Wednesday, January 31, 2007

Genel Başkan Baykal; “Maliye Bakanlığı’nda Ciğer Kediye Teslim Edilmiştir”


-“Sen, Ali kıran, baş kesen mi kesildin? Medyayı mali baskılarla susturacaksın, dosyalarını, gizli bilgilerini çıkaracaksın, yetmiyor cezalar keseceksin, medyayı yıldıracaksın, susturacaksın, gerçekler örtbas edilsin, şikâyetler susturulsun diye. Vallahi, medyada bunu başardın mı, başarmadın mı bilmiyorum, ama CHP’de bunu başarman mümkün değil.”
-“Başbakanın yaptığı şantajın tahkikatını kim yapacak? Eğer, Başbakan olarak sen o bilgileri elde ettiysen millete söyleyeceksin. Söylemem, medyayı kullanmak için saklarım diyorsan, bunun adı şantajdır ve bunun hesabını senden önce sandıkta millet, ondan sonra da yargı soracak.”

-“Irak’ı parçalamanın ayıbı, insanlık ayıbı, siyaset ayıbı, yanlışı Türkiye’nin parmak izleriyle, Türkiye’nin katkısıyla sağlanmamalıdır”

-“Artık Kıbrıs’ta çözüm tek devlet olmaktan çıkmıştır, Kıbrıs’ta gerçekler bize göstermektedir ki, çözüm iki devletli çözümdedir. Onun için yapmamız gereken bizim de, KKTC’yi ikinci bir devlet olarak Kıbrıs’ta sahiplenmektir, desteklemektir”

-Kimse, milletin onuruyla, şerefiyle, gururuyla oynamasın, kimse bu milletin temel değerlerine saygısızlık yapmasın. Bunu talep etmek herkesin hakkıdır, herkes bu dikkati de göstermek durumundadır”

-“Cinayetin ihbarı on bir ay önce yapılmışsa cinayet işlenmişse, bunun hesabını başta Başbakan olmak üzere iktidar vermek zorundadır”

-“ Göz göre göre, yabancı firmanın uyarısına rağmen, gösteriş yapacağım, propaganda yapacağım diye yel yepelek koştunuz, açılışı yaptınız, bir hafta sonra Bolu Tüneli kapandı”

-“Herkes birbirini yağlamaya, ballamaya devam ediyor, bu bir Türkiye manzarası. Bir Türkiye manzarası daha var, o da Anadolu’da yaşanan manzara, Anadolu gerçeği”

-Bürokrasinin böyle değişim dönemlerinde yanlışlara kesinlikle karışmama, doğru bildiğini sahiplenme ve ülkenin hakkını, hukukunu koruma konusunda çok büyük bir sınav vermesine ihtiyaç vardır. Bunu dikkatle gözlüyoruz, izliyoruz”

-“İstanbul Köprüsü ve Oto Yollardan geçiş ücretiyle ilgili olarak, bu iktidarın bir süre önce almış olduğu karara karşı, başta Genel Sekreter Yardımcımız, İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen olmak üzere, hukukçu Partili arkadaşlarımızın çabalarıyla açılmış olan dava olumlu bir noktaya ulaşmıştır ve köprü ile oto yol zammının iptal edilmesi gerektiğine ilişkin yargı kararı alınmıştır.

-“Seçimlerden önce, oy istemeye sıra gelince vatandaşa her türlü vaadi, taahhüdü yapıp, arkasından “şimdi kentsel dönüşüm yapacağız, siz ayrılın, buraya TOKİ’yi sokacağız” diye İstanbul Maltepe’de vatandaşların kırılıp ezilmesini kabul etmek mümkün değildir”


İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)– Genel Başkan Deniz Baykal TBMM’de CHP Grup Genel Kurulu’nda güncel olayları, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunları şöyle değerlendirdi;


“Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, değerli konuklar, sevgili misafirlerimiz; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum. (Alkışlar) Bu haftaki grup toplantımıza, yine milletimizin çeşitli kesimlerinden vatandaşlarımızın büyük bir coşkuyla katıldıklarını, Cumhuriyet Halk Partisi’ne umutla sahip çıktıklarını görüyorum, bundan büyük bir mutluluk duyuyorum, hepinize hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bugün değerlendirmemize geçmeden önce dikkatinizi çekmek istediğim bir iki nokta var. Önce onlara ilişkin küçük değerlendirmelerimi, somut değerlendirmelerimi söyleyeceğim, sonra ülkemizin çok önemli dış politika, iç politika sorunları var, ekonomideki gidiş malum, bütün bunlarla ilgili değerlendirmelerimi sizlere iletmeye çalışacağım. Önce bugün aramıza İstanbul’dan, Maltepe’den gelmiş değerli vatandaşlarımı selamlayarak sözlerime başlamak istiyorum. (Alkışlar) Hoş geldiniz. İstanbul Maltepe’de “kentsel dönüşüm projesi başlatıyoruz” diye orada yıllardan beri yaşamakta olan 25 bin civarındaki vatandaşımızı, çok ciddi belirsizliklere, sıkıntılara sürükleyecek bir uygulamanın yürütülmekte olduğunu biliyorum, görüyorum. Bu karda kışta evlerinden, İstanbul’dan kopup Ankara’ya, Cumhuriyet Halk Partisi Grup Salonuna kadar sizin gelmenize yol açan sorun, hiç kuşku yok ki, haklarınızın ellerinizden alınacağı korkusudur, kaygısıdır. Bunu çok iyi anlıyorum. Bu kaygınıza saygı duyuyorum. Sizlerle dayanışma içinde olduğumuzu bilmenizi istiyorum. Bir süreden beri “Türkiye’de kentsel dönüşüm yapacağız” diye vatandaşların bir kısmının tapulu, bir kısmının tahsis belgeli hepsi yıllardan beri zilyet olarak aileleriyle, çoluk çocuklarıyla birlikte kullanmakta oldukları yerlerden uzaklaştırılmaları tehlikesiyle karşı karşıya kaldıklarını biliyorum, görüyorum. Bunun sizi nasıl rahatsız ettiğinin farkındayım. Sizlerle dayanışma içinde, sizlerin sorunlarınızı dile getireceğiz ve anlatacağız. Şu sırada Maltepe’de bulunduğunuz semtte, ne yazık ki, güvenlik güçleriyle vatandaşlarımız arasında bir çatışma yaşanmaya başlamıştır. Güvenlik güçleri, orayı teslim alabilmek için, zorla girmeye teşebbüs etmiştir ve buna direnen insanlar bir çatışma ortamı yaratmışlardır. Çok üzüntü verici olaylar yaşanmaktadır. Bundan biz de büyük bir teessür duyuyoruz, ama vatandaşa sahip çıkarak, vatandaşı dinleyerek, vatandaşın hakkına, hukukuna değer vererek, vatandaşa kulak vererek ancak sorunların çözüleceğini iktidara anlatmak lazımdır. (Alkışlar) Seçimlerden önce oy istemeye sıra gelince vatandaşa her türlü vaadi, taahhüdü yapıp arkasından “şimdi kentsel dönüşüm yapacağız, siz ayrılın, buraya TOKİ’yi sokacağız” diye vatandaşların kırılıp ezilmesini kabul etmek mümkün değildir. Davanızı takip edeceğiz, hukuk içinde, adalet içinde meşru yollardan takip edeceğiz ve sizin haklarınızı biz Parlamentoda savunmaya devam edeceğiz. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, son günlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin çabalarıyla pek çok kesimi yakından ilgilendiren önemli hukuki sonuçlar alınmaya başladı, bunlara dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunlardan birisi, İstanbul Köprüsü ve Oto Yollardan geçiş ücretiyle ilgili olarak, bu iktidarın bir süre önce almış olduğu karara karşı, Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımın, başta Genel Sekreter Yardımcımız, İstanbul Milletvekili Mehmet Sevigen olmak üzere, yine hukukçu Cumhuriyet Halk Partili arkadaşlarımızın çabalarıyla açılmış olan dava olumlu bir noktaya ulaşmıştır ve bu son köprü ve oto yol zammının iptal edilmesi gerektiğine ilişkin yargı kararı alınmıştır. Böylece son kararın haksız olduğu yargı kararıyla tescil edilmiştir. Bu, milyonlarca insanı yakından ilgilendiren çok önemli bir oluşumdur. Bunu gerçekleştiren değerli arkadaşlarımı yürekten kutluyorum ve bu kararın İstanbul halkına hayırlı olmasını diliyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu kararı alırken yargı organımızın kullandığı gerekçeye herkesin dikkatini çekmek istiyorum. Gerçekten çok önemli bir tespit yapmıştır yargı organımız. Demiştir ki: “Köprü ve yollar bir kamu hizmetidir. Bir kamu hizmetinin makul harcamasının masrafının belli bir ücretle talep edilmesi normaldir, ama sizin uyguladığınız ücret, verilen kamu hizmetinin gerekli kıldığı, onun telafisini sağlayacak ücret olmanın ötesine geçmiştir. Siz, bir kamu hizmetini, bir gelir kapısı, kazanç kapısı, hükümetin açıklarının, israfının, lüksünün, harcamasının karşılanmasına yardımcı olacak bir kaynak haline dönüştürmeye kalkıyorsunuz. Bunu kabul edemeyiz, bu doğru değildir. Sıkıştınız mı köprüye zam, sıkıştınız mı oto yola zam yapıyorsunuz, bunu reddediyorum” demiştir ve bu mantığıyla da gerçekten çok önemli bir dersi bugünkü iktidara vermiştir. Gerçekten kamu hizmetlerinden bir haksız kazanç arayışı, fırsatı olarak yararlanmaya kalkmak hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir. Hizmeti vereceksin, o hizmet için gerekli masrafın karşılığını alacaksın, makul bir ücret elbette alacaksın, ama bunun ötesinde, ben sıkıştım, buradan alacağım. Ondan alacaksın, yetmiş milyonun hakkı olanı, bu insanın sırtından almaya kalkamazsın, bu yanlış bir olaydır. Bu dersi, bunu idare mahkememiz vermiştir, bundan kıvanç duyuyorum.


Değerli arkadaşlarım, yine Cumhuriyet Halk Partisinin çabasıyla Türkiye’de petrol konusunda verilmiş olan mücadele önemli bir yeni aşamaya gelmiştir, ona dikkatinizi çekmek istiyorum. Biliyorsunuz Mavi Akım Projesi vardı. Karadeniz’in altından Rusya’dan Mavi Akımla Türkiye’ye enerji kaynağı aktarılıyor idi. Bu konuda daha önce yapılmış olan anlaşmalarla uygulanacak olan fiyat belli edilmiş idi ve bir formül uygulanmakta idi. AKP iktidara geldikten sonra AKP, Rusya ile tek taraflı temaslar kurarak, Enerji Bakanı, kapalı kapılar arkasında Gasprom yetkilileriyle buluşup konuşarak, devletin yetkili organlarının katkısını, bilgisini, onayını almadan tek başına birdenbire Türkiye’nin hakkı olan fiyat belirleme formülünü tek taraflı bir kararla değiştirme kararını alıverdi ve dedi ki, “ben bu formülü bırakıyorum, başka bir formülle alacağım.” Peki senin bıraktığın formülle aldığın formül arasında Türkiye çok ciddi kayba uğrayacak. Senin bıraktığın formülü uygulamayı Rusya kabul etmiş, uluslararası tahkim maddesi anlaşmaya yerleştirilmiş, bir ihtilaf çıkarsa gidersin uluslararası tahkime hakkını da alırsın. Ama Türkiye’nin lehine olan formülü AKP iktidarı, kapalı kapılar arkasında özel temaslar yaptıktan sonra birdenbire değiştirme tercihi içine girdi. Bunu uzman arkadaşlarımız yakından incelediler, bunun altında ne var dedik, Türkiye’nin kazancı ne, niçin bu oldu? Bakıldı, görüldü ki, bu işten Türkiye’nin kazancı yok. Türkiye’nin çok ciddi kaybı var. Bu ciddi kaybı incelettik, bu kadar ülkeye zarar verecek olan bir formül değişikliğini, bir bakan, devletin yetkili organlarını bir kenara bırakarak nasıl alabilir? Türkiye’nin hukuk sistemi buna fırsat veriyor mu diye baktık, BOTAŞ diye bir kurum var, bu anlaşmanın tarafı, öbür taraftan EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu) var, onlar da bu konuda kararlar alıyorlar, yönlendirmeler yapıyorlar kendi yetkileri içinde, bunları incelettik ve gördük ki, ilginç bir manzara var. EPDK demiş ki, “Bu kararın Hazine yararına olması şartıyla kabul ediyorum.” EPDK’ya sorulan, zaten bu Hazine yararına mıdır, değil midir? O “bilemem de” diyor. Sen bilemezsen kim bilecek? Türkiye’de bu işi en iyi bilecek sensin. “Ben bilemem de Hazine yararına mı, zararına mı, zararına ise uygun değil, yararına ise uygun” diyor ve yararına mı, zararına mı açıkça tavır takınamıyor. Belli ki bir tereddüt var. Bunun üzerine onlarla ilgili soruşturma talep ettik, BOTAŞ’la ilgili soruşturma talep ettik. Yargı bilirkişi kurdu, bilirkişi inceleme yaptı dedi ki: “Evet, Hazine çok ciddi zarar görmüştür bu değişimden dolayı.” O bilirkişiyi iptal ettiler, yeni bilirkişi kurdular. İkinci bilirkişi, tekrar konuyu inceledi ve dedi ki: “Evet, çok ciddi zarar görmüştür.” İki bilirkişi, üst üste “zarar görmüştür” deyince artık savcılık harekete geçmek durumunda kaldı, dava açılmasını kararlaştırdı ve şimdi ilk kez bu çok önemli konuda, devletin milyarlarca dolar zarara girmesine yol açan bu uygulamayla ilgili olarak savcılık, resmen BOTAŞ yönetimi aleyhinde dava açma noktasına gelmiştir. Bu çok önemli bir olaydır. Bu bir siyasi tartışma idi. Biz, devlete zarar verdiniz, vermediniz tartışması içindeydik, zarar verdiniz diyorduk, şimdi, artık olay siyasi tartışmayı aştı, yargı düzeyinde, bugünkü iktidar iş başında bulunurken, yargı düzeyinde bu konuyu takip edip bilirkişilerden geçirip savcılığın dava açma noktasına gelmesini sağlamış bulunuyoruz. Bu eğer tamamlanırsa, bu iktidarın çok ağır bir mali yükümlülük altına girmesi, milyarlarca dolarlık bir mali yükümlülük altına girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu çok önemli bir olay. Siyasi tartışmanın ötesinde hukuku kullanarak yapılan yanlışlıkları mahkemede tescil ettirerek bunların yaptıkları yanlış işlerin faturasını yargı kararıyla tescil ettirmeye çalışıyoruz. Biliyorsunuz, bu mücadeleden önce TÜPRAŞ’daki yüzde 14,76’lık hissenin Oferlere satılışıyla ilgili olarak bir mücadele vermiştik. O mücadeleyi hukuk bakımından noktaladık. Hukuk, Oferlerin, Oferlere satılan, usul dışı yöntemlerle satılan, herkese bilgi vermeden satılan, tezgâh altından satılan, kısa devre temaslarla satılan, satış öncesinde Maliye Bakanının ve Başbakanın Ofer yetkilileriyle gizli gizli buluşmasından sonra satılan, Başbakana “Buluştun mu sen bu insanla satıştan önce” denildiğinde “Hayır, hayır buluşmadım” diye önce inkâr ettiği, sabah inkâr ettiği, öğleden sonra kabul etmek zorunda olduğu belgelenmiş temaslardan sonra tezgâh altından satılan, Oferlere satılan TÜPRAŞ’ın yüzde 14,76’lık hissesinin Türkiye’ye 300 milyon dolarlık bir resmî zarar verdiği, bizim iddiamız olarak değil, yargı kararı olarak ortaya çıkmıştır. Dosya birikiyor değerli arkadaşlar. Ofer’de 300 milyon dolar, bu BOTAŞ işi tamamlanırsa milyarlarca dolar burada, bunlar ciddi olaylar. Bir yandan bunları götürüyoruz, bir yandan vatandaşın hukukunu köprüdeki, oto yoldaki haksız zamları hukuken engelleyerek, vatandaşa sahip çıkmaya çalışıyoruz, vatandaşın ezilmesini engellemeye, önlemeye çalışıyoruz. Vatandaşa yönelik haksızlıklar karşısında sizlerle dayanışma içinde sizlerin hakkını korumaya çalışıyoruz. Bu çabaları, bu görevimizi de şu ana kadar kararlılıkla sürdürdük, bundan sonra daha da güçlü olarak sürdüreceğimizi herkesin bilmesini istiyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu mali konulardan söz açılmışken geçen hafta Maliye Bakanlığında ortaya atılan “Köstebek” konusuyla ilgili değerlendirmemi sizlere yansıtmak istiyorum. Maliye Bakanlığı, geçenlerde bir açıklama yaptı. Açıklamayla “içimizde köstebekler var. Bu köstebekler yetkisiz işler yapıyorlar. Ben de şaşırdım kaldım. Devletin en yüksek kademelerinde görev yapan insanları, Cumhurbaşkanımızı, Genelkurmay Başkanını, Başbakanı, Ana Muhalefet Partisi liderini, parti liderlerini soruşturuyorlar. Çok şaşırdım. Bunlarla ilgili tedbir alacağım, haberiniz olsun” dedi. Ne vesileyle dedi? Nereden çıktı bu iş? Niye birdenbire Maliye Bakanlığı böyle bir açıklama yapmak gereğini duydu? Neyle ilgili olarak bu ihtiyacı hissetti?


Bakınız bu olayın başlangıcını ben size anlatıyorum, siz de dikkatle dinleyiniz. 2001 yılında İzmir’in Foça ilçesinde bir arsayı bir şirket “BEM Dış Ticaret” adında bir şirket, 15 milyar 600 milyon liraya satın alıyor, 2001 yılında satın alıyor, 15 milyar 600 milyon liraya BEM Dış Ticaret bir arsayı satın alıyor. Bir buçuk yıl sonra bu şirketin bu arsası, 15 milyar, 15,6 milyar liraya alınmış olan bu arsası, bir buçuk yıl sonra 1 trilyon 260 milyara Albaraka Türk Finans kuruluşuna satılıyor. Satan şirket BEM Dış Ticaretin Genel Müdürü, kim? Sayın Kemal Unakıtan. Albaraka’nın Genel Müdürü kim? Sayın Kemal Unakıtan. Daha o zaman Maliye Bakanı değil, ama Maliye Bakanı olacağı bu işlerden belli. Yani, yeteneğini ispatlamaya başlamış. (Alkışlar) Kendini göstermeye başlamış. Bir buçuk yılda bu oluyor. Türkiye’deki arsa spekülasyonu fiyatlarına bakınız, enflasyona bakınız, fiyat artışlarına bakınız, hiçbir bilgi sizi bu fiyat artışını makul, normal, haklı bir fiyat artışı olarak göstermeye yetmez. Yok böyle bir olay, böyle bir örneği yok. Niye oluyor? Albaraka gibi büyük bir finans kuruluşu nasıl oluyor da, 1 trilyon 260 milyarlık bir kaynağı 15 milyarlık bir şey karşılığı veriyor. Onun karşılığı mı veriyor, başka bir şey için mi veriyor, niçin veriyor? Seçimlerden hemen önce Albaraka Genel Müdürü aynı, Kemal Unakıtan, alanın da genel müdürü, satanın da genel müdürü; veren de Unakıtan, alan da Unakıtan. (Alkışlar) Nereye gidiyor bu, nereye gidiyor?.. Bir defa bu, bu muazzam bir sorudur. Bu çok büyük bir konudur. Bu, bir kaynak transferi midir? Bir ilginç finansman yöntemi midir? Birilerine Albaraka kaynaklarından finansman olanağı yaratma girişi mi midir? Bunları bilmiyoruz, ama soru kafada, soru ortada. Evet, ikisi de aynı, ikisi de bir cepten çıkıyor bir cebe giriyor. Bu arada bakıyorsun, birdenbire değer artışı olmuş. O nereye gitti, Albaraka ben bu kadar harcama yaptım diye gösteriyor kayıtlarında?


Albaraka’nın arkasında kimler var? Yasin El Kadı? Başbakan kime kefalet veriyordu? Kefalet veriyordu “kefilim” diyordu, “kefilim.” Yahu, bu kadar kuvvetli kefaleti hangi ilişkiden dolayı verme ihtiyacını, gereğini duyuyor acaba diye düşünüyorduk. Konuyu dağıtmayalım. Buradan çok yere gider bu iş. Ciddi birisi bakarsa, ciddî bir yönetimi bakarsa buradan çok şey çıkar. Şimdi, bu durumu bizim milletvekillerimize bir vatandaş, yurtsever bir vatandaş, namuslu bir vatandaş, yürekli bir vatandaş bunu ihbar ediyor. Diyor ki: “Bakın olay budur” diyor, bir kişi. Arkadaşlarımız konuyu inceliyorlar, milletvekili arkadaşlarımız, soruşturuyorlar, bakıyorlar gerçekten böyle. Tabii şimdi akla şu geliyor: Bu 1 trilyon 260 milyara alınmışsa 15 milyarlık arsa, bunun vergisi ödendi mi? Çünkü, bu resmen gözükmesi gerekiyor Albaraka’dan çıkıyor para, orada kayıtlı, alındığı da belli, ne aradaki fark? Nerede vergisi? Verildi mi? Şimdi, bizim arkadaşlarımız, bu soruyu sorma ihtiyacını hissediyorlar milletvekili olarak, bunun vergisi verildi mi, verilmedi mi, bunu öğrenelim diyorlar ve Maliye Bakanı Sayın Unakıtan’ın başında bulunduğu teşkilata ve Maliye müfettişlerine “şunu bir inceleyin” diyorlar. Maliye müfettişlerinin inceleyeceği bir konu bu, Albaraka ile ilgili bir olay, bir inceleyin diyorlar. Aradan uzun zaman geçiyor hiçbir açıklama yok. En sonunda bir açıklama geliyor. O açıklama, işte demin konuştuğumuz açıklama “ne köstebekler var” açıklaması. Yani, Maliye Bakanlığı bir açıklama yapıyor. Açıklamada diyor ki: “İşte baktık ki, Maliye Bakanlığında, Sayın Cumhurbaşkanımız için, Genelkurmay Başkanımız için, herkes için girilmiş, bilgiler toplanmış, bundan üzüntü duyuyoruz, bunları atacağız, satacağız, son paragrafta da diyor ki: “Bir vergi yanlışlığı görülmemiştir o satışla ilgili olarak.”


Değerli arkadaşlarım, şimdi, bu olaydan önce hafızanızı şöyle bir geriye almak istiyorum. Geçen yılın başında, Ocak ayının 26’sında iktidarı destekleyen “Yeni Şafak” diye bir gazete var. Bu gazetenin sekiz sütunluk manşetinde bir liderin hesabında muazzam para var” diye manşet çıkmıştı, hatırlıyor musunuz? Ve bunun kastettiği parti genel başkanının ben olduğum ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine ben derhal olayın üzerine yürüdüm. Bütün banka hesaplarım açıktır dedim, falan banka, hesabım şu kadar, 130 milyarlık falan bir hesabım vardı. Türkiye’nin neresinde, hangi bankada bunun dışında ne bulursanız getirin ben gerekeni yapacağım. Benim hesabım açık. Benim bütün mal varlığım ortada resmî beyanlarımda, banka hesabım da budur demiş idim ve Maliye Bakanını da, çünkü haberde “Maliye Bakanı bunu söyledi” diye haber veriliyordu. Maliye Bakanını da derhal ispatlamaya, elindeki bütün yetkileri sonuna kadar kullanarak gerçeği ortaya çıkarmaya çağırmıştım. Birkaç gün öyle geçti. Birkaç gün sonra Maliye Bakanı “hayır, ben böyle şey söylemedim” dedi. Birkaç günlük sükuttan sonra, hemen derhal değil, “kim çıkarmış? Ne biçim laf. Benim adıma böyle bir şey söylenir, böyle bir şey yok…” daha sonra ve “böyle bir şeyi ben söylemedim” dedi. Yeni Şafak’taki gazeteci çocuk “Hayır, söyledi, ben biliyorum” diye ısrar etti. O ısrar etti, Maliye Bakanı ısrar etti, çocuğun, galiba işine de belki son verdiler, ayrıntıyı tam bilmiyorum, gazetedeki işine de son verildi çocuğun. Çocuk “Ben bunu duydum” diye söylüyor, “sohbette bunu söyledi.” Şimdi, bu tabii önemli bir olay.


Maliye Bakanının, bir parti genel başkanının banka hesabıyla ilgili böyle bir iddia sergilediği kayda geçti. Bunu bir defa bir kenarda tutun. Bir süre sonra Başbakan, hatırlarsınız, durduk yerden çıktı dedi ki: “Biz, bu gazete patronlarının bütün dosyalarını izliyoruz. Bizim de kendimize göre yaptığımız bir arşiv var. Günü geldiği zaman bunun hesabını soracağız” dedi, Başbakan dedi. Hadi sor denilince, “Meyve olgunlaşsın öyle soracağız, şimdi ham meyve” dedi. Yani, Başbakan hedef gösterdi, “gazete patronlarının” dedi “gazete patronlarının dosyaları elimde, belgeleri elimde, bunu söyleyeceğim.” Tabii bu bir şantaj, bildiğimiz ilkel bir şantaj. Bu şantajla sonuç almaya çalışıyor. Medya-siyaset ilişkisi nasıl gelişiyor Türkiye’de diye düşünüyorsanız, bu tabloları aklınızdan çıkarmadan medyaya bakınız, siyasete bakınız, Türkiye’ye bakınız. Niye bazı şeyler oluyor, bazı şeyler olmuyor diye sorular varsa kafanızda, bu şantajı bir Başbakan niye yapma gereğini duyar? Boşu boşuna konuşur mu bir başbakan? Bir başbakan böyle konuşuyorsa ve bu ortaya çıkmıyorsa bu ne demektir? Bunları bir tarafa bırakıyorum. Başbakan çıktı gazete patronlarına yönelik olarak böyle izleme yaptıklarını söyledi ve yine hatırlayınız 2006 yılının ortalarında Hürriyet Gazetesinin yazarı Sayın Emin Çölaşan “Rezaleti haber veriyorum, uyarıyorum” diye bir yazı yazdı. Söylediği nedir? Diyor ki: “Hükümet kendisine karşı siyasetçiler, parti başkanları ve gazetecileri izliyor. 11 gazetecinin ve 14 siyasetçinin banka hesaplarına girildi.” Ne zaman söyleniyor? 2006 yılının Haziranında falan söyleniyor, altıncı ayda söyleniyor, 2006 Haziranında söylüyor. Daha Maliye Bakanının açıklama yapmadan ve iddiayı da ortaya koyuyor “siyasetçilerin hesabına girildi, banka hesabına, gazetecilerin banka hesabına girildi” diye. “Şimdiden uyarıyorum, ihbar ediyorum ve soruyorum: Bu rezaletin hesabını kim verecek, Başbakan mı, Maliye Bakanı mı, başkaları mı?” Şimdi, bu da Türkiye’de ortaya atılmış bir sorun. Bundan sonra yine aylar geçiyor, 2006 bitiyor, 2007 yılına giriyoruz, 2007 yılı başında birdenbire Maliye Bakanı, kendisinin genel müdür olarak satıp, genel müdür olarak aldığı Foça’daki arsanın, 1,3 trilyonluk arsanın vergisinin verilip verilmediği söylenince, üstünde durulacak bir vergi problemi yok, ama burada büyük olaylar dönüyor falan diye kıyameti koparıyor.


Değerli arkadaşlarım, şu açıkça görülmüştür ki: Türkiye Cumhuriyetinde Maliye Bakanlığı bütün tarihinin hiçbir noktasında olmadığı kadar hukuka, kurallara, maliye sorumluluğunun gereğini taşımaya özen göstermeyen bir noktaya gelmiştir. Tarihimizin hiçbir aşamasında hiçbir zaman Maliye bu kadar çığırından çıkmış değil, ciğer kediye teslim edilmiştir. (Alkışlar) Ve şimdi çıkmışlar, efendim, işte Cumhurbaşkanının mal varlığını araştırıyor. Araştırsan ne, araştırmasan ne. Araştıranların yakasına yapışıyormuş! Sen, onu araştıranların yakasına yapışacaksan yapış, varsa bir hukuksuzluk elbette yap, ama önce senin yakana yapışılmasına izin ver, kaldır dokunulmazlığını gel şu Meclise. (Alkışlar) Kaldır da, mahkemede bir hesap soralım sana. Tam bir bilgi kirlenmesi, tam bir saptırmaca, tam bir sisteme, tam bir yavuz hırsız misali.


Değerli arkadaşlarım, artık vergi kayıtlarıymış. Vergi kaydı ayrı, banka hesabını konuşuyoruz, banka hesabını. Bugün, vergi kaydına giren binlerce insan var, vergi kayıtları gizli değil, gayrimenkul, tapu kayıtları gizli değil, araba kayıtları gizli değil. Arabanı, vergini, gayrimenkulünü herkes birbirinin kontrol edebilir halde ve kontrol esas, olay orada değil, olay banka hesaplarına girmekte. Sen, banka hesaplarına girmişsin, birilerinin banka hesabına girilmesini istemişsiz, araştırmışsın, bir şey bulacağım zannederek “muazzam para var” demişsin, hiçbir şey bulamamışsın ve “ben söylemedim, yok böyle bir şey” diye iddianı geri almak zorunda kalmışsın, olay bu. Peki şimdi sen, yani ali kıran baş kesen mi kesildin? Medyayı mali baskılarla susturacaksın, dosyalarını, gizli bilgilerini çıkaracaksın, yetmiyor cezalar keseceksin, medyayı yıldıracaksın, susturacaksın, gerçekler örtbas edilsin, şikâyetler susturulsun diye. Vallahi medyada bunu başardın mı başarmadın mi bilmiyorum, ama Cumhuriyet Halk Partisinde bunu başarman mümkün değil, bunu bilmeni istiyorum. (Alkışlar) Biz, doğru bildiklerimizi her zaman olduğu gibi bundan sonra da tam bir kararlılıkla söylemeye devam edeceğiz.


Değerli arkadaşlarım, önce büyük bir iddia ile böyle bir açılım yapıldı, sonra kimse açıklama yapmayacak, sadece ben açıklama yapacağım, tahkikat devam ediyor. Et, tahkikat devam ediyor ne oldu? Peki, senin söylediklerini kim tahkik edecek? Senin ortaya attığın iddiaları kim tahkik edecek? Başbakanın yaptığı şantajın tahkikatını kim yapacak? Ne var Başbakanın elinin altında? Medya patronlarıyla ilgili hangi özel gizli bilgiler var, ne var o bilgilerin içinde? Eğer, Başbakan olarak sen o bilgileri elde ettiysen, o bilgilerin gereğini millete söyleyeceksin. Söylemem, medyayı kullanmak için saklarım diyorsan, bunun adı şantajdır diyeceğiz ve bunun da hesabını senden önce sandıkta millet soracak, ondan sonra da, inşallah, yargıda Türk adliyesi senden bunun hesabını soracak. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, Türkiye çok önemli dış politika sorunlarıyla birdenbire karşı karşıya geldi. Birbiri ardından çok üzüntü verici gelişmelere tanık olduk. Önce bir defa, Kuzey Irak’ta bir yeni gelişme kendisini gösterdi. Bildiğiniz gibi, Kuzey Irak’a Türkiye, Habur Kapısından ticaret olanaklarını açık tutarak, hem petrol, petrol ürünleri hem onun dışındaki gıda ve ihtiyaç malzemeleri, sağlık malzemeleri sevkiyatını yapıyor ve bunu o bölgenin bir an önce istikrara kavuşması, ihtiyaçlarını insanların karşılaması ve bölgenin huzura kavuşması anlayışı içinde bir ticari ilişki olarak geliştiriyor. Uzun bir süreden beri bu böyle giderken birdenbire şimdi yeni bir tablo ortaya çıktı ve bize, Irak yetkilileri, “bu konuda muhatabınız artık Bağdat’taki Irak hükümeti değildir, bu konudaki muhatabınız Kuzey Irak’taki yerli yetkililerdir. Kuzey Irak’taki yetkililerle konuşunuz. Bağdat, Irak biz, artık bu konularda sizin muhatabınız olmaktan çıktık, siz muhatabınızı Kuzey Irak’taki yerli otoritelerle ilişki kurarak elde edin” demeye başladılar. Bu tabii, Kuzey Irak’taki siyasi oluşumu giderek bir devlet konumunda tanıtmaya yönelik, Türkiye’nin tanımasını sağlamaya yönelik çabaların bir parçası, buradan beklenen Türkiye, Irak’la değil, Kuzey Irak’la, onları bir devlet gibi kabul ederek ilişkiye geçiyor, onlarla karşılıklı müzakere yapıyor noktasına Türkiye’yi getirmek. Bu tablo karşısında hükümet gerekli açıklamaları yaptı, ama konunun henüz nasıl çözüleceğiyle ilgili somut bir işaret ortaya çıkmış değil. Bunu çok önemli bir konu olarak gördüğümüzü ve bu dayatmaya Türkiye’nin kesinlikle boyun eğemeyeceğini, bu konuda gereken kararlı ve tutarlı tavrın mutlaka sergilenmesi ve sürdürülmesi gerektiğini belirtmek istiyorum. Türkiye, kendi uygulamasıyla Irak’ı parçalamaya başlayacaktır. Irak’ı parçalama oyununa Türkiye de böylece alet edilmiş olacaktır. Kesinlikle bu duruma girmemeliyiz, Irak’ı parçalamanın ayıbı, insanlık ayıbı, siyaset ayıbı, yanlışı Türkiye’nin parmak izleriyle, Türkiye’nin katkısıyla sağlanmamalıdır. Bu konuda çok duyarlı, dikkatli olmalıyız. Türkiye’nin bölgeyle ticareti çok önemlidir. Bunu elbette geliştirmek durumundayız. Bunun sadece bugün için değil, gelecekte de daima giderek artan bir önem taşıyacağının hesabını herkes yapmalıdır ve bu dikkat içinde bu konular siyasallaştırılmadan, küçük oyunlara bu iş alet edilmeden doğru bir biçimde çözülmelidir. Buna ihtiyaç var. Bu bekleyiş içindeyiz, hükümeti bu noktada dikkatli davranmaya çağırıyoruz. Çok üzüntü verici bir manzarayla karşı karşıyayız, bunu söylemezsem yanlış olur. Bakanlarımız telefon açıyorlar, karşılarında muhatap bulamıyorlar. Yani, Türkiye, bu sorunu müzakere edeceği, anlayışını söyleyeceği, yürürlükteki anlaşmaları hatırlatacağı bir muhatabı telefonda karşısına çıkaramıyor. Çok acı bir manzara. Bir teslimiyet, bir acz manzarası ve Bakan, ancak mektup yazıp gönderiyor.


Değerli arkadaşlarım, bu olacak iş değildir. Bakın kısa bir süre önce Başbakanla, Irak Başbakanıyla Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bir araya geldiler. Burada birtakım görüşmeler, mutabakatlar sağlandı, ama arkasından bu oluyor. Yani, Türkiye atlatılıyor, Türkiye aldatılıyor, Türkiye oyalanıyor. Birileri, nereye varmak istediğini biliyor, nasıl varacağını biliyor, onun için gerekenleri göze alıyor, adım adım yürüyor; biz ise, bunların arkasında, peşinde şikâyet eder, onlarla ilişki kurmaya çalışır, yapmayın, etmeyin demenin ötesinde bir etkinlik sergileyemez bir noktada bulunuyoruz. Bu tablo bir kez daha burada ortaya çıktı. Ortada anlaşma var, ortada hukuk var, daha önce yapılmış görüşmeler var, şimdi ne haliniz varsa görün diyorlar ve ayrıca bir de ekliyorlar ki, eğer siz vermezseniz, İran’dan yüzde 50’sini, Suriye’den yüzde 30’unu, Kuveyt’ten yüzde 20’sini alırız ve biz onu da karşılarız havasına giriyorlar. Ne yapacağız, bir an önce bu konuya sahip çıkılması lazım. Çok önemli bir konudur, çok ciddi bir konudur. Irak’ta artık menteşeler gevşemeye başladı. Irak’ta alarm zilleri çalıyor bir süreden beri. Bu onun yeni bir görüntüsüdür. Irak’ta ortaya çıkan sorunu, sıkıntıyı anlatmaya çalıştık, hükümete anlatmaya çalıştık, millete anlatmaya çalıştık, ne yazık ki, bu konularda söylemin ötesinde bir şey yok. Başbakan, birkaç kez Irak’tan bahsedecek oldu, hemen en ağır cevaplar, Amerika’nın ırak’taki Büyükelçisinden ve Irak’taki, Kuzey Irak’taki yetkililerden geldi. En ağır cevaplar geldi ve arkasından da, “artık önemsemiyoruz, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının söylediklerini önemsemiyoruz” demeye başladılar.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin önemsenmemeyi hazmetmesi, sindirmesi mümkün değildir. Hükümet, gerçekten bir an önce Türkiye’nin durumunu, konumunu çok iyi tartmalıdır ve bu konuda ciddi bir davranışı sergilemelidir. Ne terörle mücadele konusunda ne sınır güvenliği konusunda ne en haklı meşru taleplerimizi muhataplarımıza anlatma konusunda milletimizin yüreğine ferahlık verecek bir küçük adım hâlâ atılamamıştır. Terörle mücadelede haklıyız, oradaki terör odaklarının adreslerini biliyoruz, kimler olduğunu biliyoruz, ne yaptığını biliyoruz, o bilgiler elimizde, Amerikalılara veriyoruz, “Haklısınız, durun bakalım…” Oyalama, savsaklama, geçiştirme; Iraklılara söylüyoruz “Bir düşünelim, bir bakalım…”


Değerli arkadaşlarım, bu kabul edilebilir bir tablo değildir. Koca Türkiye, bu bölgede onun bunun çekiştirdiği etkisizleşmiş bir ülke konumuna sürüklenmektedir. Bu iktidarın bu tavrı, Türkiye’ye çok ağır bir maliyet oluşturmaktadır. Şimdi, en son bize dediler ki, “Sizin muhatabınız Bağdat değil, sizin muhatabınız Kuzey Irak, Kuzey Irak’la konuşun, halledin.” Bunu taşıyacak mıyız bakalım, bunu dikkatle izliyoruz. Kıyamet kopar burada. Hükümet bu noktada, eğer teslim olursa, Türkiye’de yer yerinden oynar. Herkesin bunu çok iyi bilmesi için bunları söylüyorum. Daha ortada fazla bir şey yok, ama olayın ciddiyetini iktidarın kavramasını sağlamak için bunları söylüyorum. Bu konuya ciddî girmek lazımdır.


Bakınız aynı nitelikte başka bir olay Kıbrıs’ta yaşanıyor. Güney Kıbrıs Rum yönetimi, bir kanun geçirdi kendi Meclisinde. Dedi ki, “Kıbrıs’ın petrol alanlarını ihaleye çıkaracağım ve isteyen yabancı şirketlere gel, burada arama yap diyeceğim.” Nerede diyecek? Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin hemen yanındaki alanlarda da diyecek. Türkiye, Silifke, Taşucu ve Kıbrıs, yani 40 millik bir alan, bunun içine güney’den Kıbrıs Rum yönetimi gelecek ve orada petrol arattıracak.


Değerli arkadaşlarım, bakınız bu da çok vahim bir gelişmedir. Bu gelişmenin altında çok ciddî bir durum yatıyor. Yani, Rumlar diyor ki, senin burada egemenliğinin bir anlamı yok. Burada egemen olan benim. Dünyaya ben egemenlik hakkımı kullanarak burada ekonomik alanları belirlerim ve o alanlarla ilgili anlaşmaları ben yaparım diyor.


Değerli arkadaşlarım, şimdi bu noktada ben artık sormak ihtiyacını hissediyorum: Bizim Kıbrıs politikamız nedir? Kıbrıs’ta neyi amaçlıyoruz? Kıbrıs’ta ne istiyoruz? Federasyon mu istiyoruz, konfederasyon mu istiyoruz, yoksa Annan Planının canlandırılmasını istiyoruz? Nedir bizim tavrımız? Rumların tavrı açık, Rumlar Annan Planını reddediyor, federasyonu reddediyor, konfederasyonu reddediyor, ama ne isteğini biliyor onlar. Onlar diyorlar ki, burada tek devlet var, biziz, siz de bu devletin kanatları içine gelin size azınlık haklarını veririz diyorlar.


Değerli arkadaşlarım, buna karşı Türkiye’nin politikası net ve inandırıcı biçimde ortaya konulmalıdır. Bu politika artık bizim Rumlarla müzakere ederek, onların desteğini, onayını kazanarak, onların katkısıyla üretebileceğimiz bir model olmaktan çıkmıştır. Artık Türkiye’nin Rumlarla müzakere suretiyle, anlaşma yoluyla birlikte bir model inşa etmesi konusunda haklı bir umudu dile getirmenin dayanakları artık kaybolmuştur.


Değerli arkadaşlarım, bu durum karşısında Türkiye’nin Kıbrıs sorununa bakışını ciddî bir biçimde gözden geçirmesi ve olayların bizi nereye zorladığını görmesi ve bu gelişmenin gereğini içine sindirmesi ve buna sahip çıkması aşamasına gelinmiştir. Nedir bu olayların bizi zorladığı nokta nedir? Değerli arkadaşlarım, orada şu anda iki ayrı millet var, iki ayrı toplum var, iki ayrı coğrafya var. İki ayrı coğrafya ve iki ayrı toplum ve Kuzey’de yaşayan insanlar, kendi coğrafyalarında siyasi, idari bir kapsamlı yapılaşmayı ortaya koymuştur, yani seçim yapılmaktadır, belediyeleri var, meclisi var, hükümeti var, basını var, güvenlik güçleri var, yargısı var, orada yaşayan bir siyasi organizma var. Bu siyasi organizmanın adı KKTC’dir. KKTC’ye bizim artık Rumlarla müzakere ederek oluşturacağımız siyasi yapıya giderken bir dayanak noktası anlayışını bir tarafa bırakarak kalıcı, nihai bir çözüm modeli olarak bakmaya başlamamız lazımdır.


Değerli arkadaşlarım, artık şartlar, taa 1974’ten bugüne kadar yaşanan süreç hepimize öğretmiştir ki, Kıbrıs’ta, Kıbrıs’ın siyasi bütünlüğü içinde bizim haklarımızı, bekleyişlerimizi güvence altına alacak bir çözüm şansı, maalesef, kalmamıştır. Hele taraflardan birisi olarak Rumlar, Avrupa Birliğine tam üye olduktan sonra bu anlamını kaybetmiştir. Her geçen gün onların kendi egemenliğini Kuzey’e dayatma kararında olduğunu göstermektedir. Bu durum karşısında yapılacak tek şey, artık Kıbrıs’ın iki ayrı oluşumun bir arada barış içinde yaşadığı bir noktaya gelmesini sağlamak olmalıdır ve artık Kıbrıs’ta çözüm tek devlet olmaktan çıkmıştır, Kıbrıs’ta gerçekler bize göstermektedir ki, çözüm iki devletli çözümdedir, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm. (Alkışlar) Yani, Filistin’de iki devletli çözüm kaçınılmaz hale gelecek, onu götürmeye çalışacaksınız, ama yıllardan beri burada yaşanan gerçek o, tek devlete dönüştürmeyi başaramamışız, bütün iyi niyetimize, bütün çabamıza, bütün esnekliğimize rağmen, Annan Planına “evet” demiş olmamıza rağmen, geleceğe yönelik hiçbir umut ışığı kalmamış, Annan Planını reddettiler, bugün daha çok reddediyorlar, artık, iki devletli çözüm Kıbrıs için kaçınılmaz hale gelmiştir. Bakın bugün basında da bir kamuoyu araştırmasının yansıması var. Kıbrıs halkı da bir süre önce Annan Planını, Kıbrıs’ı birleştireceğiz diye oylamış olan Kıbrıs halkı da, bugün, ezici çoğunluğuyla, yüzde 65’yle artık iki devletli çözüm noktasına gelmiştir, “Federasyon” diyenler yüzde 20 civarında kalmıştır. Bu da boş bir temenni olmanın ötesinde bir anlam taşımıyor. Sizin federasyon talebinizi ciddiye alan, kabul eden, o doğrultuda çalışan bir muhatap yoktur, onlar tek devlete gidiyor. Eğer tek devlete giderlerse, ellerinde sadece Rum devleti kalmalıdır, Rum devleti. KKTC’yi de o tek devletin içine sürükleyememelidirler, onun için yapmamız gereken bizim de, KKTC’yi ikinci bir devlet olarak Kıbrıs’ta sahiplenmektir, desteklemektir. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu konuları önümüzdeki günlerde çok konuşacağız. Bakın bu petrol konusunu da buraya getirdi, petrol meselesi de buraya geldi. Diyor ki, egemenlik bende, ben veririm diyor. Şimdi, bunu teorik bir olay olarak kafasının arkasında tutuyor, ama talep etmiyor diye düşünüyorduk, talep etmemesinden dolayı da umutlanıyorduk, acaba, bir çözüm çıkar mı diye, şimdi, talep ediyor. O talebin karşısında ne yapacağız? Tabii o talebi yaparken en uygun konjonktürde olduğunu düşünüyorlar. Kıbrıs’taki yönetim açısından, Türkiye’deki yönetim açısından en uygun noktadayız, şimdi bunu bastıralım diye belki bir değerlendirme yapıyorlar.


Değerli arkadaşlarım, bu konu herkesi aşar. Sen geleceksin, Türkiye ile Kuzey Kıbrıs’ın arasına Rum yönetiminin araştırma ekiplerini koyacaksın ve onlar orada petrol arayacaklar, egemenlik kullanacaklar ve Türkiye seyredecek, Kıbrıs seyredecek, bunu kimse başaramaz ve başaramamalıdır. (Alkışlar) Değerli arkadaşlarım, bunu bırakıyorum, önümüzdeki günlerde daha çok konuşacağız, ama ilk kez ben de, Kıbrıs’ta iki devletli çözüm deme noktasına geldiğimi ifade etmek istiyorum, ilk kez oluyor bu. (Alkışlar) İlk kez sorumluluğunu üstlenerek, Cumhuriyet Halk Partisinin Genel Başkanı olduğum bilinci içinde Kıbrıs’ta artık tek devlete dayalı çözüm şansının ortadan kalktığını ben de görüyorum ve Kıbrıs’ta çözümün iki devletli Kıbrıs formülünden geçtiğini görüyorum ve talep ediyorum. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, geçen hafta Türkiye’de yaşanmış olan o cinayetin, utanç verici cinayetin çalkantılarıyla günler geçti ve Türkiye’de tekrar “Eyvah ne oluyor, nereye gidiyoruz? Milliyetçilik mi yükseliyor? Bunun sonu ne olur? Bu saldırganlıklar nereye kadar meydanı boş bulmaya devam edecek? Buna karşı bir önlem alınmayacak mı?” kaygıları ve değerlendirmeleriyle geçti. Aslında, şunu hep tekrar ifade etmeliyiz ki: Bu üzüntü verici cinayet sonrasında Türkiye’nin takındığı tavır, özünde çok olgun, çok doğru, çok kıvanç verici bir tavır oldu. Türkiye’nin her yerinde insanlar ciddi bir teessür içine girdiler, gerçekten üzüldüler, canları yandı ve bunu ifade ettiler “keşke böyle bir şey olmasaydı, keşke böyle bir olaya fırsat verilmeseydi” duygusu içine girdiler ve olaya Türkiye olarak hep birlikte, hepimiz derin bir üzüntü içinde gerekli toplumsal tavrı takınarak Türkiye’nin tutumunu ortaya koyduk. Bu tavrın doğru anlaşılması lazımdır. Türkiye, bu derin üzüntüyü, teessürü yaşamıştır ve gerçekten etnik tartışmaların, etnik kimlik mücadelesinin ülkemizde canlandırılması ihtimali hepimizi çok ciddi şekilde rahatsız etmiştir, kaygılandırmıştır. Biz, ülkemizi bu çatışma ortamından çıkarmaya çalışıyoruz. Şimdi, böyle bir tablonun içinde elbette bir sürü yanlışlıklar yapıldı, bu ayrı bir konu, ama Türkiye’nin bu olayda derin bir üzüntü içine girmiş olması, bütün dünyada saygıyla karşılandı ve bu çok önemlidir.


Değerli arkadaşlarım, ama bu olayı sürekli olarak gündemde tutarak, belli bir hesaplaşmanın parçası haline dönüştürme çabaları çok yanlıştır, çok sakıncalıdır, çok tehlikelidir. Yani, bu konuyu Türkiye’nin derhal aşması lazım. Derhal aşarken de şunları Türkiye’nin çok iyi bilmesi lazım: Değerli arkadaşlarım, bakın içinden geçtiğimiz dönem, yaşadığımız çağ çok sancılı, çok sıkıntılı bir dönem, çok sancılı bir çağ. Maalesef, bu son dönemde tekrar dünya, inanç, mezhep, etnik kimlik ekseni etrafında bir çatışmaya doğru sürükleniyor. Bizim dışımızda, Türkiye’yi konuşmuyorum, Türkiye’nin çok ötesinde dünyada insanlar kendilerini yeniden inançlarıyla, mezhepleriyle, etnik kimlikleriyle tarif eder hale gelmeye başladı ve buna göre saflaşmalar başladı, buna göre tartışmalar ve çekişmeler başladı. Bunların çok yanlış, çok sakıncalı olduğunu görüyoruz, ama maalesef böyle bir sürüklenişin bulunduğunu da hep birlikte fark ediyoruz. Yani, Müslüman olduğundan dolayı Avrupa’nın en medenî ülkelerinde insanların maruz kaldığı haksızlıklar, baskılar, suçlamalar, saldırılar, hedef oldukları cinayetler bütün bunlar ortada. Orada da var, başka yerlerde de var, yanlış olan bu, önlenmesi gereken bu. Dünyayı bir inanç ve etnik kimlik ekseni etrafında çatışan bir dünya olmaktan çıkarmak zorundayız. Böyle bir dünyaya doğru sürükleniliyor, Türkiye dolayısıyla değil, Türkiye’nin dışında bu iş.


Değerli arkadaşlarım, bu tablo içinde Türkiye’de kendisini korumaya ve bu tehlikelerin dışında kalmaya özen gösteriyor. Yani, bakınız Avrupa’da bu saldırılar yaşandı, yapıldı, Türkiye’de de bir saldırı oldu. Türkiye’de o saldırı sonrasında sergilenen dayanışma, herhalde Avrupa’da gördüklerimizin çok daha ötesinde idi, çok daha saygıdeğer, çok daha güçlü, çok daha samimi bir tabloyla karşı karşıya idik. Şimdi, buradan şuraya gelmek istiyorum: Önümüzdeki günlerde böyle olaylarla daha çok karşı karşıya kalacağız, çünkü dünyanın gidişatı bu. Bakın Filistin’de bir inanç çatışması yürüyor, Orta Doğu’da bir mezhep çatışması yürüyor, Avrupa’da bir kültür çatışması şekilleniyor, özellikle 11 Eylül’den sonra dünyada terör ve çatışma ortamı bir kültür, inanç ve medeniyet anlayışı etrafında tarif edilmeye başlandı. Bunlar çok yanlış, çok tehlikeli, çok sakıncalı gelişmeler. Şimdi, bu gelişmeler karşısında bizim Türkiye’de buna benzer olaylarla karşılaştığımız zaman yapmamız gereken şey nedir, bu soruyu kendi kendimize sormamız lazım.


Değerli arkadaşlarım, bir defa hepimiz, iktidarından sade vatandaşına kadar hepimiz söylemimizi, çatışmayı tahrik edecek, gerginliği artıracak, husumeti, düşmanlığı güçlendirecek bir söylem olmaktan çıkarmak zorundayız. Herkes, olayı yumuşatıcı, kucaklayıcı, toparlayıcı bir anlayışla konuşmak durumundadır. Bunu bir temel refleks haline dönüştürmeliyiz ve kesinlikle düşmanca değerlendirmeleri, suçlamaları, provokasyonları, tahrik edici meydan okumalarını ortadan kaldırmalıyız. Buna şiddetle ihtiyaç var. Söylemimizi doğru yönetmeliyiz, ilk yapılması gereken iş budur. Burada çok büyük yanlışlıklar yapılmıştır. Çok çevre yapmıştır, kimisi iyi niyetle yapmıştır, kimisi hesaplaşma için yapmıştır, kimisi içindeki duyguları yansıtarak yapmıştır, ama artık yapılmamalıdır, bu işe bir son vermeliyiz, söylemimizi bir dostluk, dayanışma ve bütünlük söylemi haline getirmeliyiz. Bakınız çevremizdeki çemberi görüyoruz. İnançlar ve dinler ve kimlikler çatıştırılıyor. Türkiye olarak biz bunun dışında kalmaya gayret ediyoruz. Bütün çabamız budur. Türkiye’yi sakınmaya çalışıyoruz. Kimse kimsenin inancını, mezhebini, etnik kimliğini sorgulama durumunda olmasın. Kimse, kimsenin inancını, mezhebini, etnik kimliğini aklına bile getirmesin. Hepimiz bu vatanın evladı olarak kardeşçe bir dayanışma içinde, aynı milletin insanları olarak birbirimizi sevelim, birbirimize sahip çıkalım. (Alkışlar) Bunu mutlaka başarmak zorundayız. Burada bin yıldır yaşıyoruz, bundan sonra da yine kardeşçe yaşayacağız. Kimse kimsenin gözünün üstünde kaşın var deme ihtiyacı hissetmemesini sağlamalıyız. Hepimiz birbirimizi olduğumuz gibi kabul edebilmeliyiz, sevebilmeliyiz, bu çok temel bir nokta. Buraya, ay o öyle yaptı, vay sizin yüzünüzden oldu, vay milliyetçilik yükseliyor, vay bilmem ne, bu hesapları da bırakın. Milliyetçilik bu toplumun ana çimentosudur, milliyetçiliğin varlığından kimse korkmasın. (Alkışlar) Milliyetçilik duygusunun varlığından kimse korkmasın, milliyetçiliği de kimse bir suçlama konusu yapmasın. Elbette milliyetçi olacağız, elbette milletimizi seveceğiz. Milletin kimliğinden onur duyacağız, hepimizi, kimseyi dışlamadan, herkesi bu milletin parçası olarak kabul edeceğiz. Bizim milliyetçiliğimiz bütünleştirici milliyetçilik, ayrıcı değil, parçalayıcı değil, dağıtıcı değil, dışlayıcı değil, kapsayıcı milliyetçilik. Herkes var bunun içinde, hepimiz var, bu topraklarda yaşayıp bu ülkeyi seven herkes bu milliyetçilik tarifinin içinde. (Alkışlar) Kimse, milletin onuruyla, kimse milletin şerefiyle oynamasın; kimse milletin gururuyla oynamasın, kimse bu milletin temel değerlerine saygısızlık yapmasın. Bunu talep etmek herkesin hakkıdır, herkes bu dikkati de göstermek durumundadır. Herkes sorumlu olduğunu bilmelidir. Yaşadığı topluma karşı sorumlu olduğunu, bir parçası olduğu millete karşı sorumlu olduğunu herkes bilmelidir. Elbette tartışacağız, elbette değişeceğiz, elbette yenileneceğiz, ama bir birimize sevgi ve saygıyı hiçbir zaman ortadan kaldırmadan. Birbirlerini suçlu, cani, katil diye ilan ederek bu kardeşlik sağlanmaz.


Değerli arkadaşlarım, bunlar işin temeli. Böyle bir söyleme ihtiyacımız var, bu dikkatlere ihtiyacımız var, ama bu yetmez, ayrıca bir şeye daha ihtiyacımız var. Neye ihtiyacımız var? Devletin güvenlik güçlerinin etkin, tarafsız, güvenilir bir şekilde işlediğini görmeye ihtiyacımız var. Eğer, devletin güvenlik güçleri yaşanan, yaşanmış olan ya da gelecekte yaşanabilecek olan olaylar karşısında gereken etkili, güvenilir tavrı sergileyemez ise, söylemle falan da Türkiye’nin sorunlarını aşması mümkün değildir. Bakınız bugün, bütün Türkiye nasıl bir manzarayla karşı karşıya kaldı? Öğrendik ki, Hrant Dink cinayetinin ihbarını 11 ay önce emniyete birisi yapmış, il emniyetine yapmış, oradan Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğüne bu konu intikal ettirilmiş, İstanbul Emniyetine konu intikal ettirilmiş “bunu vuracaklar” diye. Vuracak olanın kim olduğu, hangi grubun, hangi ekibin, hangi örgütlenmenin, hangi çeteleşmenin bu işin içinde olduğu ifade edilmiş. İlgililerle ilgili hiçbir ciddi soruşturma yok, hiçbir gözaltı yok, hiçbir tutuklama yok, hiçbir tedbir alma yok böyle bir olasılığa karşı, olayı ciddiye alarak, eyvah bu geliyor, buna karış tedbir alalım diye bir önlem alınması yok, olay çıktıktan sonra da yine bu konu örtbas edilmek istenircesine gözden uzak tutuluyor, ancak bölüp pörçük belli medya kuruluşlarına bilgiler akmaya başladıktan sonra ikinci halka, üçüncü halka devreye giriyor. Değerli arkadaşlarım, bu olmaz, yani bu manzara karşısında kimse, efendim, müfettiş gönderdik, müfettiş konuyu inleyecek, o incelemenin seyrine göre gerekeni yapacağız diyerek bunu geçiştiremez. Bunun ihbarı on bir ay önce yapılmışsa ve o ihbar doğrultusunda ortaya bu cinayet çıktıysa, bunun hesabını başta Başbakan olmak üzere iktidar vermek zorundadır. (Alkışlar) Yani, bu ihbar kime yapıldı? Bu ihbarı yapanlar, bu ihbar karşısında ne yaptılar, ne yapmadılar, bunun değerlendirmesini Türkiye yapmadan bu konuları aşabilir mi? Önümüzdeki günlerde daha çok böyle tuzaklar bize kurulacak, daha çok böyle sıkıntılı günler yaşayacağız, bunların içinden çıkabilmemizin yolu, hiç kuşku yok ki, sağlam bir emniyet teşkilatı, sağlam bir güvenlik teşkilatı ve onunla verimli, etkili çalışan bir yargı ve bütün bunlara kol kanat geren, bunları oluşturan saygıdeğer bir siyasi iktidar, hepsi bir arada olursa bu iş olur. (Alkışlar)


Tavşana kaç tazıya tut, “o anlaşıldı, örgüt yok” diyen emniyet yetkilileri, daha ortada hiçbir şey yokken, işine geleni alıp işine gelmeyeni tutup görmezlikten gelip, çifte standartlı atama politikaları izleyip, atama tutma politikaları, bu benim adamımdır bunu şu kritik yere getireyim, şu bir fırsattır anlayışıyla kadro boşaltma, tayin yapma çabaları bunlar çok yanlış işler. Bu yanlışı da Türkiye ödüyor. Türkiye’nin barışı, güvenliği., huzuru o nedenle ciddi şekilde sarsılıyor. Çok sakıncalı bir süreç işledi ve geldiğimiz nokta, maalesef çak kaygı verici bir noktadır. Burada yepyeni bir anlayışa, yaklaşıma ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bu olaylar öyle “gönderildi müfettiş izliyor” falan diye geçiştirilemez. Başbakanı, bakanı, siyaseti, en yukarıdaki emniyet teşkilatı, üst yönetimi, daha düne kadar genel müdür yoktu emniyetin, vekâletle idare edilen genel müdür, oradan alınıp buralara getirilen güvenlik yetkilileri, bütün bunların sorgulanması lazım, bütün bunların çok ciddî şekilde ele alınması lazım. Eğer bu ele alınmazsa, herkes tek taraflı suçlamalarını kendi siyasi mücadelesini olayı fırsat sayarak, onun üstünden götürmeye çalışır, birileri dışarıdan Türkiye’yi birbirine düşürmeye çalışır, buna kesinlikle göz yumamayız.


Değerli arkadaşlarım, bugün gelen bir habere de dikkatinizi çekeyim. Yıllardan beri sürdürülen, çok büyük paralar harcanarak tamamlanan Bolu Tüneli’nin açılmış olan yönü de bugün kapatılmıştır. Yani, geçen hafta Salı günü İtalyan Başbakanının, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının katılımıyla birlikte gösterişli bir şekilde dünyaya ilan ederek gerçekleştirilen o açılış töreninin haftasında, bu zaten iki gidişten birisi açılmıştı, açılmış olan da kapanmıştır. Hemen kazalar olmaya başlamıştır. Hatırlayacaksınız, törenden önce inşaat firması, yabancı İtalyan inşaat firması “açılışa hazır değildir. Açılışın sorumluluğunu biz üstlenmiyoruz” diye resmî, yazılı müracaat yapmıştı. Bir devleti, bir iktidarı, bir ülkeyi bu duruma sokmaya kimin ne hakkı var? Yani, göz göre göre bir gösteriş yapacağım, propaganda yapacağım diye yel yepelek koştunuz, açılışı yaptınız, bir hafta sonra tünel kapandı. İşte bu, bu iktidarın anlayışı, yaklaşımı, iş tutma tarzı. Yani, hızlı tren modeli, alt yapısı oluşturulmadan, şartları, gerekenler yapılmadan “hadi bakalım, yaparız, ederiz” havasıyla, reklama dönük çabalarla yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. Kendilerini bulaştırdıkları yetmiyor, bütün dünya fark ederse, bunu Türkiye’ye yönelik bir eleştiri konusu haline de dönüştürecektir diye düşünüyorum.


Değerli arkadaşlarım, bakınız iki Türkiye tablosu var. Tablolardan birisi medyaya yansıyan tablo, her şey güllük gülistanlık, iktidar gayet iyi, Türkiye’nin meseleleri hiç önem taşımıyor, Cumhurbaşkanı konusu, acaba kendi aralarında nasıl paylaşılacak, o mu alacak, bu mu alacak, o da alsa olur, bu da alsa olur anlayışı içinde medyamız, bu işi yumuşak yumuşak götürüyor. Hiçbir mesele yok, her şey gayet iyi gidiyor anlayışı içindeyiz. Ekonomi gayet yolunda, rayında anlayışıyla gidiyor. Herkes birbirini yağlamaya, ballamaya devam ediyor, bu bir Türkiye manzarası. Bir Türkiye manzarası daha var, o da Anadolu’da yaşanan manzara, Anadolu gerçeği. Herkesin şunu çok iyi bilmesini istiyorum: Anadolu gerçeğiyle medyanın yansıttığı bu manzara arasında hiçbir ilişki yoktur. Anadolu’da herkes gerçeklerin farkındadır, neyin ne olduğunu çok iyi bilmektedir ve bu iktidarın, bu iktidarın etrafında kurulmuş olan çemberin nasıl döndürüldüğünün farkındadır ve bunun hesabını da önümüzdeki ilk seçimde net bir şekilde soracaktır. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, hep söyleriz, her seçimde bir sürpriz var diye. Aslında, bu niye sürpriz biliyor musunuz? Medya gerçeği yansıtmıyor, farklı bir tablo koyuyor, onun için sürpriz oluyor. Sürpriz mürpriz yok, medyanın ortaya koyduğu tablo ile vatandaşın sandıkta koyacağı tablo birbiriyle çelişiyor; inanmayın buna, gerçeği göreceksiniz diye uyarı yapma ihtiyacını hissediyoruz. Evet, gerçekten gittiğimiz her yerde bu yenilenme ihtiyacını, Türkiye’ye bir taze başlangıç yaptırma iradesini, Türkiye’nin iç politikada, dış politikada kimliğinin yok sayılmasını, itilip kakılmasını, her türlü hukukunun, hakkının elinden alınmasını, vatandaşın ezilmesini, ülkenin soyulmasını, devletin bölünmesini öngören bu süreci reddetme kararlılığı bütün Türkiye’de kendisini gösteriyor. O nedenle biz, bu seçime çok net bir ifadeyle giriyoruz. Halkı ezdirmeyeceğiz, ülkeyi soydurmayacağız, devleti böldürmeyeceğiz. (Alkışlar) Önümüzdeki dönemde yeni bir sayfa açılacaktır.


Türkiye’de siyasetçiler gelir geçer, Türkiye’de bürokrasi ülkenin konumundan çok büyük ölçüde sorumluluk taşıyan bir temel kurum durumundadır. O nedenle bürokrasinin böyle değişim dönemlerinde yanlışlara kesinlikle karışmama, doğru bildiğini sahiplenme ve ülkenin hakkını, hukukunu koruma konusunda çok büyük bir sınav vermesine ihtiyaç vardır. Bürokrasimizi dikkatle izliyoruz. Bürokrasimizin atacağı adımları dikkatle değerlendiriyoruz ve herkesi sorumlu davranmaya, Türkiye’ye sahip çıkmaya, Türkiye’nin haklarına, hukukuna sahip çıkmaya çağırıyoruz. Yapılan yanlışlıklar kimsenin yanında kalmaz, gün gelir bunların hepsinin hesabı sorulur; siyasi hesabı da sorulur, bürokratik hesabı da sorulur. (Alkışlar)


O nedenle ben, Türkiye’deki bu yeni dönemin açılımına, oluşumuna hepimizin, vatandaşımızın, siyasetçilerimizin, bürokrasimizin, aydınlarımızın, medyamızın herkesin üzerine düşen katkıyı vermesi gerektiğine inanıyorum, bunu bekliyoruz. Türkiye’miz bunu hak ediyor, inşallah, bunu hep beraber başaracağız, gerçekleştireceğiz.


Hepinize teşekkür ederim, sevgiler, saygılar sunarım. (Alkışlar)