Genel Başkan Baykal Başbakan Erdoğan’a “Kaos Senin Kafanda” Dedi ve “Silahlı Kuvvetlere Kabadayılık Olmaz”
-“Bu memleketin en temiz insanlarına vatan haini diyecek kadar vicdanını susturdun, basına da sansür istiyorsun”
-“Bütün dünya, birlik gerçekleştirmeye çalışıyor, İtalyanlar İtalyan birliğini, Almanlar Alman birliğini kurdular, şimdi Avrupa kendi birliğini kurmaya çalışıyor, biz, Türkiye’yi eyaletlere nasıl böleriz diye konuşmaya çalışıyoruz”
-“Başbakan farkında değil, Avrupa’daki sosyal demokratları sen yanına almıyorsun, Avrupa’daki sosyal demokratlar seni yanlarına alıyorlar, ama Cumhuriyet Halk Partisini yanlarına alamıyorlar, çünkü biz Türkiye’nin yararını düşünüyoruz, Türkiye’nin haklarını düşünüyoruz”
-“Dilara olayı sıradan bir kent kazası olarak değerlendirilebilecek olay değildir. Bu olay, hiç kuşku yok bir trajedidir, bir dramdır, bir ailenin yaşayabileceği en büyük faciadır”
-“Konu İstanbul yönetimidir, konu İstanbul belediyesidir, konu belediye ihaleleri konusudur ve bu konuda nasıl bir sistemin, nasıl bir çarkın döndürülmekte olduğu konusudur”
-“İstanbul’da atılacak her adım Başbakan’ın onayıyla atılıyor, hangi iş kime verilecek, nasıl verilecek? Şimdi, böyle bir tezgâh, bu tezgâhın içinde de yaşanan Dilara benzeri acı olaylar”
-“Bir yandan doğum evinden senet imzalayıp karşılığını ödeyemedikleri için 2 yaşındaki çocuğuyla cezaevine atılan annelerin, babaların yaşadığı Türkiye, öbür yandan Hükümet-TOKİ-İstanbul Belediyesi. Bir aşamada 100 trilyonu alıp götüren bir tezgâh ve bunun oluşturduğu Türkiye tablosu”
-“Eskiden ilericilik sosyal ve ekonomik sorunların çözülmesiydi, yoksulun yoksulluktan kurtarılması, aç olanın karnının doyurulması, kimsesize sahip çıkılması, herkese eğitim olanağının verilmesi, sağlık olanağının verilmesiydi. Şimdi, ilericilik, Senin mezhebin ne? Senin etnik kökenin ne? Sen dilini konuşabiliyor musun? İlericilik bu hale getirildi. Biz bunu ilericilik olarak kabul etmiyoruz.”
İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)- Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal, TBMM Grup toplantısında güncel gelişmeleri değerlendirdi.
Genel Başkan Deniz Baykal Deniz Baykal’ın TBMM Grup toplantısında yaptığı konuşmanın tamamı şöyle;
“Sayın milletvekilleri, çok değerli misafirlerimiz, Türkiye’nin dört bir köşesinden Cumhuriyet Halk Partisi Grup toplantısına gelen sevgili vatandaşlarım; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum, hoş geldiniz. (Alkışlar)
Renkli, canlı, katılımlı çok güzel bir grup toplantısı yapacağımız anlaşılıyor. Bu toplantımıza katkılarınızdan biz çok büyük bir mutluluk duyuyoruz, gurur duyuyoruz, eksik olmayın. Anlaşılıyor ki, kabınıza sığamıyorsunuz, yörenizde duramıyorsunuz, bir an önce bir şeyler değişsin istiyorsunuz ve fırlayıp Ankara’ya geliyorsunuz. İnşallah, her beraber, Ankara’dan, sizin ilçelerinizden, illerinizden gelen vatandaşlarımızla el ele vereceğiz ve Türkiyemizi özlediğiniz, hak ettiğiniz büyük değişime, büyük dönüşüme birlikte kavuşturacağız. (Alkışlar)
Bugün toplantımıza Trabzon’dan, Başköy’den, Kütahya Simav’dan, Ankara Lisesi öğrencisi değerli arkadaşlarımdan ve yurdun değişik yerlerinden çok ciddi bir katılım görüyorum. Hepinize yürekten teşekkür ediyorum. Özellikle Simav’dan bugün için aramıza katılan değerli Cumhuriyet Halk Partili kadın kardeşlerime, yürekten hoş geldiniz diyorum, sizleri saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar)
Ayrıca, Kastamonu’dan bu tarihi belgeyi Cumhuriyet Halk Partisinin Küre İlçesine ait bu karar defterini 1932 tarihinden günümüze kadar saklayarak bugüne ulaştıran ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezinde oluşturmakta olduğumuz müzeye bunu armağan eden Kastamonu örgütümüze yürekten teşekkür ediyorum. (Alkışlar)
Kendilerini ayrıca yürekten kutluyorum. Yani, bir karar defterinin, bir ilçe örgütünün karar defterinin 75 yıl boyunca özenle saklanıp bugüne ulaştırılması, hiç kuşkusuz çok büyük bir vatan sevgisinin, parti sevgisinin, görev duygusunun, sorumluluk duygusunun orada, Küre’de egemen olduğunu bize gösteriyor. (Alkışlar)
Bu duyarlığı 12 Eylül askeri müdahalesinden sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin arşivi konumunda olan Cumhuriyet Halk Partisi arşivini, partiyi kapatıp alıp SEKA’ya gönderenlere ithaf ediyorum. (Alkışlar)
Gerçekten tarihçilerimizin, sosyologlarımızın özenle izlemesi gereken önemde bir belge. Yazılar, imzalar, madde madde tarihiyle yapılmış toplantılar ve her birisi özenle kayda geçirilmiş müthiş bir sorumluluk duygusu, ülke severlik, vatanseverlik, Türkiye’yi kurma heyecanı, Türkiye’yi ayağa kaldırma coşkusu, sadece Ankara’da Mecliste, sadece Çankaya’da Köşk’te değil, Küre’de bir ilçe yönetim kurulunda da kendisini gösteriyor. Bakanlar kurulu gibi toplanıyorlar, karar alıyorlar, belgelerini de askeri ihtilallere falan rağmen saklayıp günümüze kadar ulaştırıyorlar. Kendilerine yürekten teşekkür ediyorum ve Kürelileri, Kastamonuluları kutluyorum. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, bu hafta 8 Mart Haftası, önümüzde Dünya Kadınlar Günü var. Hep birlikte bu gün dolayısıyla kadın konusunu, sorununu, nerede, hangi noktada olduğumuzu, kadınlara yönelik bakış açımızı, Türkiye’deki kadınların içinde bulundukları ekonomik, sosyal, siyasal konumu hep birlikte değerlendirmek durumundayız. Bu, hepimiz için önde gelen bir görevdir. Kadın sorunu bir toplum sorunudur, bir cinsiyet sorunu değildir hiçbir şekilde. Bir toplumun kendisine saygısı konusudur. Hiçbir ayrım yapmadan, hiçbir cinsiyet ayrımı yapmadan, başka hiçbir ayrım yapmadan bütün insanların aynı duygu içinde birlikte sorumluluklar üstlenebileceği aşamaya bir toplumu getirme görevidir. Ne yazık ki, bu konuda çok büyük güçlüklerle karşı karşıya bir toplum olarak biz yola çıktık. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun önünde en temel görevlerden birisi, hiç kuşku yok, Türkiye’de kadın-erkek eşitliğini, önce hukuk düzeyinde sonra toplumsal yaşam düzeyinde gerçekleştirmek, kadınların hakkını, hukukunu, eşitliğini, saygınlığını, onurunu, şerefini erkeklerden hiçbir ayrım gözetmeden bütün toplumun içine sindirmesini sağlamak. Bu çok temel bir görevdi. Cumhuriyetin kendisine verdiği ilk görevlerden birisi idi ve bu doğrultuda Cumhuriyetimiz çok ciddi, önemli atılımlar yapmıştır, büyük adımlar atmıştır. Hepimiz bugün iftiharla hatırlıyoruz, dünyada kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilk tanıyan ülkelerden birisiyiz. Çok elverişsiz bir toplumsal kültürün içinden geldiğimiz, bu konuda peşin fikirlerin, dogmatik anlayışların, ayrımcı değerlendirmelerin egemen olduğu bir ortamda bulunduğumuz halde, hiçbir tereddüt sergilemeden Türkiye’yi yönetenler, kadınların toplumda erkeklerle eşit bir konuma gelmesini sağlamak için her türlü riski göze alarak çok önemli atılımlar yapmışlardır ve bu, Türkiye’nin dönüşümünün en önemli aşamalarından birisini oluşturmuştur.
Türkiye’de kadın-erkek eşitliği ve kadının toplumsal yaşamın içine çekilmesini doğrultusunda atılan bilinçli adımlar, her meslek alanında kadınların ön plana geçmesini sağlamaya yönelik siyasi duyarlıklar, siyasi çabalar, bir pilot kadınımız olsundan, bir yargıç kadınımız olsun, bir profesör kadınımız olsuna kadar her alanda bilinçli, sistemli sergilenen çabalar, Türkiye’de kızlarımızın, kadınlarımızın yeteneklerini sergilemeleri için çıkarılan özel yasalar, yurt dışında yetenekli çocuklar için sağlanan olanaklardan kızlarımızın da yararlanması için gösterilen gayretler, bütün bunlar Türkiye’de artık kimsenin karşı çıkamayacağı bir biçimde, buna başlangıçta karşı çıkanların bile artık karşı çıkamayacağı biçimde Türkiye’de kadın-erkeğin hukuki statü eşitliği kavramını yerleştirmeye yardımcı olmuştur.
Bugün geldiğimiz noktada bu çabalara karış çıkanlar, bu çabalar dolayısıyla ülke yönetimini suçlayanlar, engellemeye çalışanlar, şimdi “biz de aynı düşüncedeyiz” diye ortaya çıkıyorlar. Bundan mutluluk duyuyoruz, elbette öyle olacaklardır. Cumhuriyet, kuşaklarını bu anlayışla yetiştirmiştir. Bugün cumhuriyetin bu çabaları sonucunda Türkiye’de Anayasa Mahkemesinden Danıştay’ına, Türkiye Büyük Millet Meclisinden Devlet bürokrasisine kadar her noktada, iş dünyasında, ekonomi dünyasında, sendika dünyasında, eğer kadınlarımız başı dik, onurlu, şerefli duruyorsa, bu, cumhuriyeti kuranların çabalarının bir sonucudur, onların bir eseridir. (Alkışlar)
Bu çabalarla iftihar ediyoruz. Bunu herkese öğretmiş olduğumuzu memnuniyetle görüyoruz. Bunun gereğinin yapılmasını da dikkatle takip ediyoruz. Bu tamamlanmış bir dönüşüm değildir, henüz amacına ulaşmış bir devrim değildir, bu konuda kat etmemiz gereken çok mesafe vardır. Bu konuda çok sorunumuz, sıkıntımız vardır. Kadınlar hâlâ Türkiye’de ekonomik yaşamda emeklerinin karşılığı olan saygın bir konuma gelebilmiş değillerdir. Mülkiyet açısından baktığınız zaman kadınlar, hemen hemen Türkiye’deki toplam mülkiyetin içinde yüzde 5’in altında bir mülkiyete sahip olarak gözükmektedir. Mülkiyet yoktur, düzenli kazanç yoktur, işsizlik dediğiniz zaman en büyük kesim kadın işsizliği olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de ekonomik yaşamda, sosyal hayatta, töre cinayetlerinin hedefi olmak, şiddete maruz kalmak bütün bunlar, kadınlarımızın sorunlarıdır. Biliyoruz, biliyoruz ve bunları mutlaka çözeceğiz, mutlaka çözme kararı içindeyiz. Bunu burada inançla bir kez daha ifade etmek istiyorum. Cumhuriyet Halk Partisine yakışan budur, görevimiz budur. (Alkışlar)
Bu Dünya Kadınlar Gününe de bu duygularla giriyorum. Burada toplantımıza katılan başta Simav’dan gelmiş olan kardeşlerimizi ve onların dışında Türkiye’nin her yerindeki bütün kadınlarımızı içten saygılarla, sevgiyle selamlıyorum. Onlara yardımcı olmayı en öncelikli görev olarak kabul ettiğimizi bir kez daha burada ifade etmek istiyorum. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, kadın demişken akla tabii çocuk geliyor, çocuk deyince de geçen hafta Dilara geliyor. Geçen hafta Dilara haftası idi. Çok acı bir biçimde geride bıraktığımız hafta içinde İstanbul’da bir minicik evladımızın, küçücük bir yavrumuzun, 5 yaşındaki bir yavrumuzun, annesinin elinden, İstanbul’daki bir kanalizasyonun açık bırakılmış, üzeri güvenceli bir biçimde örtülmemiş, bir kartonla güya örtülmüş gibi izlenim verecek şekilde, neredeyse bir tuzak olarak oluşturulmuş bir rögara kaptırıldığını bütün Türkiye olarak acıyla, ıstırapla, utançla izledik.
Değerli arkadaşlarım, bu yaşadığımız olay sıradan bir kent kazası olarak değerlendirilebilecek bir olay değildir. Bu olay, hiç kuşku yok bir trajedidir, bir dramdır, bir ailenin yaşayabileceği en büyük faciadır. Bir annenin yaşayabileceği en büyük faciadır. Minicik bir kızının avucunun içinden bir kanalizasyon çukuruna kayıverdiğine tanık olmak ve hiçbir şey yapamamanın aczini, acısını yüreğinde hissetmek ve bir süre sonrada bir sahil kıyısında, denize vurmuş bir bebek cesedini kucaklamak durumunda kalmak, bir insanın, bir ailenin yaşayabileceği en büyük facialardan birisidir. Bu büyük acıyı yaşayan aileye üzüntülerimi ifade ediyorum, kendilerine saygılarımı sunuyorum, kendilerinden gösterdikleri bu olağanüstü vakur davranış dolayısıyla şükranlarımı, saygılarımı burada bir kez daha ifade etmek istiyorum. Babasıyla, annesiyle aile olarak gerçekten bütün Türkiye’ye ibret alınacak vakur bir davranış sergilemişlerdir. Acılarını hepimiz yürekten paylaşıyoruz.
Değerli arkadaşlarım, tabii ailenin ıstırabının, acısının ötesinde bizim sormamız gereken başka konular var. Bu nasıl bir iştir? Bunun arkasında ne vardır? Nasıl bir sorumluluklar zinciri içinde bu tablo ortaya çıkmıştır. Değerli arkadaşlarımı, buraya baktığımız zaman karşımıza fevkalade önemli bir manzaranın çıktığını görüyoruz. Konuyu incelediğimiz zaman çok ibret alınması gereken bir tabloyla karşı karşıya bulunuyoruz.
Konu İstanbul yönetimidir, konu İstanbul belediyesidir, konu belediye ihaleleri konusudur ve bu konuda nasıl bir sistemin, nasıl bir çarkın döndürülmekte olduğu konusudur. Buraya baktığımız zaman gördüğümüz şudur: İstanbul Türkiye’nin en önemli bütçelerinden birisine sahip bir büyükşehir. Olağanüstü büyük malî kaynaklar veriliyor, çok büyük bir harcama potansiyeli var. Bu potansiyel belediye düzeyinde önce, sonrada Ankara’da hükümetin iş birliği ve katkısıyla Ankara-İstanbul hattı üzerinde oluşturulan bir düzen içinde bu kaynaklar harcanıyor. Bu olaya sebebiyet veren kent imar uygulamasının arkasını araştırdığımız zaman ortaya çıkan manzara şudur değerli arkadaşlarım: İstanbul’da bir vakıf var. Bu vakfın adı Birlik Vakfı. Bu vakıf siyasal bir vakıf. Bu vakfın içinde yer alanlar belli bir siyaset anlayışını yıllardan beri paylaşıp gelmekte olan bir kadro. Bu insanlar bir araya gelmişler, vakıf kurmuşlar. Belli siyasi amaçları olanlar dernek kurarlar. Dernek, parti normal, ama vakıf ne? Fikri, ideolojik dayanışmayı ekonomik güç arayışıyla el ele götürmenin yöntemi. Vakıf konusu onun için çok önemli, onun için Türkiye tartıştı. Vakıf konusunun arkasında daima, dikkat edeceksiniz, ideoloji vardır, siyaset vardır. Eskiden vakıflar, bizim insanlığa çok önemli bir katkımız olarak ortaya çıkmıştır, işin menşeinde, kökünde, aslında vakıf, Osmanlı uygarlığının dünya medeniyetine bir katkısıdır. Bunun özü de, kişisel servetin toplumsal amaç için harcanmasıdır. Gerçek vakfın özü kişisel varlığın toplumsallaştırılması girişimidir. Vakıf kuranlar, Allah bana imkân verdi, param oldu, imkânım oldu, servetim oldu, şimdi ölüp gideceğim, bu serveti sadece insanlara, çoluğuma çocuğuma bırakmak bana yetmiyor, herkesin emeği var benim bu servetimde, zenginliğimde ve ben de bu zenginliğimi belli bir amaca hizmet etmek üzere vakfeyliyorum. Benim hazırladığım bu vakıf senedi doğrultusunda varlığım, zenginliğim bundan sonra insanlara, belli alanda, hangi alanı istiyorsa, eğitim alanında, sağlık alanında, yoksullara yatma, kakma olanağı sağlama alanında nerede olursa orada bir vakıf olarak çalışsın demişler. Bu, bir anlamda toplumsallaştırma girişimidir, servetin, zenginliğin toplumsallaştırılması girişimidir vakıf. Ama, şimdi geldiğimiz noktada, değerli arkadaşlarım, öyle bir manzara var ki, artık toplumsal servet vakıf yoluyla özelleştiriliyor, tam tersi yapılıyor. Osmanlı ile bunların farkı budur. Osmanlı, vakıfla hizmet yapmıştır, imar yapmıştır, sosyal katkı vermiştir, eğitim yapmıştır, sağlık yapmıştır; bunlar toplumsal kaynaklardan eğitimden, sağlıktan, imardan, yatırımdan alıyorlar, çalıyorlar, sonra şahsi hesapları için harcıyorlar. Vakfı tersine döndürdüler bunlar değerli arkadaşlarım. Bunu genel olarak söylüyorum, vakıf manzarası budur şu anda Türkiye’de. Şimdi, yine bir vakıf kurmuşlar. Kuranlar siyasetçi, kuranlar Türkiye ne olmalı konusunda iddia sahibi, ama vakıf kuruyor. Vakfa bakıyoruz, vakıfta kimler var; Ömer Dinçer var, Başbakanlık Müsteşarı. Vakıfta kimler var, bakıyoruz, Recep Tayyip Erdoğan var, daha Başbakan falan değil, belki belediye başkanı da değil o aşamada. vakıfta Abdülkadir Aksu var, Ali Coşkun var, Cemil Çiçek var, Hasan Kalyoncu var, Bilal Şahin var, Hüseyin Kalyoncu var, Kalyon İnşaat. Şimdi, bunlar bir vakıf kurmuşlar, sonra bu vakıf kendi içinden bir inşaat şirketi oluşturmuş, MVM bu inşaat şirketinin adı, sonra İstanbul’daki ihaleleri bu vakıf listesinde yer alanlar taksim etmişler, ayarlamışlar hangi iş kime verilecek, hangi ihaleyi kim alacak.
Mesela, 100 trilyon kadar bir ihale buradan geçmiş İstanbul’da. MVM daima ön planda, Kalyon İnşaat ön planda, bunlar kendi aralarında bu iş tanzim etmişler. İhaleyi alıyorlar, aldıkları ihaleyi kendi iş makinesiyle, personeliyle, kadrosuyla gerçekleştirip tamamlamak yok böyle bir şey, onunla kim uğraşacak. Ne yapıyor? Yarı fiyata, aldığının yarı fiyatına birisine devrediyor.
Durduğu yerden bu değerli ideolog kadro, bu vakıf kadrosu, İstanbul Belediyesinin halka hizmet için ayrılmış olan kaynağını yarısını kendisi alıyor, geri kalan yarısıyla da işleri görsün diye aradaki bir taşeron firmaya bu iş bırakılıyor. Sonra ne oluyor? Ondan sonra Dilara olayı oluyor. İstanbul’daki inşaatlar sırasında kaza ile inşaatla doğrudan ilgili, dolaylı ilgili kaybedilmiş insan sayısı bir rekordur değerli arkadaşlarım. Hiçbir dönemde geçmişte bu kadar çok kaza, bu kadar büyük can kaybı İstanbul’da yaşanmamıştır. İnsan hayatı ucuzlamıştır, herkes parasını alıp çıkmaya yönelmiştir.
İstanbul’da Dolmabahçe’de bir ofis ayarlandı, Sayın Başbakan o ofise yerleşti. İstanbul Belediyesini de o yönlendiriyor, o yönetiyor, zaten yıllarca belediye başkanı olarak kendisi orada idi, ondan sonrada arkadaşları orada. Şu anda da atılacak her adım Başbakanın onayıyla atılıyor, hangi iş kime verilecek, nasıl verilecek. Şimdi, böyle bir tezgâh, bu tezgâhın içinde de yaşanan bu acı olaylar.
Değerli arkadaşlarım, bakın bir İstanbul sorunuyla Türkiye karşı karşıya. Bunu bu kürsüde de zaman zaman dile getirdik. İstanbul’da çok acı olaylar yaşanıyor. İstanbul sahipsiz, İstanbul’da ciddi alt yapı yatırımı yapılmıyor. İstanbul’un ulaşım sorununa gerçekçi çözümler ortaya koyup uygulanmıyor. Metro taa 15 yıl önceki haliyle aşağı yukarı duruyor, hiçbir ciddi adım atılmış değildir. İstanbul gibi bir kentte metro sorunu çözülmeden ciddi hiçbir şey yapılmaz. Bir yandan kaynak yok, para yok diyorlar, bir yandan İstanbul’a verilen kaynakların yarısı eşe dosta bu şekilde kaptırılıyor. Bu kuruluş, bu birlik Vakfı İnşaatı sadece İstanbul’da değil, Ankara’da da söz sahibi, Ankara’da da yapılan işler yine bunların aracılığıyla gerçekleştiriliyor. Bütün bunları bu vesileyle bir kez daha tespit ettik, bir kez daha gerçek ortaya çıktı.
Değerli arkadaşlarım, bakın kısa bir süre önce burada ben, Aralık ayının sonlarında, İstanbul’da imar planı değişikliğiyle nasıl büyük yanlışlıkların yapıldığını, İstanbul’daki arsaların emsalleri artırılarak, daha yoğun bir inşaata davetiye çıkarılarak, orada alt yapı yetersizliğinin, ulaşım ve trafik sıkıntılarının nasıl yaratıldığını anlatmıştım ve çok çarpıcı olduğunu düşündüğüm bir örnek vermiştim. Çocuk Esirgeme Kurumuna ait 90 dönümlük bir arsa ki, İstanbul’un Karşı tarafında tek parça en büyük arsa, en kıymetli arsa. Bu arsayı Çocuk Esirgeme Kurumu yıllarca değerlendirmek istedi, belediye izin vermedi. Onun üzerine bu arsayı 120 trilyona sattı Çocuk Esirgeme Kurumu. Alanlar geldiler belediyeye, derhal emsaller artırıldı, bodrumlar hariç üç emsal verildi ve bunun çok yakışıksız olduğunu, çok yanlış olduğunu, çocuğa bakışı yansıttığını, İstanbul rantına yönelik anlayışı yansıttığını, nasıl büyük bir yolsuzluk kapısının açıldığını burada ifade ettik. Şimdi, en son geldiğimiz noktada öğreniyoruz ki, 120 trilyona Çocuk Esirgeme Kurumundan alınan bu arsa, şimdi Avustralyalı bir firmaya ki, o firmanın içinde arkasında kimler var daha bilmiyoruz, 220 trilyona birkaç ay sonra satılmıştır. Birkaç ay içinde, Aralıkta konuştuk, şimdi Şubatın içinde satışın yapıldığını öğreniyoruz. İki, iki buçuk ay içinde 100 trilyonun üzerinde bir kaynak bu operasyonla birilerinin cebine konmuştur ve bunu yapan da AKP iktidarıdır ve bunun mağduru da halkımızdır, İstanbul halkıdır, Çocuk Esirgeme Kurumundan medet uman yoksul ailelerimizin çocuklarıdır ve bütün toplumumuzdur.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye’deki manzara bu, maalesef. Bu manzara içinde TOKİ aracılığıyla bu operasyonun yapıldığını da hatırlatmalıyım, TOKİ bu operasyonu gerçekleştiren kuruluş olarak görev yapıyor.
Değerli arkadaşlarım, bir yandan bu manzaralar, bir yandan da bugün elimize gelen bir ajans haberi, Mersin’de 5 çocuklu bir ailenin annesi, babası, yeni doğan çocuklarıyla ilgili olarak hastanede imzaladıkları senet dolayısıyla cezaevine sokulmuşlardır. Bütün aile ıstırap içinde, Mersin’de bu acı olay bugünün haberi olarak önümüze geldi. Yarın herhalde gazetelerimizde, medyamızda da buna tanık olacağız, bunu göreceğiz. Bir yandan çocuklarını doğum evinden senet imzalayıp karşılığını ödeyemedikleri için cezaevine sürüklenen annelerin, babaların yaşadığı Türkiye, öbür yandan hükümet-TOKİ-İstanbul Belediyesi, bir aşamada 100 trilyonu alıp götüren bir tezgâh, öbür tarafta yine 100 trilyonlarca lirayı ihale ayrıcalıkları yoluyla elde eden vakıf üyeleri ve bunun oluşturduğu Türkiye tablosu.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye bu manzaralarla karşı karşıya, ama çok önemli konular ve sorunlar da bizi kuşatıyor, bizi sıkıştırıyor. Geride bıraktığımız günlerde bu çerçevede çok ciddi yeni tartışmalara tanık olduk. Yani, Türkiye’nin kimliğinin, anayasal temellerinin, devlet olarak varlığımızın, özümüzün sürekli bir tartışma, çekişme konusu haline dönüştürüldüğüne bir kez daha geride bıraktığımız haftada tanık olduk. Sanki Türkiye’nin önünde konuşacağı konular, sorunlar yokmuş gibi, Türkiye’ye dışarıdan çok büyük haksızlıklar yapılırken, çok ciddi tehlikeler, tehditler Türkiye’nin üzerine doğru gelirken, Türkiye’nin içinde bir fitne yaratılmak istenirken, bir kardeş kavgasının zemini Türkiye’de hazırlanırken göz göre buna hepimiz tanık olurken, böyle bir ortamda birdenbire yeni bir tartışmanın gündeme getirildiğine tanık olduk. Türkiye Anayasal modelini artık tartışmalı mıdır tartışmamalı mıdır, eyaletler modeline Türkiye geçmeli midir geçmemeli midir, bu konuda geç mi kaldık, gidiş hangi doğrultudadır, ne yapmamız lazım birdenbire Türkiye’nin önüne bu konu getirildi.
Değerli arkadaşlarım, bakıyorum dünyada durmuş oturmuş ülkelerin hiçbirisinde böyle bir tartışma yaşanmıyor. Hindistan’ından İngiltere’sine kadar, Fransa’sından Çin’ine kadar hiçbir ülkede anayasal rejimle ilgili, hele ülkenin kendi içinden kaynaklanan, biz böyle yapalım, böyle yapalım diye durduk yerden kendi başına dert açar gibi açılan bir tartışma yok, İngiltere yüzlerce yıldır bir monarşi olarak idare ediliyor. Kralı bir monarşi, parlamenter bir monarşi olarak gidiyor, kimse de yahu bunlar eskidi, bunları değiştirmek lazım, artık kraliyetin zamanı mı kaldı ya da işte başka bir modele geçelim, böyle bir şey yok. Onların da maruz kaldığı ciddi sorunlar var, sıkıntılar var, ama hiçbirisi böyle bir tartışmayı kendi kendisine açmıyor. Hindistan, dünyanın en çok etnik parçalanmasına maruz bir sosyal yapı, yığınla dil, onlarca dil orada konuşuluyor, ama hiçbir zaman birisi çıkıp da şunu yapalım, bunu yapalım demiyor. Taa 1940’lardan beri Keşmir sorunu var olmaya devam ediyor. Ya bu sorundan bıktık artık, bunu kesip atalım diyen bir Hintli çıkmıyor. Onlar kendi sorunlarından bunalmıyorlar, kendi sorunlarından bıkıp bir çare arayalım diye bir yola girmiyorlar, ilkelerini, politikalarını kararlılıkla sürdürüyorlar. Çin aynı şekilde, bütün dünya böyle. Türkiye’de biz, bir türlü huzurumuzu, barışımızı, güvenliğimizi sağlayan anayasal modelimizi içimize sindirmiş değiliz. Her gün anayasa ile ilgili bir tartışma, bir arayış.
Değerli arkadaşlarım, Türkiye, bu coğrafyada uluslaşma sürecini, bir ulus olma, bir millet olma mücadelesini sürdürmekte olan bir ülke. Biz bir imparatorluğun sonucunda bir ulus devlet olduk, bir milli devlet olduk. Milli devlet olduk demekle milli devlet olunmuyor. Bu devletin içinde birbirinden farklı geleneklerden, göreneklerden, inançlardan, etnik kimliklerden gelen insanlar var. Bu insanları bir millet olarak biz toparlamaya çalışıyoruz, bütünlemeye çalışıyoruz. Niye bütünlemeye çalışıyoruz? Bırak ayrı ayrı duruversinler! Ayrı ayrı duruverirlerse, burada barış olmaz, burada huzur olmaz, burada kardeşlik olmaz. Buraya derleyip toparlamak ve bütünleştirmek lazım. Bunu sağlamanın yolu, bu devleti kuranlar tarafından düşünülmüş ve adı da konulmuş, adı Atatürk milliyetçiliğidir, Atatürk milliyetçiliği. (Alkışlar)
Yani, ırk milliyetçiliği değil, mikro milliyetçilik değil, etnik milliyetçilik değil, toparlayıcı, bütünleyici milliyetçilik. Milliyet, insanlar arasındaki ilişkinin ulusal düzeyde ifadesidir. Onun altında insanlar arasındaki ilişkinin, bağların kurulduğu daha alt düzey ilişkileri vardır. Hısımlık, akrabalık, sülale, aşiret, kabile, etnik kimlik, mezhep kimliği bütün bunlar toplumsal yaşamın birer parçasıdır, bunların hepsi vardır, ama biz sadece meydanı onlara bırakırsak, sadece kendimizi aşiretimizle, kabilemizle, etnik kimliğimizle, mezhebimizle tanımlama noktasında kalırsak, burada bir beraberliği sağlayamayız. Bu coğrafyada birliği, beraberliği sağlayamayız. Birliği, beraberliği ancak herkesin ailesine, sülalesine, aşiretine, kabilesine, soyuna sopuna saygı gösterirken, biz, burada bir milletiz demekte buluyoruz, bir milletiz. (Alkışlar)
Bunu başarabilirsek Türkiye’de, Anadolu coğrafyasında, bu güç coğrafyada barış var; bunu başarırsak kardeşlik var, bunu başarırsak refah var, kalkınma, zenginleşme bunu başarırsak var. Demokrasi bunu başarırsak var, bunu başarırsak Türkiye’nin önü açık. Bu doğrultuda büyük mesafe aldık. Büyük yakınlaşma, büyük beraberlik gerçekleştirdik. Güçlüklerimiz yok mu? Var. Ama, o güçlükler aşılması gereken güçlüklerdir. O güçlükleri aşabiliriz, aşacağız, aşmak zorundayız. Eğer bu mücadeleyi başarıya ulaştıramaz, bu Anadolu’da bu seksen küsur yıllık mücadeleden sonra arkamızda altı yüz yıllık bir tarih bulunduğu halde, bir millet olarak ortaya çıkmayı başaramazsak korkarım, işte o zaman Anadolu coğrafyası da Orta Doğu coğrafyasına döner. Dönmesin, dönmesin…(Alkışlar) Bunu önlemenin yolu, burada ulusal bir beraberliği sağlamak, ulus düzeyinde hepimizin eşitliğini, kardeşliğini, beraberliğini kendi inançlarımıza, kimliğimize saygı gösterirken gerçekleştirmeyi başarmak. Kökü ne olursa olsun, ister Arap olsun, ister Kürt olsun, ister Çerkez olsun, ister Gürcü olsun, ister Arnavut olsun, ne olursa olsun, hepimiz Türk milletinin parçasıyız, kendimizi Türk milletinin parçası saymalıyız. (Alkışlar)
Buradan biz bir millet çıkarmak istiyoruz. Hayır, buradan birkaç millet çıkaralım denildiği anda buranın huzuru kaçar. Kaçmasın. Kaçarsa kötü olur, herkes için kötü olur, herkes için kötü olur. Ne kalkınma olur, ne demokrasi olur, ne barış olur ve bunu haklı kılacak hiçbir dayanak yok. Bu, bizim hesabımız olamaz, burada yaşayan insanların hesabı olamaz. Burada huzur ve mutluluk içinde yaşamak isteyen hiçbir kimsenin, ister Arap olsun, ister Kürt olsun, ister Gürcü olsun, ister Çerkez olsun hiçbirimizin hesabı bu olamaz, hepimizin hesabı birlikte, bütünlükte. (Alkışlar)
Şimdi, biz bunu başarmaya çalışıyoruz. Çok mesafe almışız ve başaracağız. Bunun gerektirdiği belli dikkatler var, belli gayretlere ihtiyaç var, bunları gözeterek günümüze geliyoruz. Bu bizim işimize geliyor da, bazılarının işine gelmiyor. Bu herkesin işine gelmiyor. Birileri bunu istemiyor. Türkiye büyük coğrafya, Türkiye büyük güç, Türkiye’den, buradan böyle bir ulus devletin çıkması ve oturması, buranın sözünü Türkiye’de böyle bir ulusun söyler hale gelmesi birilerinin hesabını, çıkarını ciddi olarak rahatsız ediyor ve olay budur değerli arkadaşlarım. Bizim hesabımız değil bu. Türkiye’de yaşayan ne Kürt’ün ne Arap’ın hesabı bu değil; bu, kendi büyük hesabı içinde Orta Doğu’yu bir satranç tahtası gibi görüp petrol pazarlığında onu bunu piyon diye kullanmak isteyenler, Orta Doğu’yu benzettikleri gibi, Irak’ı benzettikleri gibi acaba Türkiye’yi de benzetir miyiz diye gayret gösteriyorlar. Bu yanlış. Bu, bizim hesabımız değil, onların hesabı. (Alkışlar)
Türkiye’de birileri de, demokrasi budur, insan hakları budur, Avrupa Birliği budur diyerek bu sürece tempo tutuyor, alkış tutuyor, destek veriyor ve bu sürece karşı çıkanlara, vay siz demokrasiye karşı çıkıyorsunuz, insan haklarına karşı çıkıyorsunuz, sosyal demokrasiye karşı çıkıyorsunuz, Avrupa Birliğine karşı çıkıyorsunuz diye suçlamaya çalışıyorlar. Bu oyunları biz çok iyi biliyoruz değerli arkadaşlarım, bu oyunlara Türkiye’nin kurban edilmemesi lazımdır. Bunu hep beraber başarmak zorundayız. Türkiye üzerinde oynanan bu oyunları etkisiz kılmak zorundayız. Canım, nereden çıkarıyorsun? Ne biçim şeyler bunlar? Paranoya, kimse kimseyi bölmüyor, yok böyle bir şey, herkes birbirini demokratikleştirmeye çalışıyor.
Eskiden ilericilik sosyal ve ekonomik sorunların çözülmesiydi, yoksulun yoksulluktan kurtarılması, aç olanın karnının doyurulması, kimsesize sahip çıkılması, herkese eğitim olanağının verilmesi, sağlık olanağının verilmesi ilericilik bu idi. Şimdi, ilericilik ne oldu? Senin mezhebin ne? Senin etnik kökenin ne? Sen dilini konuşabiliyor musun? Sana hak vermek lazım, ilericilik bu hale getirildi. Bu yanlış, bu dünyayı kendi hesabına göre yönetmek isteyenlerin oyununa gelmek, bunu ilericilik olarak kabul etmiyoruz. (Alkışlar) Gerçek ilericilik sosyal ve ekonomik sorunların çözülmesidir, buna katkı verilmesidir, insanların önünün açılmasıdır, insanların istikbalinin açılmasıdır, insanların her birisinin en iyi şekilde eğitim görmesi olanağının sağlanmasıdır. Yani, etnik konu çıktı mı bütün dünya ilgili, herkes koşuyor geliyor. Ya burada yoksulluk var, yardımcı olun şuraya bir hep beraber bir proje koyalım, birlikte bir alt yapı getirelim, bir istihdam olanağı sağlayalım. Geç onu canım, böyle şey olur mu? İşin özü bu değerli arkadaşlarım. Şimdi, Türkiye’de biz, böyle bir duyarlığın ülkemizde egemen olması gerektiğine inanıyoruz, bu duyarlığı ayakta tutmaya çalışıyoruz. Bunun çok yapıcı, çok olumlu bir yaklaşımı ortaya koyduğunu biliyorum. Bizim milliyetçiliğimiz Atatürk milliyetçiliği, bütünleyici milliyetçiliktir, ayrıcı milliyetçilik değildir, husumete dayalı milliyetçilik değildir, birisine karşı konuşlanmış bir milliyetçilik değildir, kendimiz için konuşlanmış bir milliyetçiliktir. Kimseye karşı değiliz, kimseye düşmanlık temelinde bir milliyetçiliğimiz yok. Bizim birbirimize sahip çıkma, birbirimizi kucaklama, birbirimizle kaynaşma, bütünleşme ve beraberliğimizi gerçekleştirme anlamında bir milliyetçiliğimiz var. (Alkışlar) Ve olumlu olan, gerekli olan da budur. Böyle bir milliyetçilik Türkiye’nin önünü açar, Türkiye’yi ileri götürür, Türkiye’yi zenginleştirir ve Türkiye’de demokrasi ancak böyle bir ilericilik temelinde, böyle bir milliyetçi ilericilik temelinde kurulabilir diye düşünüyorum.
Değerli arkadaşlarım, bakınız bu tartışmayı birileri ortaya attı. Yani, neydi önemli olan biliyor musunuz? Bu tartışmayı kimin ortaya attığından çok, böyle bir tartışmayı yapma hevesinin Türkiye’de ne kadar pek çok çevrenin gönlünde yattığının ortaya çıkmasına vesile vermesi. Gördük ki, herkes dökülüverdi ortalığa, yani bir türlü Türkiye’yi eyaletlere bölelim falan diyen yoktu, çıkmıyordu, ama bu laf çıkınca bir baktık ne heveslisi varmış bu işin. Konuşamıyorlarmış, birisi çıksın, birisi bu lafı açsın diye bekliyorlarmış. Birdenbire dökülüverdi herkes ortalığa, tablo görüldü, millet de bunu ibretle tespit etti. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, şimdi, bir zat, Türkiye’ye akıl veriyor. Diyor ki “artık eyalet tartışması yapalım.” Kıyamet kopunca Türkiye’de “canım, ben onu söylemek istemedim. Ben, bölge valilikleri kurulsun” dedim diyor. Bir yandan onu derken de aynı anda, “herhalde birisinin cesaret edip bunu söylemesi gerekirdi” diyor. Peki cesaret edip söylenecek olan bölge valiliği kurma işi mi? Bölge valiliğini kurma işini söylemek için cesarete ihtiyaç yok, zaten konuşuluyor, Türkiye’nin gündeminde, cesarete ihtiyaç olan Türkiye’yi bölmeye götürecek olan bir eyalet sistemini önermek, o cesaret ister ve sen o cesareti gösterdin ve şimdi ne onu böyle “ben onu söylemedim, bunu söyledim” diye toparlamaya çalışıyorsun, samimi olmak lazım.
Değerli arkadaşlarım, bakınız bu kişi, Türkiye’yi ilk kez kurtarmıyor. Türkiye’nin geleceğe yönelik kurtuluş projesi olarak eyalet sistemini önerdi. Bunun geçmişte de böyle Türkiye’yi kurtarma sabıkaları vardır. Daha önce de bir Türkiye’yi kurtarmaya çalıştı, biliyorsunuz. (Alkışlar) Onun ayrıntılarına girmiyorum, bütün Türkiye tanıktır o işe. Yalnız o kurtarma girişiminin Türkiye’ye verdiği çok ağır bir tahribatı dikkatinizi çekmek istiyorum. Söylenecek çok şey var tabii, onlara girmiyorum, onları hepimiz yaşadık, hepimiz biliyoruz, ama o Türkiye’yi kurtarırken öyle bir şey yaptı ki, Türkiye’ye en büyük zararı verdi. Nedir o biliyor musunuz? Siyasi partileri kapattı. 12 Eylül askeri müdahalesinin insanlara çektirdiği acılar, yaşanan işkenceler, Türkiye’de PKK ile mücadele edeceğiz diye Hizbullah’ın himaye edilmesi, bunun gibi çok ağır yanlışların yapıldığı açık bir gerçektir, bunları biliyoruz, onlara girmiyorum, ama bu söylediğim, yani 12 Eylül’de Türkiye’yi kurtaracağım diye Türkiye’nin tarihi içinde şekillenmiş, toplumun her köyüne, mahallesine, mezrasına kadar uzanmış çok sağlam bağlılıklar geliştirmiş, dayanışmalar geliştirmiş, yıllar boyunca sürdürülmüş kuşaktan kuşağa ve bütün ülkeyi bir ağ gibi bütünleyen kendi çapında Demokrat Parti bir türlü, Demokrat Parti, Adalet Partisi , Cumhuriyet Halk Partisi bir türlü olmak üzere temel partilerini kapattım deyip Türkiye’de Anadolu coğrafyasını kendi başına boynu bükük öksüz, sahipsiz, korunaksız bırakmış olması, arkasından yaşanan bu acı olayların altında yatan temel nedeni oluşturmuştur. O, kendi kişisel kızgınlığı ve tepkisi ve nefretiyle, siyasetçi husumetiyle bunları susturacağım diye kapatmış bütün siyasi partileri kendi başına aldığı kararla kurtaracağım Türkiye’yi diye. Ne oldu kurtardı? Kapattığı partilerin genel başkanlarının tümü Türkiye’de söz sahibi oldular, Türkiye’yi daha sonra cumhurbaşkanı olarak, Başbakan olarak, Meclis Başkanı olarak yönettiler. Türkiye yıllarını kaybetti, bir on yılı bu şekilde kaybetti, ama o arada bir şey oldu, Türkiye siyaseti dağıldı. Tespihin imamesini koparıverdin, sonrada toparlayamadın. Türkiye siyaseti paramparça oldu. Sıfırdan kurmaya çalışıyoruz partilerimizi, tekrar bir gelenek oluşturmaya çalışıyoruz. Bütün Türkiye’de bir sağlam kimlik, ülkeyi, devletin ötesinde, sosyolojik olarak bütünleyecek bir kimliği bütün Anadolu’da gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Hâlâ bununla uğraşıyor Türkiye siyasetçileri. Senin berbat ettiğin, bozduğun ulusal birliği, Türkiye siyaseti kendisi kurmaya çalışıyor. (Alkışlar) Parlak bir fikir, kapattı partileri, ne oldu? Ne oldu kapattın da? Onun muhasebesini bir yaparsak, çok ağır bir sorumluluk doğurduğunu sen de görürsün. Yanlış olmuştur, yazık olmuştur. Hep böyle bir fikir aklına geldi, aklına o fikir geldiği zaman elinde kudret de vardı, uygulayabiliyordu, kolayca yıkarsın partileri, kapatırsın, bastırırsın, bir üç yıl, beş yıl, sekiz yıl, on yıl bunu böyle taşıdın mı artık Türkiye partisiz, sahipsiz darmadağınık bir hale gelir. Şimdi, ondan sonra da Türkiye siyaseti nasıl toparlanacak diye hepimiz uğraşıyoruz, nasıl Türkiye siyaseti toparlanacak diye. Sen, çözmeye kalktığın sorunla çok daha ağır bir sorunu Türkiye’nin önüne getirdin koydun. Aynı şekilde yine Türkiye’yi, elinde imkân varken çok önemli bir olanaktan nasıl yoksun bıraktığını bu vesileyle hatırlatmam gerekiyor. Yunanistan, biliyorsunuz askeri cunta döneminde NATO’dan ayrılmıştı. Yunanistan’ın NATO’ya dönmesi Türkiye’nin elinde olağanüstü önemli bir güç verilmesini sağlamıştı, bir veto gücümüz var NATO içinde, onun girişi konusunda ve bunu Türkiye’ye yönelik haksızlıkların düzeltilmesi için kullanma olanağımız var. Türkiye’ye yapılan pek çok haksızlık var, fır hattı haksızlığından tutunuz, Ege’deki komuta alanlarının dağıtılmasındaki haksızlıktan geçiniz, Kıbrıs sorunundan Türkiye’nin Avrupa Birliğine girişinin engellenmesine kadar, Ege sorununa kadar her konuda Türkiye’ye Yunanistan’ın pozisyon üstünlüğünden kaynaklanan yaptığı haksızlık var. Bakın şimdi Yunanistan Avrupa Birliğinde, ama Türkiye’ye ne kadar sıkıntı yaratıyor. Biz NATO’dayız, bizim kararımıza bağlı, bunun ciddi pazarlığa oturtulması lazım, Türkiye’nin önündeki konu, Türk diplomasisi bunu böyle götürüyor. 12 Eylül’den çok kısa bir sonra birdenbire gördük ki, NATO Müttefik Kuvvetler Komutanı General Rogers, Kenan Evren’le bir araya geldi ve ona dedi ki “Merak etme, sizin bütün bu şikâyetlerinizi ben hallederim.” “Halleder misin?” dedi Sayın Evren. O da “asker sözü” dedi. “Peki, asker sözüyse, olur” dedik ve vetoyu kaldırdık, Yunanistan NATO’ya döndü. Yunanistan NATO’ya döndükten sonra, yani önce Ege’deki sorunlar çözülsün, sonra Yunanistan dönsün, Türkiye’nin AB konusu aşılsın ondan sonra dönsün bunların hepsinden vazgeçtik, tekrar taraflı bir kararla teslim ettik ve bundan sonra, Yunan Başbakanı Railis dedi ki, Türkiye’ye karşı diplomatik bir zafer elde edilmiştir.
Bu zaferi Yunanistan Başbakanı ilan ediyor. Bu zaferin mağlubu kimdir? Yazık değil mi Türkiye’ye? Ne hakla veriyorsun bunu? Ve Rogers iki yıl sonra kendisine “ya söz verdin, olmadı” denildiği zaman şunları söylemiştir: “Müzakereler sırasında Atina’ya gitmeme izin vermeyip kimi yolladılarsa onunla görüşmek zorunda kaldım. O görüştüklerim de şimdi hükümette değil, bu yüzden bir şey yapamıyorum” dedi. Asker sözünün hesabını bu cümleyle verdi. Şimdi, böyle parlak fikir ortaya atanların ülkeye ne kazandırdığını hatırlatmak zorundayız, böyle parlak fikirler doğrultusunda yola çıkanların. Komuta kontrol sahaları elimizden çıkmıştır, Fır hattı konusu eski durumuyla aynen devam etmektedir, Kıbrıs konusunda Türkiye’nin AB ile ilişkileri konusunda, Ege konusunda hiçbir avantaj sağlanmamıştır ve hepsi masa başında “haa, hiii” diye kaptırılmıştır değerli arkadaşlarım. Tabiî, hiç şüphe yok, yine kısa bir süre önce Kıbrıs müzakerelerinin kritik bir aşamasında birdenbire Marmaris’ten bir ses yükseldi, hatırlayacaksınız, dedi ki, “Biz bu Maraş’ı Rumlara vermek üzere aldık zaten, verebilirsiniz onu, vermek mümkündür, verin” dedi durduk yere. Şimdi, bu zat, bize “Türkiye eyalet sistemine geçsin” diyor. Nereden çıkardın eyalet sistemini? Yani, eyalet sistemine geçersen eyalet sisteminde, yani Türkiye bir milli politikasını oturtamadı daha, bir yerdeki bütün devlet memurları o eyaletin kendi içindeki memurlarıyla oluşacak. Yani, parçalanmaya başlayacağız. Herkes kendi içinde memur atayacak, eğitim politikasını orası kendisi belirleyecek. Değerli arkadaşlarım, bu eyalet sistemini, yani biz, fetret dönemini mi özledik? Yani, Osmanlı’nın kuruluş öncesinde Selçuklu zamanında yaşanan şehzadelerin her birisinin Anadolu’nun bir köşesinde bir beyliğe hükmettiği, herkesin birbiriyle çatıştığı, büyük savaşların yaşandığı, kanların aktığı, yoksullukların, acıların yaşandığı fetret dönemini mi özledik? Biz, Anadolu’nun birliği… Bütün dünya birlik gerçekleştirmeye çalışıyor, İtalyanlar İtalyan birliğini kurdular, Almanlar Alman birliğini kurdular, şimdi Avrupa kendi birliğini kurmaya çalışıyor, biz, Türkiye’yi eyaletlere nasıl böleriz ve bu nasıl ilerici bir fikirdir bunu konuşmaya çalışıyoruz. Eyaletlere ayrıldığımız zaman Anayasanın temel ilkeleri, laik, demokratik bir hukuk devleti, sosyal bir hukuk devleti anlayışı her eyalet düzeyinde ayrıca mı savunulacak? Her eyalet düzeyinde laikliği savunacağız, hukuk devletini savunacağız, sosyalliği savunacağız ya da savunmayıverelim canım, onlar da kendine göre işlesin mi diyeceğiz?
Değerli arkadaşlarım, yani efendim onu demedi. Neyi dedi? Bölge valiliği dedi. Niye bu kıyamet kopuyor o zaman? Bu kıyamet niye kopuyor? O zaman niye cesaret gösterdi? Birisinin cesaret göstermesi lazımmış, o cesareti de o göstermiş. Bölge valiliği için cesarete mi ihtiyaç var? Bunlar, değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin ve dünyanın, bölgenin bu ortamında Irak’ta insanlar birbirini öldürürken mezhep diyerek, etnik kimlik diyerek, sen-ben diyerek, ayrı ayrı bölgeler oluşturacağız diyerek, petrol senindi benimdi diyerek birbirini öldürdüğü bir ortamda Türkiye’de bu yapılacak teklif midir Allah aşkına?
Değerli arkadaşlarım, tabii asıl acı olan, bu teklifler atılıyor da, Türkiye’de iktidardan ses yok, iktidardan bu tablo karşısında hiçbir açıklama, hiçbir değerlendirme yok. Başbakan bu teklifi, zaten kendisi yapmış, kendisinin yıllar önce bu öneriyi yaptığını hepimiz çok iyi biliyoruz. Başbakandan, iktidardan, bu konuda hiçbir teklif, hiçbir değerlendirme yok, meydan boş bırakılmış, bu teklife karşı boş bırakılmış, Barzani’ye karşı boş bırakılmış, Talabani’ye karşı boş bırakılmış, Kerkük-Diyarbakır eşitliği kuranlara karşı boş bırakılmış, devlete meydana okuyanlara karşı boş bırakılmış, herkesin aklında bir şey var, Çankaya’yı nasıl alırız? Çankaya’nın dışında hiçbir şey Türkiye’de iktidarı ilgilendirmiyor.
Değerli arkadaşlarım, bu ortamda dış politikayla ilgili zaman zaman ilginç değerlendirmeler, açıklamalar yapılıyor. Dışişleri Bakanı geçen gün çıktı dedi ki, “İran’a yönelik bir askeri harekât söz konusu olunca, Türkiye’den hiçbir komşu ülkeye askeri saldırı yapmayız, yaptırtmayız, geçmişte de böyle bir şey olmamıştır” dedi. İran’a yönelik bir askeri harekât konusunda güven verici bir açıklama, kararlı bir açıklama, ama tabii insanın aklına, sen, 2003 1 Martında Irak’a, Türkiye’den asker askeri harekât yapalım diye tezkere hazırlayan hükümetin başbakanı değil misin demek geçiyor. O zaman sen, Irak’a askeri harekâtı teklif ediyordun. Cumhuriyet Halk Partisinin öncülüğünde bunu Türkiye Büyük Millet Meclisi bunu engelledi. Engelledikten sonra da şimdi Başbakan “niye engelledik” diye şikâyet ediyor. Diyor ki Başbakan. “Keşke 1 Mart tezkeresi engellenmeseydi, Meclisten geçseydi de, biz de koalisyon güçleri içinde Irak’a müdahale eden uluslararası koalisyon güçleri içinde biz de keşke yer alsaydık” diyor.
Yani, bir ülkeyi yöneten insanın, kendi yönetim dönemiyle ilgili bu kadar gerçeklerden uzak, gerçeklere ters bir değerlendirme yapıyor olmasını anlamak kesinlikle mümkün değildir. Yani, Türkiye’ye sanki 2003 askeri harekâtı sırasında gelin, siz de koalisyon güçleri içinde yer alın, birlikte askeri harekât yapalım diye bir teklif yapılmış da, tezkere, sanki bunu öngörüyormuş da, Meclis bunu reddetmiş gibi açıklamalar yapıyor. Yapan kim? Başbakan. Senin imzanla Meclise gelen tezkerede, Türk askerinin Amerikan askeriyle birlikte Irak’ta operasyon yapmasına yönelik hiçbir talep yoktu.
Sadece bir talep vardı, Amerikan askerlerinin Türkiye’nin Güneydoğusuna 65 bin askerin yerleştirilmesi, 250 helikopterin ve uçağın oraya yerleştirilmesi ve bütün cephanenin, askeri malzemenin oraya yerleştirilmesi öngörülüyordu. Türkiye’nin açılmasına yönelik, komşu ülkelere saldırı yapmak üzere açılmasına yönelik bir tezkere idi, sanki bu tezkere böyle bir tezkere değilmiş, Irak’a Amerika ile birlikte askeri harekât yapmamız söz konusuymuş, Amerika bize, gelin birlikte Bağdat’a girelim, Kerkük’e girelim, Basra’ya girelim demiş ve hükümet de bunun tezkeresini hazırlamış Meclis de bunu reddetmiş gibi konuşuyor.
Gerçeklerle hiç ilgisi yoktur. Acı olan tabii, Başbakanın ne zaman ne yaptığının kendi dünyasında bir önem taşımadığını anlıyoruz. O anda esen rüzgara göre kendisinden ne isteniyorsa onu yapıyor geçiyor, sonra da geçmişe yönelik olarak o konuda birbirinden farklı değerlendirmeler, yorumlar yapıyor. Tabii acı ve üzüntü verici olay da, Türkiye’de bu anlayıştaki bir insanın Türkiye’nin Irak politikasıyla ilgili çok önemli bir konuda Genelkurmay Başkanının yaptığı açıklamayla ilgili olarak “bu onun şahsi görüşüdür” demiş olması.
Değerli arkadaşlarım, düşünebiliyor musunuz Türkiye’nin Başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanının Kuzey Irak’la ilgili bir önemli açıklamasına, yani Kuzey Irak’taki yöneticilerin PKK’yı himaye ettikleri, PKK’yı destekledikleri ve bu devam ettiği sürece kendisinin onları muhatap alıp onlarla görüşmeyeceği açıklamasına yönelik olarak Başbakan çıkıyor diyor ki, “Bu, Genelkurmay Başkanının şahsi düşüncesidir, kurumsal düşüncesi olamaz, eğer kurumsal düşünce olursa kaos çıkar” diyor.
Değerli arkadaşlarım, bu lafın çok ciddi irdelenmesi lazım. Yani, bir Genelkurmay Başkanının kendi sorumluluğuyla ilgili, ülke güvenliğiyle ilgili böyle önemli bir konuda yaptığı açıklamanın şahsı düşünce olduğunu söylemek ne demektir? Senin bu düşünceni yanındaki komutanlar benimsemiyor demektir. Senin bu düşünceni Silahlı Kuvvetlerin kademeleri benimsemiyor demektir. Türk Silahlı Kuvvetleri bir kurum olarak, senin bu düşüncenin yanında değildir demektir. “İyi ki böyledir” diyor, “böyle olmazsa kaos çıkar” diyor. Yani, Silahlı Kuvvetlerin komuta kademesi Genelkurmay Başkanından farklı düşündüğü için bu konuda kaos çıkmıyormuş, eğer Genelkurmay Başkanı gibi düşünüyor ise kuvvet komutanları ve Silahlı Kuvvetler, o zaman kaos çıkarmış. Kaos varda, kaos senin kafanda, kaos senin kafanda. (Alkışlar) Yani bir Genelkurmay Başkanın ifade ettiği düşünce onun şahsi düşüncesi ve böyle olması iyidir, Allah muhafaza, öyle bir şey olsa asıl felaket o zaman. Tabii Başbakanın bilmediği ve içine sindiremediği, özümseyemediği temel gerçek şu: Eğer Genelkurmay böyle söylüyorsa, hiç kuşku yok, bu Türk Silahlı Kuvvetlerinin değerlendirmesidir, düşüncesidir, anlayışıdır. Ne diyor onlar? “PKK’ya destek oluyor” diyor “Kuzey Irak’taki yöneticiler. Bu devam ettiği sürece ben” diyor, sana da bir şey söylemiyor “Silahlı Kuvvetler olarak onları muhatap almam. Sen görüşeceksen görüş kardeşim” diyor, “Ama, ben almam” diyor. “Çünkü, o, PKK’yı himaye ediyor” diyor. (Alkışlar)
Şimdi, sen, PKK’yı himaye edene çıkıp diyeceksin ki, “hayır onlar PKK’yı himaye etmiyor, yanlış biliyorsun” diyeceksin. Böyle bir şey duymadık, ama PKK’yı himaye ettiğinin belgesini Milli Güvenlik Kurulunda sana gösterdikten sonra sen çıktın “bu haberi yazanlar da, bu haberi yayanlar da vatan hainidir” diye ilan ettin. Yani, PKK’yı himaye ediyor olmasının, Kuzey Irak’taki yöneticilerin PKK’yı himaye ediyor olmasının belgesinin ortaya konulmuş olmasından huzursuz olsun, rahatsız oldun, tedirgin oldun bundan dolayı. Buna tepki gösterme ihtiyacını hissettin, hem de o kadar ölçüsüz bir tepki gösterdin ki, bu memleketin en temiz evlatlarına “vatan haini” diyecek kadar da vicdanını susturdun. (Alkışlar)
Ne oldu? Silahlı Kuvvetlerin görüşü ortada, “görüşmemek lazım” diyor. Sen görüşmek istiyorsun sen görüş, sana da istersen “görüş” dedi zaten. Senin çıkıp söylemen gereken şu: Eğer diyorsan ki, bu açıklama Silahlı Kuvvetlerin açıklamasıdır, bunu bir defa kabul edeceksin, Genelkurmay Başkanı söylüyor, Silahlı Kuvvetlerin düşüncesini aldım, kendilerine teşekkür ederim, onların düşüncesi daima benim için önem taşır. Bunu biz kendi aramızda elbette konuşuruz, değerlendiririz, ama Türkiye’de bu konuda karar alma yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Türkiye Büyük Millet Meclisi gereken kararı alır diyeceksin. (Alkışlar) Söylemen gereken bu. Böyle Silahlı Kuvvetlere kabadayılık yapar gibi bir havaya girmek yakışık almaz. Hukuk devletine, demokrasiye sahip çıkacaksın. Diyeceksin ki, yetki Türkiye Büyük Millet Meclisindedir, herkes düşüncesini söyler.
Bakınız, 1 Mart öncesinde bu tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalarla ilgili olarak Başbakan dedi ki geçen gün “Silahlı Kuvvetler, maalesef 1 Martta düşüncesini söylemedi. Eğer, o zaman söylemiş olsaydı, tezkere Meclisten geçerdi” dedi.
Şimdi, bir yandan Başbakan, Silahlı Kuvvetlerin düşüncesini söylemesi gerektiğini, o söylemediği için tezkerenin geçmediğini bir şikâyet konusu olarak söylüyor, arkasından şimdi düşüncesini söyleyen Silahlı Kuvvetlere de “sen karışma, o senin şahsi düşüncendir, sen konuşma” diyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?
Bu ne anlayış? Böyle bir şey olabilir mi? Bakın o zaman bize de söylediler. Biz, Türkiye, sakın ha müdahaleye topraklarını açmamalıdır dedik. Amerikan askerlerine Türkiye sınırını açmamalıdır dedik o zaman. Bize dediler ki, “Sen böyle söylüyorsun, ama Silahlı Kuvvetler kendi arasında karar aldı daha önceki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında ve dedi ki, bu olabilir, bunu kabul ediyoruz” dedi. “Ne diyorsun” dediler bana.
Ben dedim ki, Silahlı Kuvvetlerin bu konudaki düşüncesinin elbette önemi vardır, elbette karar alırken onları dinlemek lazımdır, ama kararı alacak olan siyasi otoritedir. Biz siyasetçi olarak söylüyoruz. Onların düşüncelerine saygımız var, ama bizim siyasi kararımız açıktır. Türkiye sınırları yabancı kuvvetlere açılmamalıdır, biz bu düşüncedeyiz dedik. (Alkışlar)
Ve bunu da Silahlı Kuvvetlere saygı anlayışı içinde söyledik. Onların düşüncesi olabilir, ama sorumluluk siyasi otoritede, siyasi otorite Türkiye Büyük Millet Meclisi bu konuda, Meclis söyleyecek. Bu kafa karışıklığı, maalesef geçen hafta da her vesileyle ortaya çıktı. Buna birkaç kez tanık olduk.
Başbakanın kafası sadece burayla ilgili olarak değil, Avrupa ile ilgili olarak da çok karışık. Diyor ki, “Biz Avrupa’daki sosyal demokratları yanımıza almayı başarıyoruz da, Türkiye’deki sosyal demokratları yanımıza almayı başaramıyoruz” diyor. Farkında değil, Avrupa’daki sosyal demokratları sen yanına almıyorsun, Avrupa’daki sosyal demokratlar seni yanlarına alıyorlar. (Alkışlar) Seni yanlarına alıyorlar, sosyal demokrat oldukları için değil, Avrupalı oldukları için alıyorlar. Hıristiyan Demokratları da alıyor seni, hepsi alıyor, Avrupalılar seni yanına alıyorlar. Seni alıyorlar, ama sosyal demokrat Cumhuriyet Halk Partisini yanlarına alamıyorlar, çünkü biz Türkiye’nin yararını düşünüyoruz, Türkiye’nin haklarını düşünüyoruz. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız hafta çok hareketli, renkli bir hafta oldu her bakımdan. Başbakan, Cumhuriyet Halk Partisine sık sık sataşma ihtiyacı içinde, boyuna bir şeyler bulmaya çalışıyor. Şimdi, son günlerde söylediği şeylerden birisi “Bunların çakılı bir çivisi mi var Türkiye’de?”
Değerli arkadaşlarım, söylenecek laf çok da, Başbakana şunu söylemek istiyorum: Senin bu iktidar döneminde sata sata bitiremediğin o eserlerin içinde, kendi yapıp tamamladığın bir tane var mı, bir tane? (Alkışlar) Kendi yapıp tamamladığı bir tane bile yok o sattıklarının arasında, hâlâ sata sata bitiremedi, onlarla durumunu idare ediyor. Sonra yine böyle ilginç sözleri var Başbakanın. Diyor ki “Türkiye bir korku krallığı olmayacak” diyor.
Değerli arkadaşlarım, devri iktidarında AKP’nin sokaklar yürünemez hâle geldi. Sokaklara insanlar korkmadan çıkamaz hâle geldiler. Sokaklarda korku egemen, insanlar işlerini kaybetme korkusu telaşı içinde. Hiç kimsenin gelecek güvencesi yok. Acaba, başıma ne gelir diye herkes kaygı ve korku içinde. Türkiye bölünür mü diye Türkiye’nin aydını, halkı, vatandaşı sürekli korku içinde. Sen, Türkiye’yi bir korkular, telaşlar ülkesi hâline getirdin. Türkiye’de insanlar her gün attıkları her adımın başlarına ne getireceğini bilemiyor. Böyle bir tabloyu yaratan bir insanın, çıkıp şimdi korku krallığı edebiyatı yapmaya hiçbir şekilde hakkı yoktur.
Değerli arkadaşlarım, biz, bu tablo içinde Türkiye’nin çok önemli bir tarihi sürece doğru gelmekte olduğunu görüyoruz. Türkiye’nin bu döneminde hepimizin yüksek bir sorumluluk duygusuyla Türkiye’ye sahip çıkmamız lazımdır. Türkiye hepimizindir. Artık küçük siyaset dönemi geride kalmıştır. Siyaseti geçmiş siyasi kamplaşma anlayışının dışında ele almak ve sahiplenmek zorunluluğumuz vardır. Sen merkezin sağındaydın, sen merkezin solundaydın, sen demokrattın, sen muhafazakârdın, sen liberaldin, sen Atatürkçüydün, sen cumhuriyetçiydin diye birbirimizi ayırmaya artık hiçbirimizin hakkı yoktur. Türkiye’nin bu ortamında hepimize düşen görev el ele vermektir. Türkiye’yi seven herkesin, Atatürk’ü seven herkesin, cumhuriyetin birikimlerini, kazanımlarının seven herkesin, Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne inanan herkesin, bu topraklarda kardeşçe yaşamanın zorunluluk olduğuna inanan herkesin el ele vermesi zorunludur. (Alkışlar)
Değerli arkadaşlarım, içinde bulunduğumuz dönemde hepimiz ülkemize sahip çıkmak zorundayız. Bu konuda olağanüstü bir tarihi sorumluluk önümüze gelip çatmıştır. Bunun bilinci içinde olmalıyız. Cumhuriyet Halk Partililer olarak biz, bu konudaki tarihi görevimizin farkındayız. Bütün Türkiye’yi hiçbir ayrım yapmadan, kimseyi dışlamadan, kimseyi ayırmadan bütün Türkiye’yi bu söylediğim temellere inanan herkesi el ele vermeye ve Türkiye’ye sahip çıkmaya çağırıyoruz.
Türkiye’nin umudu ve güvencesi milletimizdir, halkımızdır, vatandaşlarımızdır, tek tek herkes Türkiye’ye sahip çıkacaktır. Türkiye’ye yönelik tuzakları, tertipleri, planlanan senaryoları hepimiz görüyoruz. Görmeyenlere görenler hep beraber anlatmalıyız. Türkiye’deki aymazlığı hep beraber yırtıp dağıtmalıyız. Türkiye’de sanki hiçbir şey olmuyormuş gibi sessizce zaman kazanarak, mesafe kazanarak Türkiye’nin dengelerini çarpıtmaya yönelik bu büyük oluşumları etkisiz kılacak dayanışmayı hep beraber sergilemeliyiz. Bu konuda bize büyük görev düşüyor Cumhuriyet Halk Partisi olarak. Biz, bunun sorumluluk duygusu içindeyiz ve bütün Türkiye’yi bu anlayışla kucaklıyoruz. (Alkışlar)
Cumhuriyet Halk Partisine düşen bir görev varsa, biz, bu görevin gereğini yapmaya hazırız. Türkiye’den hiçbir şey istemiyoruz, Türkiye için iyi olan Cumhuriyet Halk Partisi için de iyidir. (Alkışlar)
Türkiye’yi hep beraber sahiplenmek istiyoruz. Türkiye’ye sahip çıkılsın istiyoruz. Sahip çıkma konusunda bize düşen bir sorumluluk, bir görev varsa, hiçbir ayrım yapmadan bu görevi her noktada tüm Cumhuriyet Halk Partililer olarak yerine getirmeye hazırız. Kendimiz için bir şey istemiyoruz, Türkiye iyi olsun istiyoruz. Türkiye’nin iyi olması için herkesin olayın bir köşesinden tutmasını istiyoruz. Bu duygular içindeyiz, bu duygularla çalışıyoruz. Bu çalışmalarınızın giderek toplumda büyük bir heyecan yarattığını, büyük bir coşku yarattığını görüyorum. Bu çalışmayı seçimlere kadar hep beraber götüreceğiz ve inşallah başarıya ulaştıracağız.
Hepinize teşekkür ediyorum, sevgiler, saygılar sunuyorum. (Alkışlar)