Saturday, March 28, 2009

GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL GÜNCEL OLAYLARI DEĞERLENDİRDİ VE GAZETECİLERİN SORULARINI YANITLADI


-“Maalesef ilk kez bu seçim kampanyasında bugüne kadar pek tanık olmadığımız yakışıksız, hukuka aykırı, haksız suçlamalar piyasaya sürüldü. Bu suçlamaları ortaya atanlar kendi isimlerini kullanmaya cesaret edemediler. El altından, bel altından saldırı yapmayı tercih ettiler. İş artık gizli CD dağıtmak noktasından çok açık bilbordlara afiş asmaya kadar getirildi...”

-“Başbakan’ın bu kampanyada borçluların dürüst olmadıklarını, krizde sıkıntıya giren firmaların da beceriksizlikten sıkıntıya girdiğini söylemesi çok sorumsuzca yapılmış, çok yanlış ve haksız değerlendirmelerdir...”

-“CHP olarak bizim bu kampanyada ekonomik kriz ve yolsuzluklarla kararlı mücadelemiz sonucu Hükümet köşeye sıkıştığını hissetmiş, inkar ettiği, yok saydığı, teğet geçti dediği krizi kabul etmek ve CHP!nin önerileri doğrultusunda adım atmak gereğini duymuştur...”

-“Önerilerimiz üzerine arabalardan alınan ÖTV ile kolaylık getirildi. Ama traktörlere yönelik olarak böyle bir kolaylık yok. Traktörlere de vergi kolaylığı getirilmelidir. Aynı şekilde gübre, zirai ilaçla ilgili olarak da KDV indirimine ihtiyacı vardır. Mazottan alınan ÖTV’nin kaldırılmasını da ta başından beri ısrarla öneriyoruz...”

-“Demokrasiyi askeri darbeden kaynaklanan tehditler karşısında sahiplenmek güzel bir şey. Ama demokrasiyi iktidarın içinden kaynaklanan demokrasiye sığmayan uygulamalarla, dayatmalarla, zorlamalarla, tehditlerle, şantajlarla, devlet olanaklarını kullanmayla, para kullanmayla, tehdit yapmakla tehlikeye maruz bırakmaya da hayır denilmeli. Çünkü, o da başka bir demokrasi tehdididir. Türkiye bu yeni demokrasi tehdidini kavramak ve buna karşı tedbir almak zorundadır....”

-“Efendim asker müdahale etmesin başka bir mesele yok. Elbette etmesin. Asker müdahale etmesin. Sende etme kardeşim. Sende etme. İktidar olarak etme, idare olarak etme, parayla etme, tazyikle etmek, tehditle etme, etme. Ederim ben. Yanlış. O demokrasi zafiyetidir. Buda ortaya çıktı...”

-“Artık darbe kanalıyla demokrasi tehdidi Türkiye’de gündemden düşmüştür. İsabet olmuştur. Türkiye bunu başarmıştır. Ama şimdi başka demokrasi tehditleri var. Demokrasiye yönelik başka tehditler var. O tehditlerle de mücadele etmek zorundayız...”

-“Mafyayla darbeyi, mafyalaşmayla darbeyi, terörle mücadeleyle mafyalaşmayı, terörle mücadele ile darbeyi gerçekte olmadığı halde öyleymiş gibi göstererek ve bunun üzerine bir miktarda hesaplaşma duygusu, intikam alma arayışı, ben sana gösteririm sen bana falan tarihte yapmıştın şimdide ben sana yapacağım yaklaşımı eklediğiniz zaman işte ortaya bugünkü yargılama çıkıyor. Bu maalesef acı bir tablodur...”

-“Gücü yeten gücü yetene. Şimdi denk geldi böyle yapıyoruz. Türkiye’nin ihtiyacı bu değil. Türkiye’nin ihtiyacı gücü gücü yetene anlayışının olamayacağı, hukukun işleyeceği bir noktaya gelmek. Biz bunun için geçmişle hesaplaşalım, eçmişteki yanlışlıkların üzerine bunun için yürüyelim diyoruz...”

-“Bir helikopterin ülkemiz içinde belli bir noktada düşmüş olması halinde yerini dahi tespit etmekte günlerce gecikilmesini makul karşılamak mümkün değildir. Bu olay bize çok çarpıcı bir biçimde böyle kazalar karşısında ne kadar hazırlıksız, donatımsız bir noktada bulunduğumuzu göstermiştir...”

-“CHP olarak biz bu konuda, TBMM’de herhangi bir suçlayıcılık anlayışının tamamen ötesinde, bütün partilerin katılacağı ve elbirliğiyle bu kazada ne gibi eksiklikler oldu, ne gibi yetersizlikler var, ne yapılabilir diye harekete geçeceğiz. Milletvekili arkadaşlarım bu konuyu TBMM’ye taşıyacaklar.”


GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BASIN TOPLANTISI...

“Değerli arkadaşlarım, seçim kampanyasının sonuna yaklaştığımız bugünde bir genel değerlendirmeyi birlikte yapmak için basın toplantısını düzenledim.


Önce biraz önce helikopter kazasında enkaza ulaşılmak üzere olduğuna ilişkin haber dolayısıyla memnuniyetimi ifade etmek istiyorum. Yapılan açıklamadan enkazın yerinin tespit edildiğini ve enkaza ulaşılabilmesi için ekiplerin oraya yönlendirildiğini öğrendik. İnşallah hiç gecikmeden kaza mahalline biran önce ulaşılır. Ve inşallah bu kazaya maruz kalan insanların yaşatılma umudu ortaya çıkar. Bu ümit ve temenni içindeyim.


Bu vesileyle bu dolayısıyla altını çizmemiz gereken birkaç noktanın bulunduğunu düşünüyorum. Bu olay bize çok çarpıcı bir biçimde böyle kazalar karşısında ne kadar hazırlıksız, donatımsız bir noktada bulunduğumuzu göstermiştir. Gerçekten daha kazanın ortaya çıktığı ilk andan itibaren yapılan açıklamaların birbiriyle çelişir olması, gerçekleri yansıtmadığının kısa bir süre içinde ortaya çıkmış olması, böyle olaylar karşısında resmi yetkililerin nasıl, kimler tarafından, ne şekilde açıklamalar yapılacağı konusunda bir hazırlığın yapılmadığını bize göstermiştir. Buradan alınması gereken derslerden ilki herhalde bu olmalıdır. Bilgi kirliliğine fırsat vermeyecek bir dikkat ve özen içinde bulunma zorunluluğu var. Ayrıca tabi böyle kazalar karşısında güç iklim koşulları, doğa koşulları sözkonusu olabiliyor. Bu durumlarda bu engelleri aşacak etkin teknolojik donatımın hızla kaza mahalline ulaşılmaya imkan verecek istihbarat imkanlarının mutlaka gerçekleştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Yani bir helikopterin ülkemiz içinde belli bir noktada düşmüş olması halinde yerini dahi tespit etmekte günlerce gecikilmesini makul karşılamak mümkün değildir. Yani günün teknolojik imkanlarının ne kadar yaygın olduğunu biliyoruz. Cep telefonları fevkalade yaygın. Cep telefonları aracılığıyla sinyal alma imkanı belli merkez için sözkonusu. Yani şuanda var olan teknik olanaklar en etkili şekilde kullanıldı mı, kullanılmadı mı umarım buda incelenecektir, incelenmelidir. Çünkü baz istasyonlarını harekete geçirerek, hızla harekete geçirerek sonuç alma imkanı belki daha kolayca, daha hızlı bir şekilde sonuca ulaşma imkanı sağlanabilirdi. Bu konularda çeşitli uyarılar uzmanlar tarafından dile getirildi. Seyyar baz istasyonlarının bölgeye taşınması ve var olan cep telefonlarının onlardaki sinyallerin kullanılması yoluyla yerin tespiti çalışmaları yapıldı mı, yapılmadı mı bunları bilmiyoruz. Ama şu anlaşılıyor ki, çok daha hızlı, çok daha etkili bir çalışma zorunluluğu vardır. Herkesin cebendeki telefonla o telefon çalışmasa dahi dinlenebildiği, ortam dinlemesi yapılabildiği bilindiğine göre yani bir helikopter kazasında pek çok cep telefonu bulunduğu halde oralara ulaşılamamasını izah etmek mümkün değildir.


Ayrıca tabi helikopterlerin hele böyle güç koşullarda uçuş yapan helikopterlerin, güç iklim koşullarında uçuş yapan helikopterlerin işte bir siyasi partinin genel başkanını taşıyan bir helikopterin kalktığı ilk andan son ana kadar güzergahının belli merkezler tarafından izlenmesi mümkün olabilmelidir. Yani lokasyon tespitine elverişli bir aracın, bir aletin helikopterin içinde bulunduğu anlaşılıyor ama o aletin helikopter yere sert bir düşüş yapmadan indiği için ya da düğmesine pilot basmadığı için çalışmadığı ifade ediliyor. Buda makul gözükmüyor. Yani sürekli çalışması güvence altına alınabilir. Belli hava koşullarındaki uçuşlarda hiç olmazsa bu yapılabilir. Buna benzer önlemlerin üzerinde durulması ve düşünülmesi gerekiyor. Eğer bir teknolojik donatım eksikliği sözkonusu ise bunun mutlaka hızla telafi edilmesi lazımdır. Türkiye coğrafyası zor bir coğrafyadır, dağlık bir ülkemiz var. iklim koşulları Türkiye’de ağırdır. Helikopter ve uzak kullanımı giderek yaygınlaşmaktadır. Bundan sonra böylesine kazalara yönelik olarak bir hazırlık ihtiyacı kendisini gösteriyor.


Bize şimdi gelen bilgiler mesela enkazın aranan bölgenin, şuana kadar aramanın yapıldığı bölgenin tam tersi istikamette, 20 kilometre kadar daha ters istikamette bulunduğunun ortaya çıktığını gösteriyor. Yani iyi niyetle yapılan gayretler, pek çok kişinin seferber olması, biran önce bu konunun çözülmesi ihtiyacı, bu konudaki gecikmenin pek çok insanın hayatına malolacağının açıkça görülüyor olması tabi çok büyük bir gerilim yarattı. Bu konuda pek çok kişi koştu, çalıştı ama çok büyük yanlışlıkları yaptığımızda ortaya çıkıyor.


Yani bunları üzüntüyle tespit ediyorum. Herhangi bir eleştiri için söylemiyorum. Tabi hepimiz çok büyük üzüntü içindeyiz. Bir genç siyaset adamı büyük güçlüklerle mücadele veren bir insan siyasi hayatını bugüne kadar belli bir çabayla, fedakarlıklarla, çileyle taşımış, getirmiş olan bir insan şimdi hayatını kaybetmiştir. Bu dramatik bir olaydır. Onunla birlikte gazeteci arkadaşımız kaybetmiştir. Onun çalışma arkadaşları, pilotumuz. Yani tabi hazmedilmesi, doğal karşılanması mümkün olmayan bir manzara ama böyle olayların bir daha ortaya çıkması ihtimali karşısında mutlaka çağdaş teknolojinin en ileri örneklerini Türkiye’ye taşımalıyız. Bu takım insanların bu gecikmelerden dolayı kaybedilmiş olması gibi bir tabloyu Türkiye olarak artık taşımamalıyız. Bunu çok önemli bir nokta olarak görüyorum. Ve milletvekili arkadaşlarıma bu konuda bir meclis araştırması yapılmasının bütün partilerin katılacağı ve elbirliğiyle bu kazada ne gibi eksiklikler oldu, ne gibi yetersizlikler var, ne yapılabilir. Bir rapora bağlanmasını ve biran önce Türkiye’nin bu konuda elbirliğiyle bir çözüm oluşturmasını bekliyorum. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz bu konuyu TBMM’de herhangi bir suçlayıcılık anlayışının tamamen ötesinde konunun bundan sonra çözüme kavuşmasını sağlayacak bir araştırmanın, gerçeklerin ortaya çıkarılmasının, sorgulamanın, neyin eksik, neyin noksan olduğunun görülmesinin bir ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Bu doğrultuda harekete geçeceğiz. Milletvekili arkadaşlarım bu konuyu TBMM’ye çözümünü sağlamak üzere başvuracaklardır. Yani bu konuda havacılık kongrelerinde bazı kararlar alındığını bize arkadaşlarımız aktardır. O kararları yaşama geçirmemiz lazım. Bu konuya böyle bir yapıcı, iyi niyetli bir anlayışla girmek gerekir diye düşünüyorum.


Biran önce inşallah ulaşılır ve inşallah orada bir yaşam umudu hepimizi rahatsız edecek derecede azalmış olsa da inşallah bir yaşam umudunu orada yakalamak imkanını buluruz.


Değerli arkadaşlarım, kampanyanın en son aşamasındayız. Son iki gün bu acı olay, trajik olay dolayısıyla kampanyalara ara verildi. Çok iyi oldu, çok doğru oldu. Ben bütün siyasi partilerimize teşekkür ediyorum. Gerçekten böyle bir anlayış ve uyum sergiledik. Yoğun, hızlı, sert, çatışmacı bir kampanya yaşanırken birden bire yaşamın gerçeklerini bize bu acı olay birden hissettirdi ve herkeste bunu doğru yorumladı. Hepimiz mitinglerimizi, siyasi çalışmalarımızı askıya aldık. Bir anlamda böylece bize bir erken noktalanmış kampanya ile bu işi bitirmek gerekiyor imiş. Böyle bir tabloyla karşı karşıya kaldık.


Bu kampanya bugüne kadar yerel seçimlerde alışık olmadığımız türden yoğun bir kampanya olarak gerçekleşti. Yani bir yerel seçimde Türkiye’de iktidarın seçim kampanyasını bütün illere taşıma biçiminde bir kampanya götürdüğü bundan önce çok sık rastlanan bir durum değildir. Sanıyorum bugün basında Sayın Mesut Yılmaz’ın bir açıklaması vardı. Yani ben diyordu yerel seçimde sadece kendi seçim bölgeme gider oradaki yerel seçim dolayısıyla bir konuşma yapardım. Böyle il il gezip, dolaşıp bütün Türkiye’yi ayağa kaldırmaya yönelik bir yerel seçim çalışması yaptığımı hatırlamıyorum demişti. Gerçekten geçmiş dönemlerde yerel seçimlerin bugün yaşadığımız türden bir yoğun siyasal kampanyanın hedefi haline gelmediğini biliyoruz. Bu defa niye böyle oldu? Bu defa Sayın Başbakan bu tercihi yaptı. Biz buna daha sonra katılmak durumunda kaldık. Başbakanın olayı politize etme, bütün illerde işte kapsamlı mitingler yapma ve o mitinglerde bugüne kadar rastlananların çok ötesinde bir üslupla yer yer kırıcı, saldırgan bir üslupla, ser bir mücadele açma anlayışında olduğunu görünce buna katılmak durumunda kaldık.


Şimdi bu kampanya seçim meydanlarında son 1,5 ayın hükümet tarafından kullanılması şeklinde geçti. Halbuki Türkiye’nin çok önemli konuları vardı. Ekonomik sorunlar, ekonomik krizin gelişimi, kriz dolayısıyla kapanan işyerleri, işsiz kalan insanlar ve üretimin ciddi olarak her yerde aksamaya başlaması gibi önemli sorunlar, konular var olmasına rağmen seçim kampanyası hükümet açısından öncelik kazandı ve hükümet meydan mitinglerinde büyük ölçüde zaman değerlendirdi. Bu çalışmanın belki bir yararı şu noktada ortaya çıkmıştır. Başbakan kampanyanın bir aşamasında Cumhuriyet Halk Partisine yönelik olarak bazı değerlendirmeler yaptı. Cumhuriyet Halk Partisinin bu seçime girerken benimsediği temel anlayışın iki noktada gerçekleri topluma aktarmak olduğunu herhalde herkes gözlemlemiştir. Biz bu kampanyada vatandaşlarımıza iki temel noktayı anlatmaya çalıştık. Bunlardan birisi ekonomik kriz, ekonomik krizin önemi, ekonomik krizin biran önce önlem gerektirmekte olduğu ve ekonomik krizin tarımdan sanayiye, hizmet sektörüne kadar nasıl gelişmekte olduğunu, işsizlik olayının ne kadar ciddiyet kazandığını topluma yansıtmak, toplumun bu konudaki duyarlığını ayağa kaldırmak. Toplumun bu konudaki talebini iktidara göstermek. Birinci amacımız buydu. O nedenle gittiğimiz her yerde, bütün konuşmalarımızda biz ekonomik sorunları konuştuk, ekonomik sıkıntıları konuştuk, işsizliği konuştuk. Kapanan fabrikaları, kapanan işyerlerini konuştuk. Tarımın sıkıntılarını konuştuk.


İkinci temel nokta olarak bu kampanyada ta işin başında kararlaştırdığımız bir noktadır bu. Yolsuzlukları Türkiye’ye anlatmak, yolsuzlukların nasıl nitelik değiştirdiğini, yaygınlaştığını ve yolsuzlukların nasıl siyasal bir anlam taşıdığını, sadece yolsuzluk yapan kişilerin işi olmanın ötesinde bir yönetim anlayışıyla nasıl beslendiğini, nasıl bağlantılı olduğunu anlatmak. Bu iki noktayı kendimize temel görev olarak kabul ettik ve seçim kampanyası boyunca gittiğimiz her yerde bütün toplantılarımızda bu iki gerçeği anlattık. Çok yararlı bir çalışma oldu. Bunun bir olumlu sonucu Başbakanı ülkenin bu gerçek gündemindeki ciddi meselelere çekme sonucunu doğurması oldu. Başbakan bu konularla meşgul değildi. Bunları anlatmıyordu. O başka gerginlikler yaratmaya ve içi boş tartışmaları tahrik etmeye dayalı bir kampanya anlayışını götürüyordu. Fakat bizim bu konudaki ekonomik sorunları konuşmadaki ısrarımız karşısında Başbakan bir çare biliyorsanız söyleyin, eğer çareniz yoksa da konuşmayın. Çareyi söyleyin eğer uygulamazsam siyasi hayatımı bitiririm dedi.


Biz ona siyasi hayatını bitirmesini önermemiştik. Sadece tedbir almasını söylemiştik. Ama o böyle bir gerilim içinde, bir meydan okuma anlayışı içinde böyle bir söylemi tercih etti. Bizde ona yönelik olarak çaremizi söyledik. 7 tane madde söyledik hatırlayacaksınız. Bu maddeler bizim ilk kez söylediğimiz maddeler, önerilerde değildi. Biz Eylül ayında, 2008 Eylül ayında ekonomik krizin giderek derinleşmekte olduğunu ve bunlara karşıda şu önlemlerin alınması gerektiğini düşünüyoruz diye bir açıklama yapmıştık. O zamanda 9 tane madde söylemiştik. Ama Başbakan bizi çağırınca bizde o 7 maddeyi ifade ettik. Başbakan hatırlayacaksınız çok kızdı, sinirlendi, büyük tepki gösterdi, hakaret etti. Bir tartışma yaşandı aramızda. Ama iki hafta geçtikten sonra bizim oradaki önerilerimizi uygulamaya başladı.


Şimdi bu önemli bir tablodur. Yani seçim kampanyasından icraat çıkmıştır. Cumhuriyet Halk Partisinin seçim kampanyasındaki ülkenin gerçek sorunlarına sahip çıkma konusundaki ısrarından kaynaklanarak kampanya içinde tedbir söke söke alınmıştır. Bu çok önemli bir olaydır. Yani bir suçlama, bir tartışma ötesinde somut bir çözüme kampanya baskısının Cumhuriyet Halk Partisi kampanyada izlediği politikanın yol açmış olduğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. O gerginlikler içinde, o meydan okumalar içinde birde baktık Cumhuriyet Halk Partisinin o 7 önerisinden iki tanesi hayata geçirilmiştir. Bundan büyük memnuniyet duyuyorum. Olması gereken buydu. Tabi çok geç kalınmıştır. Kampanya üslubu içinde ben bunu iktidarın ampulü geç yanmıştır diye ifade ediyordum. Geç kalınmıştır. Geç kalınmanın da ağır bir bedeli olmuştur. Doğrudur bunlar. Ama o kampanya sayesinde hükümet köşeye sıkıştığını hissetmiş, inkar ettiği krizi, yok saydığı, teğet geçti dediği krizi kabul etmek ve Cumhuriyet Halk Partisinin önerileri doğrultusunda adım atmak gereğini de duymuştur. Ben bundan çok mutluluk duyuyorum. Yani Cumhuriyet Halk Partisi olarak iktidarı böyle bir noktaya getirmiş olmak bizim açımızdan çok sevindiricidir.


Ayrıca Başbakan bakımından harekete geçmiş olmakta o verdiği söz karşısında kendisi için daha uygun olmuştur. Yani ne çare biliyorsanız söyleyin uygulamazsam siyasi hayatımı bırakırım diyor idi. Artık uygulamaya başladığına göre siyasi hayatını bırakmasına gerek yoktur.


Böyle bir uzlaşma sağlanabilmiştir kampanyanın içinden. Fakat tabi bu bir başlangıçtır. Atılması gereken adımların ne yazık ki çok küçük bir kısmı ancak atılabilmiştir. Atılması gereken yeni adımlar vardır. Onları da ben belirtmeyi görev sayıyorum. Çünkü onları da sağlayabilirsek üzerimize düşeni yapmış olabiliriz. Önce bir defa hükümet banka kredi kartlarıyla ilgili olarak bir, hükümet demeyelim de Ziraat Bankası. Ziraat Bankası bankaların kredi kartlarının faizleriyle ilgili bir karar alma ihtiyacını hissetmiştir ve 4 küsurdan 3 küsura sanıyorum tavan faizini, aylık tavan temerrüt faizini indirmiştir. Bu karar tabi birkaç açıdan önemlidir. Önce bir defa öyle anlaşılıyor ki, bu karar şunu gösteriyor ki Ziraat Bankası yönetimi Sayın Başbakanın kredi kartı borçlularının dürüst olmadığı konusundaki kanaatini paylaşmıyor. Bu ortaya çıkmıştır. Kredi kartı borçlularının dürüst olmadığını Başbakan ifade ediyordu. Ama Ziraat Bankası yönetim kredi kartı borçlularının iyi niyetli, köşeye sıkışmış çeşitli ekonomik gelişen sıkıntılar dolayısıyla borcunu ödeyemeyen insanlar durumuna düştüğünü görerek, yani onların dürüstlüğüyle ilgili bir kuşku ifade etmeden bir tedbir arayışı içine girmiştir. Doğru yönde atılmış bir adımdır. Tabi bunun daha doğrusu iktidarın sadece bankaların kendi takdirleriyle değil bütün bankaların azami temerrüt faizi oranlarını Merkez Bankasının alacağı kararla düşünmesini sağlamak olmalıdır diye düşünüyorum. Yani Ziraat Bankasından kredi kartı alanlar bu noktada, başka bankalardan alanlar farklı noktada. Bu bir uyumsuzluk yaratıyor, tutarsızlık yaratıyor. Bunun çözülmesi lazımdır. Bunun içinde hükümetin üzerine düşen görevi yerine getirmesi lazımdır.


Gene banka borçlarının daha uzun vadede ödenmesine yönelik kararları bu banka almıştır. Ziraat Bankası almıştır. Bunu da gene yaygınlaştırmak lazım. Borçların ödenmesi konusunda bir rahatlatıcı, ferahlatıcı yaklaşımı denemeye ihtiyaç vardır. Atılan adım yeterli değildir. Daha kapsamlı bir şekilde atmaya ihtiyaç var.


Önemli olarak bizim ısrarla üstünde durduğumuz şu noktaya bir kez daha herkesin dikkatini çekmek istiyorum.


Son haber sizlerle paylaşayım. 5 kişi ölmüş, Evet Allah rahmet eylesin ölenlere hep birlikte rahmet diliyoruz.


Evet, ekonomik tedbirlerle ilgili olarak mutlaka üstünde durulması gereken bir noktayı tekrar belirtmek istiyorum. Bu ciddi bir ihtiyaçtır ve bu sağlanacaktır. Yani Türkiye’de bunu ertelemek mümkün değildir. Türkiye’de çalışan insanların üzerinden alınan sigorta primlerinin ve stopajın, verginin oranı dünyanın en yüksekleri arasındadır. Türkiye’nin şartları ekonomiyi, üretimi teşvik etmeyi gerektiriyor. Ekonomik üretimi arttırmayı gerektiriyor. Kalkınmaya mecbur bir ülkeyiz. Kalkınma yatırımla olur. Yatırım beraberinde istihdamı getirir. İstihdamın maliyetini olabildiğince asgariye indirmek temel amaç olmalıdır. Halbuki Türkiye’de istihdamın maliyeti kalkınmış ülkelerdekinden daha da yüksektir. Bu yanlış bir tercihtir. Sadece mali mülahaza ile, para toplama kaygısı ile istihdamın üzerinden vergi alınmasını anlayışla karşılamak mümkün değildir. Bu normal zamanlarda da yanlış bir tercih, yanlış bir uygulama idi. Ama bir kriz döneminde bu yanlış uygulamayı sürdürmenin kabul edilebilir hiçbir yanı yoktur. Ülke zaten krize girmiş. Krizdeki bir ülkede insan çalıştırmanın üzerine bu kadar ağır bir yükün yüklenmesi çok büyük bir yanlıştır. Biran önce istihdam üzerindeki bu yüklerin azaltılması sağlanmalıdır. Bu Türkiye’de kriz karşısında sadece tüketim açısından değil üretim açısından da bir rahatlamanın sağlanmasını gerçekleştirecektir. Bunu çok önemli sayıyoruz.


Gene aynı şekilde biz bir kredi garanti fonu önermiştik. Kredi garanti fonu şuanda pek çok kobi ve kuruluş için fiilen tıkanmış olan kredi mekanizmasının açılması anlamına gelecektir. Bankalar kredi vermekte çok çekingen davranıyorlar. Kendilerince haklı nedenleri vardır. Krediyi geriye almakta güçlükle karşılaşacağı kaygısı içinde bankaların kredi vermekte gönüllü olmadığını biliyoruz. Bunu rahatlatacak yöntem kredi garanti fonu yaklaşımıdır. Eğer bir kredi garanti fonu ortaya atılacak olur ise inanıyorum ki bankaların kredi verme konusunda daha rahat davranmaları, daha esnek davranmaları mümkün olacaktır. O nedenle bu kredi garanti fonuna da dikkati çekmek istiyorum.


Gene üçüncü bir nokta Cumhuriyet Halk Partisinin önerileri istihdam üzerindeki vergiler. Kredi garanti fonu. Şimdi de üçüncü nokta tarıma yönelik desteklerin daha anlamlı hale dönüştürülmesi. Yani bakınız; arabalardan alınan ÖTV ile kolaylık getirildi. Ama traktörlere yönelik olarak böyle bir kolaylık yok. Yani hemen bunu yapmak lazımdır. Traktörlerden de arabalardan alınmayana benzer vergi kolaylığı, vergi anlayışı getirilmelidir. Aynı şekilde gübre, zirai ilaçla ilgili KDV konusunda bir indirim ihtiyacı vardır ve mazottan alınan ÖTV’nin biz kaldırılmasını ta başından beri ısrarla öneriyoruz. Bu vesileyle bu ortamda bu da dikkate alınmalı ve değerlendirilmelidir diye düşünüyorum.


Yani bu seçim kampanyasından sadece siyasi polemik, kavga, tartışma, kırıcı sözler kalmamalıdır. Bu seçim kampanyasından halkın yaşamını etkileyecek somut önemli politikaların çıkmış olmasını da sağlayabilmeliyiz. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz buna katkı yapmaya çalıştık. Şuana kadar bazı mütevazı adımlar o sayede belki atıldı. Ama bunu genişletmek lazımdır. Bu üstünde durduğumuz üç noktada; yani tarıma yönelik, istihdama yönelik ve kredi garanti fonu kurulması noktalarında ve kredi kartı borçlularının sadece Ziraat Bankasının anlayışıyla değil, bütün bankalarda ortak bir anlayışla bir rahatlamaya kavuşturulması ihtiyacı vardır. Ve kobilere bu çerçevede daha çok destek verme, sahip çıkma şansı olabilecektir.


Bu tabi Başbakanın bu kampanyada bir borçlulara yönelik dürüst olmadıkları iddiası ve gene krizde sıkıntıya giren firmaların beceriksizlikten sıkıntıya girdiği iddiası çok sorumsuzca yapılmış değerlendirmelerdir. Çok yanlış ve haksız değerlendirmelerdir. Çok güç koşullarda işletmelerini kurmuş ve yaşatmakta olan firmaların bu güç koşulların ortadan kaldırılması konusunda bir anlayış talep etmek haklarıdır. Başbakanın bu konuda daha onları anlayan bir üslup içine girmesine ihtiyaç vardır. Kredi kartı borçlularıyla ilgili olarak da, işletmeleri sıkıntıya giren işadamları konusunda da söyledikleri maalesef gerçekleri yansıtmıyor.


Değerli arkadaşlarım, benim bu kampanyayla ilgili olarak dikkatinizi çekmek istediğim ana temel noktalar bunlar. Şimdi gene bu kampanyaya yönelik belki şu gözlemi de yapabiliriz. Maalesef ilk kez bu kampanyada bugüne kadar pek tanık olmadığımız yakışıksız, hukuka aykırı, haksız suçlamalar piyasaya sürülmek istendi. Bu suçlamaları ortaya atanlar kendi isimlerini kullanmaya cesaret edemediler. Ama el altından, bel altından saldırı yapmayı tercih ettiler. Bunu kamuoyumuz umarım tepkiyle karşılayacaktır. Gene aynı şekilde iş artık gizli CD dağıtmak noktasından çok açık bilbordlara afiş asmaya kadar getirildi. Yani çok garip, çok yakışıksız uygulamalar yaşandı. Bütün bunlar tabi bu kampanyadan çıkarılması gereken dersler arasında yerini alıyor.


Son gelen bilgide 3 kişiye daha ulaşılamamış. Ulaşılamayanlardan biri Yazıcıoğlu deniliyor. Yani onun akıbetiyle ilgili bir net tablo yok demektir bu. Evet bu önümüzdeki saatler içinde bu konuda daha güvenilir, sağlam bilgiler herhalde gelecektir.


Evet şimdi kampanyanın sonundayız. Bu seçime giderken vatandaşlarımızın işte vatandaş kimlik numaralarını bulunduran nüfus cüzdanlarıyla oy kullanma mecburiyetinin talep edilmiş olması. Seçimde göreceğiz ne kadar kişinin belki anayasanın kendisine tanıdığı oy kullanma hakkından mahrum olması sonucunu doğuracaktır. Bu eğer böyle bir şey olursa çok acı bir manzaradır. Ve bu bir yönetim zafiyetidir. Hiçbir şekilde başka türlü izah edilemez. Bu nüfus cüzdanıyla ilgili kararı alan yönetimdir. Onun uzantısı olarak iş buraya kadar gelmiştir. Her şey zamanında gereken biçimde ele alınıp yönetilemediği, uygulanamadığı için bugün Türkiye pek çok kişinin oy kullanamadığı bir tabloyla belki karşı karşıya kalacaktır. Zaten seçmenlerle ilgili, zaten vatandaş sayısıyla ilgili, seçmen kütükleriyle ilgili bunca sorun yaşanırken birde bunun üstüne eklenmiş olması çok üzüntü verici olmuştur. Umarım vatandaşlarımız büyük ölçüde bu eksiği telafi etmişlerdir. Ve gene umarım saat değişikliğiyle ilgili alınmış olan kararda Pazar günü oy kullanmada bir sıkıntı yaratmaz. Herkes zamanında oy kullanmak imkanını bulur.


Bu seçimlerin herkese, milletimize, siyasi partilerimize, vatandaşlarımızın her birisine, tümüne, Türkiye’ye hayırlı olmasını diliyorum. Bir kampanyayı acısıyla, tatlısıyla, dramatik, trajik olaylarıyla, bir siyasi parti genel başkanının maruz kaldığı bu büyük helikopter kazasıyla noktalama durumuna geldik. Hayırlı olsun. İlginize de teşekkür ediyorum. Soracağınız sorular varsa onlara da cevap vermeye hazırım.


Soru: Konuşmalarınızda sandıktan başka çare yok demiştiniz sık sık. iddianameye yansıyan kuvvet komutanlarının darbe yapacağı bilgisi daha önce size ulaştığı için mi o vurgulamayı yapıyordunuz?


Deniz BAYKAL- O sözlerimin bir özel istihbarata dayalı değerlendirme olmadığını söylemeliyim. Ama siyaset adamları tabi içinde bulundukları ortamın gereklerini, o ortamda kendisini gösteren anlayışları, eğilimleri bilinçli ya da bilinçsiz olarak değerlendirirler, sözlerine, açıklamalarına toplumun içindeki genel iklim, ruh hali bir şekilde yansır. Yani ben Türkiye’de siyasetin artık tartışma götürmez bir biçimde çağdaş demokratik anlayış temelinde yürütülmesi gerektiğine inanıyorum. Bu konuda zaten yıllarca hep birlikte büyük mücadeleler verdik. Ama şimdi o mücadeleler sonucunda demokrasinin seçim ve sandık temeli tartışma götürmez bir biçimde kabul görmüştür. Bu konuda bir tereddüt artık Türkiye’de yok. Fakat seçim ve sandık temeli demokrasiyi güvence altına almaya yetmiyor. Yani seçim her yerde var. Tek parti döneminde de seçim var. İşte Ortadoğu’daki ülkelerin her birisinde seçim var. Geçmişte Weimar dönemi Almanya’sında da seçim vardı. HİT’ler o seçim ortamında seçildi geldi. Yani seçim ve sandık artık demokrasiyi güvence altına almıyor. Onun başka gerekleri var. O gereklerin ortaya çıkması lazım. Yani o gereklerinde yaşama geçmesi lazım. Yani nedir o yaşama geçmesi gereken gerekler? Bakın bizim gene kampanyamıza yönelerek bazı gözlemler yapayım. Mesela hükümetin emrindeki idarenin seçim karşısında tarafsız bir konumda olması güvence altına alınmalıdır. Yani bir tek parti döneminde olduğu gibi idare adamlarının, Valilerin, Genel Müdürlerin, siyasi parti amaçlarına hizmet eder noktada olması demokratik anlayışın tümüyle dışındadır ve demokrasiyi ciddi olarak tehdit etmektedir. Sosyal yardım anlayışının işte seçim öncesinde Tunceli’de gördüğümüz biçimde dramatik bir şekilde ihlal edilmesi, oralardaki buzdolabı, çamaşır makinesi dağıtımları ve bunların idare aracılığıyla yapılmış olması demokratik bir anlayışta hiçbir şekilde bağdaştırılamaz. Demokrasinin çocukluk hastalıkları arasında yer alan bize oy vermezseniz hizmet vermeyiz yaklaşımının Türkiye’de bu seçimde gündeme getirilmiş olması çok büyük bir demokrasi ayıbıdır. Yani buna benzer çok ciddi zafiyetlerin Türkiye’de yaşanmakta olduğunu ve bugün Türkiye’de içinde bulunduğumuz rejimin, içinde bulunduğumuz siyasal çerçevenin demokratik bir rejim, demokratik bir çerçeve olduğu konusunda artık güven çok ciddi şekilde ve haklı olarak kaybolmuştur. Yani bu çok garip bir olaydır. Demokrasiyi askeri darbeden kaynaklanan tehditler karşısında sahiplenmek güzel bir şey. Ama demokrasiyi iktidarın içinden kaynaklanan demokrasiye sığmayan uygulamalarla, dayatmalarla, zorlamalarla, tehditlerle, şantajlarla, devlet olanaklarını kullanmayla, para kullanmayla, tehdit yapmakla tehlikeye maruz bırakmak o da başka bir demokrasi tehdidi. Türkiye şimdi bu yeni demokrasi tehdidini kavramak ve buna karşı tedbir almak zorundadır. Efendim sandığa gidiyoruz, oy kullanılıyor her şey demokratik. Yok öyle şey. Efendim asker müdahale etmesin başka bir mesele yok. Elbette etmesin. Asker müdahale etmesin. Sende etme kardeşim. Sende etme. İktidar olarak etme, idare olarak etme, parayla etme, tazyikle etmek, tehditle etme, etme. Ederim ben. Yanlış. O demokrasi zafiyetidir. Buda ortaya çıktı.

Yani artık Türkiye bir askeri müdahaleye karşı bir demokratik bilinci etkili bir şekilde sahipleniyor. Çok sevindirici bir olay. Bizde bunu her vesileyle dile getiriyoruz, anlatıyoruz. Ama demokrasiye yönelik çok ciddi tehditler var. Ve bunun sonucunda bugünkü tablonun demokratik bir tablo olduğunu söylemek giderek güçleşiyor. Türkiye’de basın kendi tam demokratik olmayan şu yakın tarihimiz içinde dahi değerlendirildiği zaman bugünkü seviyesiyle, bugünkü özürlük ve tartışma şansıyla geçmiş mukayese edildiği zaman maalesef bir geriye gidişin, basın özgürlüğü bakımından geriye gidişin sözkonusu olduğunu görüyoruz. AB komisyon başkanı dün Cumhurbaşkanımıza basın özgürlüğünün önemini anlatıyor. Ne kadar şaşırtıcı bir manzara. Ne kadar üzüntü verici bir tablo. Türkiye basın özgürlüğü dersi almayı hak eden bir ülkemi? 1950’lerde biz bu konuda adımlar attık. Yani 2009 yılında Türkiye Cumhurbaşkanına AB komisyon başkanı basın özgürlüğü önemlidir diye uyarı yapıyor. Niye yapıyor? Basın özgürlüğü olmadan demokrasi olur mu? O basın özgürlüğünün kısıtlanmasının altında ne yatıyor? Hangi anlayış yatıyor? Demokratik bir anlayış mı o? Bu konular ortaya çıktı.

Yani artık darbe kanalıyla demokrasi tehdidi Türkiye’de gündemden düşmüştür. İsabet olmuştur. Türkiye bunu başarmıştır. Ama şimdi başka demokrasi tehditleri var. Demokrasiye yönelik başka tehditler var. O tehditlerle de mücadele etmek zorundayız. Eğer gerçekten demokrasi istiyorsak, eğer kendimiz için demokrasi, kendi egemenliğimizi sürdürmek için demokrasi, demokrasinin olanaklarını, fırsatlarını kendi dünya görüşümüzü topluma dayatmak için istiyoruz noktasını aşmışsak gerçekten demokratik, çoğulcu bir anlayış içine girmişsek o zaman bu tür demokrasi tehditlerini de ortadan kaldırmak zorundayız. Ve şuanda Türkiye’nin gündeminde de bu var.

Soru: 2. iddianameyle ilgili olarak partinizi ilgilendiren değerlendirmeler var...


Deniz BAYKAL- Kapsamlı bir şekilde incelediğimi söyleyemem. Ama şu izlenimimi herhalde paylaşmam mümkündür. Bu iddianamenin ve daha önceki iddianamenin çok problemi var. Ona kuşku yok. Yani çok problemi var. Bu problemlerin ne oldukları aşağı yukarı yapılan tartışmalarla ortaya çıkmıştır. Yani onları yok sayma hakkı hiçbirimizde yok. Onları küçümseme hakkı hiçbirimizde yok. Onlar önemli değil canım bu daha önemli deme, bir pazarlık yapma, barter yapma, yanlışlıklarla önemli olduğu düşünülen konular arasında denge kurma hakkımız yok. Hukukta böyle bir şey olmaz. Hukuk bunu kabul etmez. Çok ciddi zafiyetler var. Hiç kuşku yok. Ve bu zafiyetlerde zaten adil yargılama anlayışına ters düşen uygulamalar olarak, insan hak ve özgürlüklerine tamamen karşı uygulamalar olarak madde madde tespit edilmiştir. Yani yetkisiz telefon dinlemelerinden yola çıkarak delil üretmeden, sanıktan yola çıkıp delile gitmeye kadar ya da belli kişilerle pazarlık yapıp şunu şöyle işte seni tahliye edelim tekliflerinin yapıldığının artık herkesin ağzına düşmüş olması, bir gerçek olduğunun görülmesi, mahkeme tutanaklarına bunların geçmeye başlaması karşısında bu iddianameyle ilgili çok haklı tereddütler var o ayrı. Ama ben şu temel noktaya kamuoyumuzun dikkatini çekmek istiyorum. Türkiye’de geçmişimizle hesaplaşma, geçmişimizde yapılmış olan ve gelecekte de yapılabilecek olan bazı temel yanlışlıklar konusunda hukuki işletme iradesini, hesap sorma iradesini ortaya koymanın ben çok yerinde, çok doğru olduğunu düşünüyorum. Hangi noktalarda buna ihtiyaç var? Şu noktalarda ihtiyaç var. Bir; Türkiye’de devlet otoritesi, devlet yetkisi, kamu yetkisi maalesef o yetki sahiplerinin kendi özel hesaplarına, çıkarlarına yönelik olarak o yetkileri kullanması şeklinde yer yer çığırından çıkarılmıştır. Yani devlet gücünden yola çıkarak bir hukuk dışı fiili, yarar, çıkar arayışına giren odaklar, çevreler, çeteler ortaya çıkmıştır. Bir mafyalaşma devlet otoritesinden yola çıkarak bir mafyalaşma kendisini göstermiştir. Bu mafyalaşma gerçek mafyalarla işbirliği şeklinde olmuştur. Onlardan ayrıca yürümüştür. Böyle bir olayı vardır. Bizim böyle bir sorunumuz var. Bu bugünün sorunu değil. Geçmişten beri var, şuanda da var. Gelecekte de muhtemelen olur. Buna karşı hukukun bayrağını yükseltmek lazımdır. Buna karşı ciddi bir hesap sormaya ihtiyaç vardır. Bu böyle olayların içine girmiş olanları ciddi şekilde sorgulamak ve gerçekleri ortaya çıkarmak, hesabını da bunlardan sormak lazımdır. Bu bir ana konudur. Birinci temel nokta bu. Türkiye’de devlet gücünün bir yeni aşamaya getirilmesi bu doğrultuda bir adım atılmasına bağlıdır. Bu olamamalıdır. Birinci temel nokta bu.


İkinci temel nokta şu; Türkiye terörle mücadele konusunda çok ciddi hukuk ihlalleri yapmıştır. Buda Türkiye’nin bilinen bir gerçeğidir. Terörle mücadele büyük bir sorundur. Bu mücadeleyi götürmenin çok güç olduğunu hepimiz biliyoruz. Ama bu güçlükler maalesef yer yer çok açık hukuk ihlallerine işi götürmüştür. Bu da bizim devlet düzenimizin inceleyip, irdeleyip çözmemiz gereken bir temel konusudur. Terörle mücadelede hangi yanlışlıklar yapılmıştır? Niçin yapılmıştır? Kimler tarafından yapılmıştır? Hangi düzeyde bu yanlışlıklar yapılmıştır. Bunları görmemiz ve bunlara fırsat vermeyecek bir noktaya gelmemiz lazım. Terörle mücadele konusunda yapılmış olan yanlışlıklarla ilgili bir böyle bir yargı düzeninin, yargı sisteminin sağlıklı bir şekilde işletilmesi o açıdan çok doğal karşılanmalıdır. İkinci nokta bu.


Üçüncü; Türkiye’de çok uzun süre son zamanlara kadar bir askeri darbe tablosu var olmuştur. Gerçekleşenleri biliyoruz. Ama o gerçekleşenlerin ötesinde belki ayrı arayışlar, niyetler, projelerde şekillenmiş olabilir. Türkiye’nin bu darbe konusunda da bir netleşmeye ne vardır, ne yoktur bunu doğru anlamaya ihtiyacı vardır. Bu konuda da bir çalışma yapılması çok doğaldır.


Şimdi bunlar tamamdır da bunların her birisi kendi başına ciddi konulardır. Şimdi bu konulardaki ihtiyacının hepsini bir tarafa getirerek, hepsini birbiriyle bağlantılı kılarak mafyayla darbeyi, mafyalaşmayla darbeyi, terörle mücadeleyle mafyalaşmayı, terörle mücadele ile darbeyi gerçekte olmadığı halde öyleymiş gibi göstererek ve bunun üzerine bir miktarda hesaplaşma duygusu, intikam alma arayışı, ben sana gösteririm sen bana falan tarihte yapmıştın şimdide ben sana yapacağım yaklaşımı eklediğiniz zaman işte ortaya bugünkü yargılama çıkıyor. Bu maalesef acı bir tablodur. Yapılması gereken şey hepsini birbirinden ayırmaktır. Kendi içinde her birisini ciddiyetle incelemektir. Sağlam kanıtlarla, delillerle, bağlantılarla bu konuyu çözmektir. Yoksa bunların hepsini aynı torbanın içine yerleştirerek birbiriyle haklı, haksız bağlantılar kurarak bir yere varmak mümkün değildir. Bakınız şimdi bu kadar önemli, temel, ciddi konulara yönelik dikkate alınması gereken tespitler, iddialarla hiç alakası olmayan ithamlar, suçlamalar, karalamalar iç içe geçirilmiş halde. Yani günlerdir Uğur Dündar isyan ediyor. Haklı olarak isyan ediyor. Tanık mıdır, sanık mıdır, neyle suçlanmaktadır? Yani ne anlamı var? Tabi Uğur Dündar hakkına sahip çıkacak konumda bir insan. Sesini duyurma gücüne sahip bir insan. O noktada yapılmış olan yanlışlığı bütün toplum öğrenebiliyor. Ve hepimiz büyük bir tepki duyuyoruz, infial duyuyoruz. Ama ona benzer daha nice haksızlıklar var. Nice yanlışlıklar var. Yani bunlar olabilir mi? Canım bunları bir şey yapalım. Arada bir pazarlığa tabi tutalım. O mu önemli, bu mu önemli? İşte biraz ondan, biraz ondan. Böyle bir hukuk olur mu? Böyle bir düzen olur mu? Yani bu hiçbir şekilde kabul edilebilir bir olay değil. Yani o nedenle hukuk çevrelerinin işte adil yargılama ve insan hakları konusundaki uyarıları çok önemli. Türkiye’de 75 tane baro ayağa kalktı. Olmaz böyle şey dedi. Sami Selçuk ben hayatımda böyle iddianame görmedim dedi. Şimdi o iddianame yürüyor. Yürüyor işte her tarafından bir şeyler çıkıyor, yaşıyoruz, görüyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi hakimleri böyle şey olmaz diyor. Alman Hakimler Kurulu hayretlere düşüyor bu yargılama karşısında. Böyle bir şey olabilir mi? Gücü yeten gücü yetene. Şimdi denk geldi böyle yapıyoruz. Türkiye’nin ihtiyacı bu değil canım. Türkiye’nin ihtiyacı gücü gücü yetene anlayışının olamayacağı, hukukun işleyeceği bir noktaya gelmek. Biz bunun için geçmişle hesaplaşalım diyoruz. Geçmişteki yanlışlıkların üzerine bunun için yürüyelim diyoruz. Senin keyfini hoş tutmak için, senin intikam duygunu tatmin etmen için, senin hesaplaşma ihtiyacına cevap vermek için, senin kafana göre bir toplum şekillendirme, projene omuz vermek için söylemiyoruz bunu. Gerçekten hukuk için söylüyoruz. Eğer hukuk için söylüyorsan o zaman hukuka saygı gösterirsin. Her noktada sahip çıkarsın.


Yani maalesef bu tablo böyle yürümeye devam ediyor. Bundan tabi büyük üzüntü duyuyorum. Yer yer çok ciddi itirazlar yükseldi, tepkiler yükseldi. Ama o yükselmesi gereken itirazların daha önemli bir kısmı toplumumuzun bilgisine yansımış değildir.


Evet Ergenekon’u da konuştuk, her şeyi konuştuk. Peki hadi bakalım seçimler hayırlı olsun herkese. Teşekkür ederiz.

Friday, March 27, 2009

BARTIN VE ZONGULDAK MİTİNGLERİNDEN SONRA CHP’NİN BUGÜNKÜ ANTALYA VE YARIN Kİ TRABZON MİTİNGLERİ DE İPTAL EDİLDİ.



-Genel Başkan Deniz Baykal seçim mitinglerini iptal etti

-Dün BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düşmesi nedeniyle Bartın ve Zonguldak mitinglerini iptal eden Genel Başkan Deniz Baykal hala helikopter ile BBP yöneticilerine ulaşılamaması nedeniyle bugünkü Antalya ve yarın yapılacak olan Trabzon mitinglerini iptal etti.

Tuesday, March 24, 2009

GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL YARIN (25 MART ÇARŞAMBA) ANKARA’DA...



-ANAKENT BELEDİYE BAŞKAN ADAYI MURAT KARAYALÇIN İLE SAAT 12.00’DE CHP GENEL MERKEZİ ÖNÜNDEN OTOBÜSLE HAREKET EDECEK OLAN GENEL BAŞKAN BAYKAL DAHA ÖNCEKİ ANKARA PROGRAMINDA GİDEMEDİĞİ KEÇİÖREN’DEN SİNCAN FATİH MAHALLESİ’NE KADAR OLAN BÖLGEYİ SELAMLAYACAK.

-CHP’NİN İKİNCİ ANKARA TURUNA GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL, GENEL SEKRETER ÖNDER SAV, ANKARA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKAN ADAYI MURAT KARAYALÇIN, CHP ANKARA MİLLETVEKİLLERİ, ANKARA İL BAŞKANI VE BASIN MENSUPLARIYLA, İLÇE BELEDİYE BAŞKAN ADAYLARIYLA İLÇE YÖNETİCİLERİ KENDİ İLÇELERİ SINIRLARI İÇİNDE KATILACAKLAR.


GENEL SEKRETER ÖNDER SAV’IN VERDİĞİ BİLGİYE GÖRE ANKARA’DA HALKI SELAMLAMA, HALKLA KUCAKLAŞMA PROGRAMI ŞÖYLE ;

Saat 12.00 Genel Merkez’den Parti otobüsü ile hareket

Saat 12.20 Keçiören Atatürk Parkı yanını izleyerek Kızlarpınarı Cad.-Dutluk-Nuri Pamir Cad.-Gazino Durağı-Fatih Cad.-Tepebaşı-Dalgıç Sokak-Yunus Emre Cad. – Aşağı Eğlence – Giresun Caddesi – Kasalar (Etlik) dan Yenimahalle’ye gidiş

Saat 13.45 Kasalar’dan Yenimahalle’ye geçiş Ragıp Tüzün Cad. – Demetevler 1. Cadde 12. Cadde – İstanbul yoluna geçiş

Saat 14.45 Şeker Fabrikası Kavşağı’ndan Etimesgut’a giriş – Hikmet Özer Cad. – 14. Cadde (Elvankent) geçişinden sonra Sincan’a gidiş

Saat 15.45 Elvankent’ten – 12 Cadde – Vatan Caddesi – Ankara Caddesi – Polatlı Caddesi (1 ve 2) – Bosna Caddesi – Ayaş Cad. – Fatih Seçim Bürosu....

GENEL BAŞKAN DENİZ BAYKAL’IN BİLECİK MİTİNGİ YAZILI BASINDA…



-RADİKAL-TAKVİM; Deniz Baykal: Ampulü söndürün güneşle uyanın.

-HÜRRİYET; Pazar günü ampulü söndürün.

-AKŞAM; Saatlerinizi ayarlayın ampulü söndürün.

-HABERTÜRK; ‘Ananızı da alın sandığa gidin’

-CUMHURİYET; Baykal, Türk çiftçisinin perişan edildiğini söyledi. ‘Çiftçiye sahip çıkmalı’

-SABAH; ‘Başbakan benden korkuyor’

-YENİÇAĞ; Başbakan’ın tek derdi Baykal.

-VATAN; Televizyona çıkmıyorsan yargıda karşıma çık!

-MİLLİYET-BUGÜN; Arkamdan konuşma.

-TERCÜMAN; 300 milyar dolar nereye harcandı?

Monday, March 23, 2009

L'actualité vue par Ali Dilem



Saturday, March 21, 2009

پیام شاهزاده رضا پهلوی بمناسبت نوروز ۱۳۸۸


هم میهنان عزیزم

آغاز سال نو و فرارسیدن عید نوروز، این یادگار کهنسال ملی را، به یکایک شما شادباش می گویم.امیدوارم بتوانید این ایام فرخنده را به رسم دیرینه با شکوهی هرچه بیشتر در شادی و تندرستی برگذار کنید.عید نوروز را از جان و دل گرامی می داریم که میراث ارزندۀ نیاکان نکوکار ماست. آن را عید ملی و بزرگ خود می شمریم که یادآور هویت و شناسنامۀ هزاران سالۀ ایرانیان است. به استقبال نوروز می رویم و به جشن اش بر می خیزیم که سرآغاز نوزایش و بیداری طبیعت است و نشان بی مثال برون شدن زندگی و پویایی از سرداب خواب و سکون. هیچ عید دیگری در جهان نیست که این ویژگی های جان فزا را همه یکجا در خود داشته باشد.آرزویم آن است که در این عید بزرگ دل های شما هم میهنان عزیــزم، چون بهـاران، آکنده از شکوفه های امید به برآمدن فردایی شایستۀ ایران و مردم آزادۀ آن شود. امیدوارم در سال نو خوش دلی و تندرستی و آزادی نصیب شما و صلح و آسایش و امنیت بهرۀ میهن ما باشد.خواستار آنم که در این ایام سرور و امید یاد بداندیشان و بدخواهان ایران از سینه ها بیرون رود. باشد که خاطرۀ نیکان و بزرگان تاریخ وطن و یادآوری دوران های سربلندی ایران دل ها را آکنده از شوق و شور و عزم ها را به برکشیدن دوبارۀ وطن استوارتر از همیشه کند.امیدوارم که دروغ و ریا از پهنۀ میهنمان رخت بربندد و در سال نو آفتاب درخشان آزادی و آشتی برسرزمین کُهن ما بتابد و آغازگر عصر تازه ای از نیک بختی و سرافرازی ملت و طلیعۀ دوران درخشیدن توانایی های جوانان مستعد وطن شود.نوروز و سال نو بر همۀ شما شاد و فرخنده بادخداوند نگهدار ایران باد

رضا پهلوی

Friday, March 20, 2009

Saleh No Mobarak - Norouz 1388 - Norouz Pirouz

A New Year, A New Beginning



President Obama released a special video message for all those celebrating Nowruz. Translated "New Day," Nowruz marks the arrival of spring and the beginning of the New Year for millions in Iran and other communities around the world. This year, the President wanted to send a special message to the people and government of Iran on Nowruz, acknowledging the strain in our relations over the last few decades. "But at this holiday we are reminded of the common humanity that binds us together," he says.

After committing his administration to a future of honest and respectful diplomacy, he continues on to address Iran's leaders directly: "You, too, have a choice. The United States wants the Islamic Republic of Iran to take its rightful place in the community of nations. You have that right -- but it comes with real responsibilities, and that place cannot be reached through terror or arms, but rather through peaceful actions that demonstrate the true greatness of the Iranian people and civilization. And the measure of that greatness is not the capacity to destroy, it is your demonstrated ability to build and create."

Wednesday, March 18, 2009

L’Iran demain : et si c’était Reza Pahlavi?


Ce 12 février, la révolution khomeyniste fête en Iran ses trente ans dans le marasme économique et la tristesse. Depuis plus de vingt-cinq ans, le fils du shah en exil tisse des liens. Aujourd’hui, il veut s’affirmer comme le chef de file des opposants. Paris Match est allé l’interviewer aux Etats-Unis.

Presque trente ans qu’on le voit se battre. Trente ans qu’on se dit que le fils du shah se berce d’illusions. Cet ex-enfant gâté dont le destin a basculé en 1979, quand la famille Pahlavi a été chassée d’Iran. «Son» Iran. Il a tenu bon. Il a grandi, mûri, vieilli, réfléchi. Non, il ne se présente plus comme l’alternative au pouvoir des mollahs. Il est devenu modeste, réaliste, mais toujours habité par un destin qui le dépasse ; il veut être celui qui mènera les Iraniens vers un choix démocratique via la désobéissance civile, «comme Gandhi», ajoute-t-il. Il veut fédérer l’opposition, rassembler les opprimés et les oppresseurs, pardonner, amnistier, «comme l’a fait Mandela». Ensuite... «Ensuite, ils décideront.» Un mentor, en quelque sorte.

En attendant cette révolution de velours, il vit à plus de 4 000 kilomètres de son pays. Dans les environs de Washington, avec sa femme et ses trois filles, il habite une maison cossue posée sur une nature manucurée, entre forêts décharnées par l’hiver et itinéraire compliqué. Comme un bourgeois américain. Mais chez les Pahlavi, les enfants ne voient pas papa partir le matin au bureau et rentrer le soir avec sa sacoche. Ses journées sont faites de rencontres un peu secrètes, de coups de fil codés, de longues heures sur Internet, aussi d’espoirs et de découragement. Impossible de l’interroger sur ses contacts sous peine de les mettre en danger. Donc impossible de connaître ses chances. De vérifier ses dires. Face à cet homme plutôt chaleureux, spontané, volubile, on est partagé entre l’emballement et le doute. Comme lui.

Paris Match.
Vous publiez un livre qui est un vrai programme politique, comme si votre entrée en scène était imminente...

Reza Pahlavi. Cela fait trente ans que j’agis, en sous-marin, à structurer l’opposition, à l’intérieur et à l’extérieur de l’Iran. Aujourd’hui, c’est mûr : une nouvelle génération est enfin prête à dépasser ses divergences gauche-droite, monarchiste-républicain. Il y a un passé commun sous l’oppression, il y a une volonté commune de s’impliquer.

Quel est votre rôle?

Fédérer ces volontés, les structurer, les organiser, les aider à agir et les rendre publiques, à l’intérieur et à l’extérieur de l’Iran. Les opposants doivent sentir qu’ils ne sont plus seuls.

Vous n’êtes pas retourné en Iran depuis vos 17 ans, comment faites-vous pour sentir la réalité sur place?

Grâce à Internet, aux portables, à YouTube ; même sous le joug des mollahs, le moindre événement est immédiatement rapporté, avec photos, commentaires... Je reçois des messages des émissaires ; je suis en contact permanent avec eux.

“Eux”? Les opposants? Mais n’a-t-on pas décapité toute velléité d’opposition?

C’est une opposition non déclarée, non organisée, certains appartiennent au système. Cela va des syndicalistes aux membres d’organisations féminines, de certains ayatollahs, des intellectuels jusqu’aux pasdarans, aux bassidjis...

... Les pasdarans, les “gardiens de la révolution”, vous parlent? Ceux qui arrêtent, emprisonnent, espionnent, dénoncent la population...

Parfaitement! Ce ne sont pas les 15% qui bénéficient du régime mais les 75% de fonctionnaires appauvris, déprimés, les désenchantés d’un rêve brisé. Les ex-révolutionnaires qui ont cru en la révolution se sentent piégés et culpabilisent. Certains de mes contacts avaient fondé l’armée des pasdarans et sont perçus par la population comme les agents d’un régime honni. Or, il est très important qu’ils comprennent que la victoire de la démocratie et de l’état de droit exclut toute idée de vengeance et d’exécution, contrairement à ce qu’a fait Khomeyni. Cela aussi c’est une de mes missions : préparer l’amnistie générale et abolir la peine de mort.

Dans votre livre, vous dites que les ayatollahs au pouvoir n’ont pas tout le clergé du pays derrière eux...

Et de loin! Nombreux sont les religieux lucides qui sont contre la théocratie, qui voient les Iraniens se détourner en masse de la religion. Khomeyni s’est approprié le clergé en imposant ses vues hégémoniques, il a saqué tous ceux qui n’étaient pas d’accord. Certains, comme les ayatollahs Montazeri et Boroujerdi, se sont permis de le clamer haut et fort, ils sont aujourd’hui assignés à résidence. On n’ose pas les tuer car le peuple les apprécie.

Est-il vrai que vous avez rencontré le petit-fils de Khomeyni?

Oui, il y a quelques années. J’ai eu le sentiment qu’on était sur la même longueur d’onde. Il m’a dit en gros : “Mon grand-père a créé beaucoup de dommages, je n’en suis pas responsable.” Il n’est pas du tout dans le camp du régime qui le tolère. Lui se tient coi.

Il y a tout de même pas mal d’Iraniens qui doutent de vous, qui estiment que vous n’êtes pas légitime pour mener cette mission de fédérateur de l’opposition. Que leur répondez-vous?

Qui peut faire l’unanimité? Ce que je peux vous affirmer, c’est que chaque jour de plus en plus d’Iraniens, surtout des jeunes, me rejoignent et me pressent de m’engager concrètement et surtout le plus rapidement possible. En effet, les pays occidentaux doivent comprendre qu’avec le développement du nucléaire en Iran le temps est compté. Quand le régime aura sa bombe, le rapport de force sera en faveur de ce dernier. J’alerte depuis des années les chefs d’Etat occidentaux sur le danger de l’exportation de la révolution islamique. Ils n’ont vu longtemps qu’une poignée de musulmans qui s’entre-tuaient. Ils fermaient les yeux, les entreprises en profitaient pour faire du business, leur vendre des armes... Aujourd’hui, les appels au djihad ne se font plus des mosquées de Damas ou Beyrouth mais des banlieues de Paris, Londres, Madrid... L’Histoire, hélas, me donne raison. Si on réfléchit sérieusement à la chose, on arrive vite à la conclusion que les contrats signés avec la République islamique représentent un montant ridicule face à l’ensemble des coûts qu’engendre pour la communauté internationale l’existence même de ce régime. Pensez au coût du terrorisme, de l’instabilité géopolitique et de l’insécurité. Mais aussi au coût économique dont ce régime fasciste est le seul responsable.

Faut-il cesser de faire affaire avec l’Iran, au risque de laisser le terrain à nos concurrents?

Votre sécurité est à ce prix : des sanctions économiques et diplomatiques ciblées. Il ne faut plus rien laisser passer sur les droits de l’homme ; par exemple, manifester clairement sa condamnation quand le bureau de l’avocate Shirin Ebadi, Prix Nobel de la paix, est saccagé et fermé, comme cela vient d’arriver. Pareil pour la fermeture des journaux, l’emprisonnement des journalistes... Il faudrait aussi bloquer les avoirs individuels de certains hauts dignitaires du régime qui ont vidé les caisses de l’Etat à leur profit.

Quand Obama annonce qu’il voudrait renouer le dialogue avec les Iraniens, vous êtes inquiet?

L’élection du président Obama suscite un grand espoir dans le monde. Les valeurs démocratiques, humanistes et de défense des droits de l’homme qu’il porte avec courage ne peuvent qu’aider notre peuple dans sa lutte pour la liberté. Ces valeurs sont en contradiction fondamentale avec l’essence même de ce régime qui veut la destruction des idéaux des Lumières. C’est pourquoi, face à ce régime, la diplomatie ne peut pas réussir. Il serait dangereux de perdre du temps dans des discussions interminables qui vont rapprocher le régime de la bombe.

Qu’est-ce qui vous fait dire que le peuple à l’intérieur est prêt à la révolte?

Ils en ont tellement assez, dans toutes les couches de la société, que la peur de la répression ne les bloque même plus. Je ne prône pas un putsch violent, je prône la désobéissance civile à la manière de Gandhi. En clair : une paralysie du pays via des grèves sectorielles tous azimuts, des manifestations quotidiennes dans la rue, de plus en plus amples, comme celles qui ont mené au renversement du régime de mon père.

Vous vous voyez à la tête de ce mouvement?

Je ne reculerai pas devant mes responsabilités. A ce stade je suis leur point d’appui extérieur pour mobiliser la communauté internationale et coordonner leurs actions à l’intérieur. Après la chute du régime nous entrerons dans un processus démocratique [voir encadré] et le peuple décidera librement de l’avenir institutionnel du pays.

Et quel est votre objectif à ce jour?

Il est temps de nous organiser et de créer une alternative sérieuse et crédible à ce régime. Aujourd’hui je souhaite installer une structure centrale en Europe, qui soit un point de ralliement pour tous les opposants démocrates à ce régime.

Pourquoi ne pas l’ouvrir à Washington où vous habitez? Impliquer l’Amérique, qui compte la plus importante communauté iranienne?

Pour l’heure l’Amérique est trop embourbée dans ses autres conflits pour piloter cette stratégie de soutien à l’opposition iranienne. Elle peut être copilote, à côté de l’Europe qui est stratégiquement très importante pour nous.

Avez-vous rencontré Nicolas Sarkozy? Bernard Kouchner?

Non... Mais je crois qu’ils ont très bien compris la situation.

N’avez-vous jamais eu envie de laisser tomber, de mener une vie plus douce, une carrière plus normale?

Non, je ne pourrais pas dormir tranquille si je n’avais pas fait tout ce que je pouvais pour ce pays. Je suis habité par un destin, je l’avoue...

Paris Match
Catherine Schwaab
Dimanche 8 Février 2009

Tuesday, March 17, 2009

L'Iran à l'heure du choix


Enfin ce que tous les démocrates iraniens attendaient vient de se produire : le prince Reza Pahlavi, fils du chah, s'engage et propose une solution au bras de fer qui oppose l'Occident au régime des mollahs. On croirait, à entendre certains, que le seul problème avec l'Iran est celui de la bombe atomique et non pas la nature criminelle et terroriste du régime dont le peuple iranien est la première victime. Entre des négociations interminables toujours vouées à l'échec depuis des années et la guerre, Reza Pahlavi propose "une troisième voie" qu'il faut de toute évidence explorer prioritairement.

Le livre d'entretiens (Iran, l'heure du choix, Denoël, 254 p., 18 euros) qu'il vient de publier est un manifeste aussi percutant dans la condamnation du régime islamique que dans son projet pour l'Iran. Reza Pahlavi souligne avec objectivité les erreurs de son père. Le chah a voulu tout faire trop vite, a gouverné trop seul dans les dernières années de son règne, a refusé l'ouverture politique, et n'a pas contrôlé les abus de la police secrète. Mais il rappelle aussi à ceux qui ont la mémoire courte les progrès immenses accomplis sous la dynastie des Pahlavi dans le domaine de l'éducation, de la modernisation et de l'industrialisation du pays, de la politique sociale, dans le domaine juridique et des droits de la femme...

Il avait 17 ans lorsqu'en janvier 1979 sa famille a dû quitter l'Iran. Trente ans d'exil, de travail, de voyages et de contacts à travers le monde lui ont permis d'acquérir une expérience peu commune et de mesurer tous les enjeux de la politique internationale.

Sur le plan national, les dirigeants du régime islamique, de Khomeiny à Ahmadinejad, sont tous responsables, à ses yeux, d'une régression sans précédent : la misère est partout en Iran, malgré le pétrole ; beaucoup de jeunes gens sombrent dans la drogue et la prostitution ; l'argent est dilapidé au profit d'une mafia et des organisations terroristes ; une répression féroce frappe tous les opposants ; les mollahs font torturer et pendre à tour de bras.

Négocier avec un tel régime, qui veut se doter de l'arme nucléaire, serait une perte de temps dont il serait le seul à profiter : il est allé trop loin pour pouvoir s'arrêter. Pour autant, rien ne serait plus grave que d'appeler au ressentiment et à la vengeance. Reza Pahlavi met en avant son hostilité fondamentale à la peine de mort et ses convictions humanistes héritées des Lumières. Dans l'Iran de demain, déclare-t-il, chacun, sauf les grands responsables des crimes, pourra avoir sa place.

FIER DE SON NOM

Quelle est la légitimité de Reza Pahlavi ? A quel titre s'exprime-t-il ? Sur ce point aussi, il est d'une transparence absolue. S'il est fier de son nom, ses convictions sont démocratiques. Les trois principes auxquels il se réfère sont la démocratie, les droits de l'homme et la laïcité. Il propose un référendum à l'issue duquel le peuple iranien déciderait de la forme de la démocratie : monarchie constitutionnelle ou République. Il est prêt à assumer ses responsabilités dans la première hypothèse, et à servir son pays dans la deuxième.

Reste le point crucial : comment se débarrasser du régime théocratique ? Il ne tombera pas de lui-même, et ce serait une illusion criminelle de croire qu'il peut évoluer. Les bombardements, que certains, même à l'intérieur de l'Iran par désespoir, appellent de leurs voeux, nuiraient au pays, au peuple, serviraient le régime et entraîneraient un chaos dans toute la région. Reza Pahlavi préconise la voie de la désobéissance civile et de la grève générale à l'intérieur de l'Iran, et, sur le plan international, le refus de visas aux dirigeants iraniens ainsi que le gel de leurs avoirs dans les banques. Reza Pahlavi demande aux dirigeants occidentaux, au lieu de faire la guerre à l'Iran, de déclarer la guerre aux dirigeants du régime et de soutenir le soulèvement du peuple iranien.

Le temps presse. Ne négligeons pas l'option qui vient de s'affirmer. Les dirigeants occidentaux auront-ils l'audace de parier sur le peuple iranien : de l'aider à se débarrasser de ce régime infâme pour construire, à la porte de l'Europe, une grande démocratie prête à partager sa culture et ses richesses énergétiques avec tous les démocrates du monde ?

Le Monde
par Chahdortt Djavann (Chahdortt Djavann est écrivaine)

Thursday, March 12, 2009

Look Beyond Iran's Nuclear Program, Urges Former Crown Prince


Reza Pahlavi, the former crown prince of Iran, urged the Obama administration today to focus on the "lack of political freedom and human rights" in Iran in its ongoing review of policy. His remarks at the Nixon Center in Washington were, in effect, an appeal to the new administration not to concentrate solely on the major security issues involving Iran—its nuclear program, alleged support for terrorism, and regional power ambitions.

Pahlavi, son of the late shah of Iran, acknowledged that sentiment in Washington for launching a dialogue with Iran's hard-line rulers is growing. But the administration should also "open a line of dialogue with the democratic opposition," he said.

Pahlavi lives in Maryland and remains an active presence among Iranian exiles in the United States and Europe who oppose the Shiite cleric-led government in Tehran, which took power in 1979 after a revolution that deposed his late father. He spoke of the continuing "quest for democracy" in Iran, adding, "We seek a secular alternative."

The 48-year-old Pahlavi brushed aside a question about whether he has any interest in returning to Iran someday as a leader. "That's not the issue here," he replied. If democratic change arrives at some point, he said, "Yours truly, as an Iranian citizen, will be at the service of his country."

U.S. News & World Report
Thomas Omestad

Tuesday, March 03, 2009

İsyan



Sana kırık yaşıyor her bir bakışım
Yıktığın hayaller tek can yoldaşım
Seninle hep vardım seninle kaldım
Hıçkırık bağrımda son aldanışım

Sana buruk dudaklar her bir gülüşte
Neşeyle hüznününü perdeleyişte
Seninle hep yandım seninle soldum
Hüsranlı gönlümde son bulunuşun

Sana seni anlatamam isyan edersin
Aşkı tekrar istemem ziyan edersin
Seninle hep yandım seninle soldum
Bir varlığım yok ki muradım olsun

Reza Pahlavi: "Ahmadinejad est un cavalier de l'Apocalypse"

Il a vécu la révolution islamique et fut emporté par les événements. En exil depuis trente ans, Reza Pahlavi, fils du dernier chah d'Iran, aurait pu tirer un trait sur son passé et choisir de changer de destin. Il a préféré le risque et un combat improbable. Régulièrement menacé de mort, il poursuit sa difficile résistance et publie Iran, l'heure du choix (Denoël), un livre d'entretiens avec Michel Taubman dans lequel il entend dissocier le peuple iranien du régime qui le tyrannise. Bien que les "experts", ainsi que tous les séides de la République islamique, ne voient guère d'avenir politique à Reza Pahlavi, l'homme persiste à croire à une stratégie d'alternance pacifique. Sur la nature fanatique du régime de Téhéran, les projets nucléaires d'Ahmadinejad, l'arc chiite à travers le Moyen-Orient, son analyse apporte un éclairage aux complexités iraniennes.

La République islamique d'Iran vient de fêter ses 30 ans. Quel regard portez-vous sur ces trois décennies?

Je ne peux m'empêcher de comparer ce qu'est devenu l'Iran à ce qu'il aurait dû être. Au lieu d'aller de l'avant, on n'a fait que reculer. Il y a trente ans, il y avait certes des problèmes, comme l'absence de libertés politiques, que je condamne sans réserves, mais nous étions un pays en plein développement, une société en cours de modernisation, dont le niveau de vie s'élevait. Aujourd'hui, un tiers de la population vit au-dessous du seuil de pauvreté, la fuite des cerveaux a produit une hémorragie, les tensions interethniques divisent la société, les minorités sont persécutées, et la drogue, la prostitution, la corruption ne cessent de se répandre. Sans parler d'une répression touchant toute la société et de l'absence totale de liberté. L'Iran aurait pu être la Corée du Sud ; il est devenu la Corée du Nord. Le plus dramatique, c'est que deux générations ont été sacrifiées. A quelle fin ?

Etes-vous amer?

Pas du tout. D'abord, il y a l'humour iranien, comme le prouve ce dicton populaire : "Hier, on buvait en ville et on priait à la maison ; aujourd'hui, on prie à l'extérieur et on boit à l'intérieur." Et puis, je crois qu'il faut envisager la révolution islamique comme une expérience supplémentaire dans un pays qui est déjà passé par des phases historiques extrêmement difficiles. Ce n'est pas la première fois que l'Iran est à l'épreuve. Nous avons été maintes fois envahis, agressés, occupés. Certes, la crise est désormais intérieure. Mais, si l'on ose une comparaison avec l'Europe, souvenez-vous que vous avez également connu, il y a quelques siècles, une période où la religion étouffait la société. Cela a précédé l'avènement des Lumières et l'éclosion des droits de l'homme.

Vous n'êtes donc pas totalement pessimiste?

Au contraire. J'entends souvent les Occidentaux se demander si le facteur religieux propre aux sociétés islamiques n'est pas en soi un frein durable au développement. Je leur réponds que, s'il était naguère impensable de discuter de la religion en Iran, c'est maintenant devenu un sujet de débat. Il y a trente ans, l'une des raisons pour lesquelles les Iraniens ont accepté si facilement l'ayatollah Khomeini, c'était que la religion apparaissait irréfutable. Aujourd'hui, si vous vous rendez dans la ville sainte de Qom, vous pouvez assister à des discussions incroyablement ouvertes et animées, y compris sur la question de la laïcité. Cela n'aurait pas pu se produire auparavant. Il existe de nombreuses voix qui s'interrogent sur la séparation de la religion et de l'Etat. La question n'est plus taboue.

On a beaucoup reproché à votre père d'avoir voulu l'occidentalisation à tout prix. Est-ce la raison de sa chute?

A l'origine, ce sont certains religieux qui ont répandu ce rejet de l'occidentalisation parce qu'ils étaient farouchement opposés à la réforme agraire et à l'émancipation des femmes, deux réformes majeures que mon père avait promues. Peut-être y a-t-il eu un choc culturel parce que nous sommes allés trop vite. Mais je ne crois pas que les gens refusaient la modernité. Je crois davantage aux facteurs politiques internes.

C'est-à-dire?

Il y a eu progressivement une alliance entre les différentes tendances marxistes, qui étaient très en vogue parmi les intellectuels, et le clergé. Pour autant, personne ne se posait de question au sujet de Khomeini, personnage qui ne disposait, au départ, d'aucune aura particulière. Très peu d'Iraniens avaient lu son livre, Velayat-e Faghi, dans lequel il exposait ses théories théocratiques. La gauche antioccidentale cherchait un leader porteur d'un concept simple parce que le message marxiste était trop difficile à expliquer dans une société aussi traditionnelle que l'Iran. C'est pourquoi le slogan "Allahu Akbar" ("Dieu est le plus grand") a fini par l'emporter sur le reste, dans la mesure où le facteur religieux offrait une apparence de stabilité et de crédibilité dans une période d'agitation et de bouleversements extrêmes. Au départ, les marxistes ont cru pouvoir utiliser Khomeini et pensaient qu'il allait se retirer, comme il l'avait prétendu. Tout le monde pensait que ce scénario allait se produire, y compris le président américain, Jimmy Carter. Khomeini les a tous dupés.

Le chah, Khomeini, Ahmadinejad... La croyance en un homme providentiel n'est-elle pas une constante?

Il est vrai que, tout au long de notre histoire, nous avons cherché l'homme providentiel. Cela reste encore vrai aujourd'hui, mais je me réjouis de voir qu'une nouvelle culture politique se développe parmi les jeunes générations, ou l'idée de la responsabilité individuelle a de l'importance.

Que pensez-vous d'Ahmadinejad?

Il est exactement ce qu'il dit de lui-même. C'est un cavalier de l'Apocalypse qui ne songe qu'au retour du douzième imam [ndlr : selon la foi chiite duodécimaine, le douzième imam reviendra à la fin des temps pour établir le seul règne juste]. Il croit vraiment à cette perspective eschatologique et, autour de lui, gravite un cercle de dangereux illuminés qui partagent cette conviction. Ce n'est pas du tout un positionnement médiatique, et c'est bien ce qui est inquiétant. Il est terrifiant d'imaginer ce qui pourrait arriver si un jour un tel individu avait accès à l'arme atomique. Dans un de ses passages aux Nations unies, Ahmadinejad a raconté qu'il s'était un jour trouvé enveloppé d'un halo de lumière. Mais n'oubliez pas qu'Ahmadinejad n'est que le représentant d'un régime de nature totalitaire, qui ne peut se réformer et évoluer, quelle que soit la personne qui le représente.

Comment expliquer qu'il puisse entraîner dans son sillage des scientifiques, rationnels?

Ont-ils vraiment le choix? D'une manière générale, il ne faut pas confondre le droit de notre peuple au nucléaire civil et les intentions réelles du régime dans ce domaine. Mes compatriotes défendent naturellement ce droit, mais, en même temps, d'après de récentes études, une écrasante majorité s'inquiète de plus en plus des conséquences graves de cette politique irresponsable. Le slogan du régime est : "L'énergie nucléaire est notre droit indéniable." Je lui réponds: ce droit, nous l'avions, c'est vous et les vôtres qui nous en avez privés.

Comment cela?

Mon père avait une vision à très long terme. Il considérait le pétrole comme une matière noble qu'il ne voulait pas voir gaspiller. Il a décidé, dès les années 1970, de lancer un programme de production d'énergie nucléaire à des fins exclusivement civiles. C'est pourquoi nous avons signé le traité de non-prolifération, ce qui a permis à l'Iran de devenir actionnaire à 10 % de la société Eurodif. Aujourd'hui, le problème ne vient pas de l'idée de se doter de l'énergie nucléaire ; il provient de la nature du régime islamique. La preuve, les pays qui se faisaient hier concurrence à qui vendrait le premier cette technologie à l'Iran sont ceux qui, aujourd'hui, réclament des sanctions contre Téhéran. C'est le cas des Etats-Unis, de la France, de l'Allemagne... Ce n'est donc pas le principe qui est en cause, c'est le doigt qui est posé sur la gâchette. Or le régime iranien a suffisamment montré qu'il n'offrait aucune garantie internationale et ne respectait pas ses engagements internationaux. Qu'est-ce qui a mis l'Iran hors la loi? Ce n'est pas le nucléaire, c'est la République islamique et ce qu'elle veut en faire.

Craignez-vous l'escalade fatale?

Le régime iranien ne demande pas mieux qu'un conflit militaire. Il l'exploiterait à fond. C'est le piège à éviter, le scénario perdant-perdant ; nous Iraniens percevrons une action armée comme une frappe contre le pays tout entier et non contre le régime seulement. Il ne faut absolument pas en arriver là. De l'autre côté, je ne crois pas que les mollahs soient assez fous pour penser un jour utiliser la bombe contre Israël: ils savent très bien qu'ils seraient aussitôt anéantis. Ce qu'ils veulent, c'est disposer de la bombe pour pouvoir s'institutionnaliser une fois pour toutes dans la région et étendre leurs zones d'influence. Ils rêvent de créer un califat chiite du XXIe siècle et entendent l'imposer par la bombe atomique.

Que vous inspire l'axe Téhéran-Damas-Hezbollah-Hamas?

A l'époque de l'Union soviétique, du point de vue de ses dirigeants, la politique étrangère était également perçue comme un succès en termes d'extension tentaculaire. On sait ce qu'il en est advenu. Dans le cas de l'Iran, il est manifeste qu'un gouvernement paranoïaque crée des crises un peu partout pour tenter de regagner à l'extérieur la légitimité qu'il a perdue à l'intérieur. Les dérives du clan au pouvoir ne se limitent pas au soutien au Hamas, elles vont jusqu'à l'Amérique latine de Chavez. Il ne s'agit en rien d'une vision qui vise à défendre notre intérêt national. Si le régime veut survivre, il doit absolument mettre en échec le monde libre, combattre ses valeurs. La République islamique ne peut pas perdurer dans un monde où l'on parle des droits de l'homme ou de la démocratie. Tous ces principes sont du cyanure pour les islamistes. Comment voulez-vous que les successeurs de Khomeini, dont le but reste l'exportation de la révolution, puissent s'asseoir un jour à la même table que le président Sarkozy ou le président Obama?

Pourtant, il en est question...

Je peux comprendre les intentions du président américain à l'égard de l'Iran. Mais n'oubliez pas que sur le dossier nucléaire la crise n'oppose pas la République islamique aux Etats-Unis seulement mais à l'ONU. Dans les mois à venir, un jeu diplomatique peut s'engager, mais, au final, il ne faut pas se faire d'illusion. Même si Khatami revenait au pouvoir, le comportement du régime resterait identique, car le vrai décideur c'est Khamenei. Je ne vois aucune raison pour laquelle le régime islamiste accepterait un changement de comportement. Cela provoquerait, de manière certaine, sa chute. Il ne peut plus revenir en arrière. J'ai bien peur que la diplomatie ne tourne en rond une nouvelle fois et que la course à la bombe ne continue pendant ce temps.

Selon vous, quelle est la solution?

Si l'on veut avoir une chance de réussir, il faut d'abord tracer une ligne rouge définitive sur la question nucléaire, car, jusqu'ici, cette ligne n'a cessé de bouger. Ensuite, il faut accepter l'idée que, si le régime doit changer un jour, ce devra être le fait du peuple iranien lui-même et non par une intervention extérieure. La majorité de mes concitoyens n'en peuvent plus de ce système ; toutes les informations qui me parviennent prouvent qu'il existe un profond désir de démocratie parlementaire laïque. Si on veut forcer le régime à changer d'attitude, ce n'est pas par la pression extérieure que l'on y arrivera, mais par la pression intérieure. Or, depuis trente ans, je n'ai presque pas vu de dialogue entre le monde libre et notre peuple. Il n'y a eu presque aucun échange avec les forces d'opposition démocratiques.

Comment voyez-vous votre rôle dans l'avenir?

J'ai beaucoup réfléchi aux campagnes de désobéissance civile en Afrique du Sud ou à l'exemple des dissidents dans l'ancien bloc de l'Est. Je veux m'inscrire dans un scénario de changement en proposant une voie qui soit légitime et la moins coûteuse pour la société iranienne. On ne bâtira pas notre avenir sur un règlement de comptes. Ma mission est de fédérer les forces démocratiques afin d'instaurer une démocratie laïque parlementaire et d'assurer la réconciliation nationale.

L'EXPRESS.fr
Christian Makarian