuşmazlar. Kendileriyle ilgili konularda da konuşmazlar. Ama bilmenizi isterim ki, kiminle konuşsanız içi kan ağlıyor. Çok üzüntü içindedir. Şimdi düşünün bunu organize eden kişi yarın Cumhurbaşkanı olacak. Cumhurbaşkanı olduğu zaman Anayasa ona doğrudan yetkiler veriyor. Şimdi o Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun yetkisini kullanmasını engelliyor. Yarın onu kendisi yeniden tanzim edecek. Tanzim ettikten sonra seçtirecek. Bu iyi bir gidiş değil. Bu yanlış. Buna karşı toplumun tepki göstermesi lazım. Bu bir rejim krizidir. Bir demokrasi krizidir. En çok kullanılan sözlerden birisi demokrasi ama demokrasinin en ciddi darbe yediği olaylardan birisi bu yargı bağımsızlığının göz göre göre siyasi taahküm altına alınmak istenmesidir.


Şimdi bütün bunlar oluyor, biz bunları söylüyoruz. Başbakan müthiş tepki gösteriyor, kızıyor, hakaret ediyor. Yani bize hakaret ediyor. Bana diyor ki, iktidara gelmedin zaten sen. Doğru. Yani ben demokrasilerde muhalefetinde şerefli bir görev olduğu, bir milli görev olduğu anlayışı içindeyim.


Yavuz OĞHAN- Türkiye’de iktidar değil, muhalefet sorunu var dedi dün Sayın Başbakan.


Deniz BAYKAL- Anladım. Yani muhalefet toplumun saygıdeğer bir görevidir, demokrasinin saygıdeğer bir kurumudur ve biz onu yapıyoruz. Bizi de buraya millet getirdi. Milletin kararıyla geldik. Sen iktidar oldun da ne oldu? Türkiye’nin borçlarını 150 milyar dolar arttırdın. Yakın bir zaman içinde 2002’de devraldığı Türkiye’nin iç ve dış borçları iki katına çıkacak, çıkmak üzere, yaklaştı. Aldığı borçları bu 4,5 – 5 yıl falan tamamlandığı zaman büyük bir olasılıkla iki katına çıkarmış olacak. Borçlarını arttırdın Türkiye’nin. Türkiye’nin sokaklarında yaşanamaz hale geldi. Şu İstanbul’un haline bakın. İstanbul’da son 2,5 ay içinde 11 tane otobüs yakıldı. İstanbul’da kadınlar, yaşlılar, çocuklar ve erkekler güven içinde sokakta dolaşamaz haldeler. Yani Esenler’e otobüs işletilmesi yapılamıyor, Esenler’in yanına kadar geliyor otoyoldan, oradan güvenlik şeridine geçiyor otobüs, güvenlik şeridini de boşaltıyor ve insanlar otoyola dökülüyor. Diğer insanlar, binmek isteyenlerde otoyolda bekliyor, otoyolda otobüse biniyor. Otobüs Esenler’in içine giremiyor. Sizin elinizde oluyor bu. Türkiye sıfır terörle size teslim edildi, terör Türkiye’nin en ciddi sorunu haline geldi. İstanbul yaşanmaz kent haline geldi. Buralarda havuzlar kuruldu, göz göre göre yolsuzluklar. İstanbul’da kaç tane imar değişikliği yapıldı ve yeşil sahalar, okul alanları, cami alanları ben üç tanesini biliyorum. Cami alanları inşaata, ticarete, ranta dönüştürüldü. Hepsi bunlar orada oluyor.


Yavuz OĞHAN- Seçim yaklaşıyor, zaten bu meseleleri çok konuşacağız. Bizimde program içinde bir küçük ara vermemiz gerekiyor. Bu aradan sonra Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili tahmininizi ve tespitlerinizi konuşmak istiyoruz. Kısa bir aradan sonra birlikte olacağız.


Yeniden birlikteyiz, Cumhuriyet Halk Partisindeyiz CHP’nin Genel Başkanı Deniz Baykal’la Cumhurbaşkanlığı sürecindeki tartışmaları konuşuyoruz. Efendim Başbakanın dün yönelttiği suçlamalar ve eleştiriler vardı. Sizin AKP’ye ilişkin eleştirilerinizde, suçlamalarınızda vardı. Bir süredir Cumhurbaşkanlığı konuşuluyor. Elbette Türkiye’de çok önemli bir seçim, 25 gün sonra bir süreç başlayacak. Belki de 1,5 ay sonrada bitecek. Bu seçim sürecine ilişkin sizin bir takım açılamalarınız var. Önce bir kitapçık hazırladınız, Başbakan Tayyip Erdoğan neden köşke çıkmaması gerektiğini kendi pencerenizden anlattınız. Daha sonra son yaptığınız grup toplantısında çıkmayacak, en iyi beni başbakan anlar dediniz. Ne demek istediniz, nereden bildiniz çıkmayacağını Başbakan Tayyip Erdoğan’ın köşke?


Deniz BAYKAL- Evet sizinde işaret ettiğiniz gibi uzun bir süreden beri Sayın Başbakanın Cumhurbaşkanı adaylığı konusu konuşuluyor. Biz bu konuda bir öncü görev yaptık. Önce toplumu uyardık Cumhurbaşkanı olma niyetindedir bunu görüyoruz dedik. O zaman pek buna itibar eden olmadı. Başbakanın politikası da zaman kazanmak, toplumu bu konuda bir duyarlı noktaya getirmeden sessizce seçim anına kadar gelmeyi başarmak ve sonra birden bire ani bir kararla bir dağınıklık manzarası içinde aday olup seçilmek. Bunun için işte Şubat’a kadar konuşmayacağız, Nisan’a kadar konuşmayacağız falan bir açıklamalar yaptı. Ama belli oraya gidiyor. Bu teşhisimizi biz kamuoyuyla paylaştık. Önce herkes kuşkuyla karşıladı sonra baktılar öyle. AKP içinde sondajlar yapıldı, çevresine bakıldı falan. Kimse açık bir şey söyleyemiyor ama oraya gittiği belli. Hiçbir aday isminin telaffuz edilmemesi, Cumhurbaşkanlığı konusunda ne olabileceği, ne olması gerektiği konusunda AKP yönetiminin Başbakanın hiçbir değerlendirme yapmaması onun kendi adaylığı için hazırlandığını gösteriyor idi. Bunu biz Türkiye’ye anlattık. Herkes gördü ve tamam dedi Başbakan Cumhurbaşkanı olacak ve bu gerçek görüldü. Görünce bunun yaratacağı sorunlar düşünülmeye başlandı. Çünkü bu işin bir parçasıydı. Onun bu işe niyetli olduğunu görmek ve sonrada olur mu diye tartışmak gerekirdi. Ve o tartışmaya biz çok ciddi katkılar yaptık. Hatırlarsınız bütçe konuşmasında ben 34 tane madde saydım.


Yavuz OĞHAN- Neden olmamalı?


Deniz BAYKAL- Olmamalıdır, olmaz, sakın ha diye bunları anlattım. Bu söylediklerimiz tabi toplumda çok ciddi bir sahiplenmeyle karşılaştı. Toplumun her kesimi, evet ya olmaz bu demeye başladı. O kadar ki AKP’li seçmen dahi olmasın deme eğilimi içine girdi ve toplumda bir büyük mutabakatı hep beraber görmeye başladık olmaması için ama o gene zaman kazanmaya çalışıyor, bastırıyor, konuşturmuyor ve bir takım kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları yavaş yavaş, ya bu olacak galiba en iyisi kavga etmeyelim, olacaksa oluversin bize ne, demokrasinin de gereğidir falan gibi havalara girdiler ve böyle teslimiyet çizgisi içinde istemeseler dahi içlerinden olabilir canım falan diye açıklamalar yaptılar ve toplumda olabileceğine dair bir anlayış şekillendi. Bu çok sağlıksız bir şey, çok tehlikeli bir şey. Olmaz. Yani olmaması için o kadar haklı gerekçeler var ki Yavuz bey. Düşünün Cumhurbaşkanı hem Anayasayı temsil edecek, Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü temsil edecek, hem de Anayasamıza göre bütün kurumları uyum içinde çalıştıracak. Başbakanın Türkiye’nin Anayasal sistemine özünde inanmadığı ortada. Kendi ifadesiyle ortada. Anayasamızın özünün tartışılması gerektiğini söyleyen kendisi. Eyalet sistemini öngörmüş olan kendisi. Alt kimlik, üst kimlik tartışmalarını açmış olan kendisi ve yani Anayasanın özüyle kavgası olduğu açık. Türkiye Anayasasının özünü iptal etmeye niyetli birisini Anayasanın zirvesine getirir mi, gelir mi, olur mu böyle? Gelirse ne olur? Canım demokrasinin gereğidir oluversin. Böyle bir şey olur mu? Bak Haider diye Avusturya’da son seçimlerde bir aşırı milliyetçi birisi seçimden oyunu aldı hükümeti kuracaktı, ‘aman ha’ dediler bu olmaz. Siz AB’nin içinde misiniz, değil misiniz taşımaz bunu dediler ve adamı dışladılar.


Yavuz OĞHAN- Siz benzerlik görüyor musunuz?


Deniz BAYKAL- Anayasanın özünü sahiplenmek zorundasınız. Sahiplendiğinizi ikna ederek göstermek zorundasınız. Canım ben çaktırmam, uyuturum, milleti uyuturum, herkesi uyuturum, gelir oradan alttan değiştiririm. Böyle bir şey olmaz.


Yavuz OĞHAN- Bu süreci anlattınız geldiğiniz dediniz ki olmayacak.


Deniz BAYKAL- Evet. Bunu ortaya koyduk. Çok ciddi bir şekilde tekrar o teslimiyet noktasından sonra, biz yeni bir açılım yaptık, toplumu bir kez daha bu noktalarda uyardık. Bir sürü yeni gerçeklerde çıktı. Şimdi işte demin konuştuğumuz konu Sayın Öcalan demiş bir insan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı olur mu? Sancak onun önünde eğilir mi geçerken. Cumhurbaşkanının önünden geçerken o Türk bayrağı, sancak eğilir mi onun yanında. Olur mu böyle bir şey? Kelle demiş şehitlere. En büyük iftiharımız bizim. 70 milyon adına en büyük fedakarlığı yapmışlar, canlarını vermişler, derin bir şükran duygusu, saygı duygusu içinde olmamız lazım. O insanların kaybını müthiş bir olay gibi algılamamız lazım. Tüylerimizin diken diken olması lazım. Şehit sözünün hepimizi ciddi şekilde etkilemesi lazım. Kelle diyor, aldı diyor falan.

Yavuz OĞHAN- Bu son olaylar mı engeller diyorsunuz?


Deniz BAYKAL- Şimdi bütün bunlar parçası, hep yansıması bunlar. Bütün bunlar ortada. Şimdi bu gelinen olamaz. Olması mümkün değil. Canım o orada emrinde çoğunluk yaparız diyor. Olmaz. Bunu en iyi kendisi anlar dedim.


Yavuz OĞHAN- Olmayacak dediniz.


Deniz BAYKAL- Evet olmayacak. Olmaz, kaldırmaz Türkiye canım. Akıl var, mantık var.


Yavuz OĞHAN- Yani bu bilgiye dayanarak.


Deniz BAYKAL- Hiçbir özel istihbaratım yok. Hiçbir kimseyle temasım yok.


Yavuz OĞHAN- Çünkü dün Başbakan kulağa fısıldamadan da bahsetti. Bizim kulağımıza fısıldanma.


Deniz BAYKAL- Herkes her şeyi söyler. Ben size net bir şekilde söylüyorum. Olmaz, olmayacağını kendi görecektir. Orası Başkomutan olacak, Türk bayrağı onun önünde eğilecek. Yargıda yaşadığımız olayları söylüyorum. Bunun eline vereceğiz Anayasa Mahkemesini tayin etme yetkisini, üniversitelere rektör atayacak organı belirleme yetkisini, üniversite yönetimlerini, gençliğimizi emanet edeceğiz. Yargıyı, hak, adalet duygumuzu emanet edeceğiz bunun oluşturacağı kadrolara. Böyle bir şey olmaz, mümkün değil.


Yavuz OĞHAN- Israr ederse Sayın Başbakan?


Deniz BAYKAL- Ben böyle bir şey yapacağını hiç zannetmiyorum. Hiç böyle bir şey yapması sözkonusu değildir. Aday olmaz. Çünkü aday olursa seçilme riski vardır. Aday olursa seçilir. O nedenle aday olmaz. Aday olmayacaktır. Ben bir siyasetçi olarak anlayışımı söylüyorum. Aday olmayacaktır. Benim kanaatim bu. Yaşayacağız, göreceğiz. Bu benim Türkiye siyasetini izleyen, bilen, değerlendiren bir insan olarak tespitim. Aynı zamanda temennim. Bunun için mücadele ediyorum. Bunun çok ciddi bir tehlike doğuracağını görüyorum. Bir ülke, bir cumhuriyet bu kadar bilinçsiz, bu kadar duyarsız olamaz. Böyle bir şey olamaz. Bunun telafisi yoktur, bunun getireceği zararın telafisi yoktur. Yani Türkiye’de çok aymaz var, çok insanın kafası karıştırılmıştır. Bu meseleleri görmeyen ya da görmeye cesaret etmeyen ya da görmek işine gelmeyen ya da görmemeye teslim olmuş çok insan vardır biliyorum. Ama Türkiye bunu taşımaz.


Yavuz OĞHAN- CHP’nin başta atacağı adımlar olabilir mi? Başbakan Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda geri adım atmaz ya da bu süreçte bu belirsizlik devam ederse. Yani mitingler düzenlenebilir mi? Çünkü herkes onlardan bahsediyor.


Deniz BAYKAL- Tabi hepsi olabilir. Biz görevimizi içinde bulunduğumuz dönemin koşullarına göre yaparız, en iyi şekilde yaparız. Aday olması, aday olma kararını alması halinde hep görürüz ne olur, ne biter.


Yavuz OĞHAN- Sine-i millet olabilir mi mesela?


Deniz BAYKAL- Yani önümüzdeki dönemde bütün bunları değerlendiririz. Ben şimdi yaptığımız çalışmanın yeterince etkili olduğu kanısındayım. Bakın Başbakan ne diyordu? 16 Nisan’a kadar aday telaffuz edilmeyecek diyordu. Ne oldu telaffuz ettiler 4 tane adayı? Niye telaffuz ettiler?


Yavuz OĞHAN- Başta 4 tane telaffuz edildi.


Deniz BAYKAL- O ayrı. Şimdi bak aday ismi çıkmaya başladı. Aday telaffuz edildi. Aday yok diyordu. Aday söylemeyeceğiz. O ne demek biliyor musunuz? Aday yok demek aday benim demektir.Aday söylenmediği zaman aday Başbakandır. Çünkü söylenmesine gerek yok, artık belli. Ama aday ismi çıkmaya başladığı anda artık Başbakanın dışında bir arayış başladı demektir.4 tane isim çıktı, isimlerle ilgili değerlendirmeler yapıldı. Niçin bunlar çıktı, nedir bunların özelliği falan diye. Bunu kim çıkardı, nasıl çıktı. Yani anket manket, anket falanda sözkonusu değil. Önemli olan adaylık çıkarmanın yöntemi diye söylendi. Sorumluluğunu üstlenip söyleyemiyor tabi Başbakan benim adayım falandır demiyor ama sondaj yapma ihtiyacı içinde, arayış başladı arayış Yavuz bey. Yani bunu ben görüyorum. Bu Başbakanın gerilemeye başladığının ifadesidir. Bu gelişecektir bu süreç ve göreceksiniz bu sürecin sonucunda daha makul, daha kabul edilebilir bir aday bulmaya çalışacaklardır.


Yavuz OĞHAN- Hep bu süreçte başbakanı, meclis başkanını ve Abdul Gül’ü dışında tutarak soruyor anketi. Bu size bir şey ifade ediyor mu?


Deniz BAYKAL- Ediyor tabi. Başbakan diyor ki, ben olmazsam onlarda olmaz. Niye onları sorayım diyor. Ben benim olmam bir Türkiye’de gerilim yaratacaksa, bir sıkıntı doğuracaksa ve bu nedenle ben bunun gereğini yerine getiriyorsam, icabımı yerine getiriyorsam sizde durun kardeşim diyor ve ona göre bir arayışa giriyor. Benim değerlendirmem budur. olmaz diyor.


Yavuz OĞHAN- Peki ortaya çıkan isimlerle ilgili bir değerlendirmeniz var mı? İşte birçok isim konuşuluyor.


Deniz BAYKAL- O konularda herhangi bir şey söylemem mümkün değil. Ama şu oturmuştur artık. Başbakanın Cumhurbaşkanı olması sözkonusu değildir. Bu Başbakanın içine de yerleşmeye başlamıştır ve bu arayışa girmeye başladığının işaretlerini de ben alıyorum. Olmaz. Yani sen kelle diyeceksin şehide, öbürüne sayın diyeceksin, Hikmet Yar’ın önünde diz çökeceksin. Yasin El Kadı’ya kefalet vereceksin. Ben kefiliyim diyeceksin. BM terörü finanse ediyor diye arıyor. Yani böyle cumhuriyet başkanı olur mu? Böyle bir Cumhurbaşkanı olur mu Türkiye’de? Olmaz, olmayacağını görür herkes. Yani heves, heves vardır. Ben Sayın Başbakana zamanında yolu gösterdim. Dedim ki, olmak istiyorsan yapmam gereken şey seçime git. Git seçime, seçimde bunu tartışalım, biz düşüncemizi söyleyelim, sen düşünceni söyle. Millet sana Cumhurbaşkanı seçilecek çoğunluğu verirse seçilsin. Ben sesimi çıkarmayacağım dedim.


Yavuz OĞHAN- Olmaz diyorsunuz. Peki bir Cumhurbaşkanı profiliniz var mı? Bir öngörünüz var mı? Olmaz derken bir öngörü anlamında soruyorum.


Deniz BAYKAL- O bizi aşan bir iştir. Ben bir Cumhurbaşkanı empoze etme peşinde değilim. Ben Türkiye’nin ve Anayasamızın tarifine uygun bir cumhurbaşkanı gelsin istiyorum.


Yavuz OĞHAN- Ama daha önce Abdüllatif Şener aday olursa destekleriz demiştiniz.


Deniz BAYKAL- Hayır destekleriz dememiştim çarpıtma onlar. Bana falana falana karşı çıktınız dediler. Başbakanla, Arınç’ın adaylığına karşı çıkıyorsunuz derken Başbakanın, Arınç’ın veya Abdüllatif Şener’in adaylığına karşı çıktınız dediler. Ben ikisininkine çıkmıştım buna çıkmamıştım. Dedim Sayın Şener’in adaylığına karşı çıkmadım dedim. A işte Deniz destekleyeceğe getirildi. Böyle bir şey yok. Ben sadece bir düzeltme yaptım.


Yavuz OĞHAN- Çok önemli bir düzeltme yapmışsınız ama yani şimdi.


Deniz BAYKAL- Bir gramer düzeltmesi yaptım o zaman.


Yavuz OĞHAN- Hala o isme karşı çıkmıyorsunuz.


Deniz BAYKAL- Oraya karşı çıktığımı söylemedim dedim. O desteklediğim anlamına hiçbir şekilde gelmez. O bambaşka gelişmelere bağlı. Şimdi görelim. AKP kendi içinde çalkalanıyor. Şimdi Başbakan yavaş yavaş olamayacağını görüyor, onu içine sindiriyor, sindirecek ve o doğrultuda bir arayışa umarım katkı verecektir, yardımcı olacaktır ve bu sürecin sonucunda oraya kabul edilebilir, Türkiye’yi sıkıntıya sokmayacak, anayasamızı içine sindirmiş, onun gereğini yapacak, Anayasaya tuzak kurmayacak bir Cumhurbaşkanı seçilir.


Yavuz OĞHAN- Bunun aksi olursa siz oylamaya katılmayacaksınız.


Deniz BAYKAL- Tabi, tabi hiç şüphe yok.


Yavuz OĞHAN- Muhalefetin tutumunu nasıl buluyorsunuz bu konuda? Diğer muhalefetin.


Deniz BAYKAL- Şekillenmiş bir şey yok. Yani bir başka muhalefetin bu konularda ortaya çıktığını göremiyorum.


Yavuz OĞHAN- Çünkü siz girmeyeceğinizi net olarak açıkladınız. Karşı taraftan Anavatandan ve DYP’den böyle bir.


Deniz BAYKAL- Bir temasımızda olmadı. Yaklaşınca herhalde bir kararlar alırlar. Hepsini değerlendiririz.


Yavuz OĞHAN- Siz görüşür müsünüz, görüşecek misiniz Sayın Ağar’la ya da Mumcu’yla?


Deniz BAYKAL
- Tabi görüşürüz, tabi herkesle görüşürüz. Tabi bu milli bir görev. Yani o noktaya geldiği zaman anlayışımızı söyleriz. Eğer o anlayış doğrultusunda bir işbirliği zemini varsa bunu değerlendiririz, görüşürüz, birlikte çalışırız. Birlikte Türkiye’ye sahip çıkmak zorundayız. Biz CHP olarak bir ciddi görev yapıyoruz. Türkiye adına görev yapıyoruz. Bu göreve herkesin katkısını vermek görevi vardır, sorumluluğu vardır. Bunu bekleriz, bunun yapılması lazım ve inanıyorum yapacaklardır. Seyirci kalamayız. Yani bu bir çeşit böyle bizim toplumumuzun ve kamuoyumuzun duyarsızlığa itilmesi, sessizleştirilmesi, etkisizleştirilmesi, bir teslimiyet duygusu içine çekilmesi suretiyle bir önemli ve telafisi mümkün olmayan denge değişikliğinin gerçekleştirilmesi, dayatılması demektir, doğru değildir. Türkiye’nin çok büyük bir tarihi kimliği var. Bunu yeniden tarif etmeye ihtiyacımız yok. Bu kimliğimizle biz dünyada fevkalade etkin bir konumda olduğumuzu düşünüyoruz. Yani hem Müslüman bir toplumuz ama laik bir cumhuriyetiz. Bunu korumak lazım. E canım biz koruyoruz. Tabi siz kritik dönemlerde koruyoruz söylemeni geliştiriyorsunuz ama elinize fırsat geçtiği zaman ne yaptığınızı biliyoruz. Ne uğraşıyorsun yargıyla şimdi? Ne uğraşıyorsun Yargıtay’la kardeşim. Bırak Yargıtay’ı. Yani Yargıtay’a canım benim tanıdığım falan kişi gelse biçiminde bir talebi olsa onu dahi mazur göreceğim. O değil, ideolojik bir dayatma, ideolojik bir kuşatma var. Bu kuşatmayı hem dışardan yavaş yavaş getireceksiniz Türkiye’nin temel anayasal kurumlarını çökerteceksiniz, sonra Cumhurbaşkanlığına kalbine gireceksiniz, orayı kontrol altına alacaksınız. Böyle bir şey olmaz.


Yavuz OĞHAN- O zaman bu ismin sizinle konuşulmasını bekliyorsunuz.


Deniz BAYKAL- Yani konuşulması şart değil. Hayır ben öyle bir bekleyiş içinde değilim. Uygun bir isim ortaya çıktığı zaman hiç benimle konuşulmamış olsa da uygun derim. Olmayacak isimler karşısında düşüncemi halka anlatıyorum, millete anlatıyorum. Ve halka anlattığımız, millete anlattığımız düşünceler etkili oluyor. Siyasette bizim yöntemimiz sözdür, biz sözle yapıyoruz mücadelemizi. Başka bir şeyimiz yok. Doğruyu söyleriz. Bir kişi dahi olsa doğruyu söyledi mi o etkili olur. Efendim git mitingler yap, bilmem ayağa kaldır. Canım gerekirse o da olur. Allah göstermesin öyle noktalara gelirsek onu da yaparız. Ama şimdi başka bir şey. Şimdi biz sözle, düşünceyle meramızı ifade ediyoruz. Derdimizi anlatıyoruz ve ben bunun yerine ulaştığını görüyorum. Ben hem Başbakanı uyarıyorum, hem toplumu uyarıyorum. Ve bunlar boş sözler olarak kimse tarafından görülemez. Yaşanır, görülür. Ben siyasi hayatımızın temel süreçlerini, dinamiklerini yansıtmaya çalışıyorum. Herkesi uyarıyorum. Ne adına bunu yapıyorum? Türkiye’de demokratik cumhuriyetin, demokratik laik bir cumhuriyetin işlemesini güvence altına almak için yapıyorum. Demokrasiyi güvence altına almaya çalışıyorum. Cumhuriyeti güvence altına almaya çalışıyorum. Cumhuriyeti ve demokrasiyi birbirini destekleyen, birbirine güç katan süreçler olarak görüyorum. Demokratik olanakları kullanıp, sayısal çoğunlukları kullanıp cumhuriyetin özünü tahrip etme göz yumulacak bir olay değil. Bu her yerde denenebilir ve her yerde tepkiyle karşılaşır. Fransa’da da tepkiyle karşılaşır. Fransa’da nasıl geldi Degol iktidara? Yani toplum o gerginliklere girer. Bunlar yanlış.


Yavuz OĞHAN- Bu gerginlik herhalde 16 Nisan’a kadar devam edecek. Hatta 26 Nisan’a kadar devam edecek gibi görünüyor.


Deniz BAYKAL- Umarım daha önceden kabul edilebilir bir cumhurbaşkanı adayını ilan eder Sayın Başbakan. Önce aday olmayacağını netleştirir. Benim kafamda net. Ama topluma da bunu ifade eder. Arkasından uygun bir aday çıkar ve herkes rahatlar.


Yavuz OĞHAN- Türkiye geleneğinde hep gece 12’lerde son adaylar belirli olduğu için herhalde biz 26 Nisan’a kadar devam edeceğiz. Evet politikanın ana damarlarından birisi CHP Genel Merkezindeydik. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’la bu süreci Cumhurbaşkanlığı sürecini ve seçimleri konuştuk. AKP iktidarının getireceği Cumhurbaşkanı adayına ilişkinde beklentilerini aktardı bize CHP Genel Başkanı Deniz Baykal. Yeniden buluşmak üzere hoşçakalın.