Thursday, October 04, 2007

GENEL BAŞKAN BAYKAL TBMM’DE GÜNCEL OLAYLARI DEĞERLENDİRDİ VE “BİZ CHP OLARAK BİR MİSYON PARTİSİYİZ. BİZ BİR KAPKAÇ PARTİSİ DEĞİLİZ”


-“CHP’den birilerinin çok rahatsız olduğunu, kafalarındaki projelere yönelik olarak en büyük engel olarak gördüklerini biliyorum. Bu engeli ortadan kaldırabilmek için de mümkün olan her şeyi yapacaklarından, yapmakta olduklarından hiç kuşku duymuyorum. Ama, bunların karşısına inançla ifade etmeliyim ki, biz CHP’liler görevimizi de, misyonumuzu da biliyoruz. Bizi etkisizleştirmeye, dağıtmaya, parçalamaya yönelik planları, desiseleri ortaya koyanlar, bunun için insanların içindeki tatminsizlik duygularını, insanların içindeki ihtirasları, insanların içindeki özlemleri gıdıklayanlar, kullananlar mahkûm olacaklardır”

-“AKP’nin hazırlattığı taslakta Atatürk’ü tasfiye var. Laikliğin içini boşaltma var. Eğitim dilini Türkçe olmaktan çıkarmak var. Bu,Türkiye’nin ulusal bütünlüğünün temeline yerleştirilmiş bir mayındır, bir C – 4’tür, bir patlayıcı maddedir. Taslağın dördüncü amacı ise, yargıyı siyasetin denetimi altına almak, vesayeti altına almak...”

-“Mahalle baskısı var mı, yok mu tartışılıyor. Bunu söyleyenler, devlet baskısı var demekten çekinenlerdir. Olayın özü devlet baskısıdır. Eğer bugünkü iktidar olmasa, bir başka anayasaya inanan iktidar olsa Türkiye’de böyle bir mahalle baskısı mı olur?”

-“Bunların da bir anlamı yok, bir önemi yok diye kendimizi aldatmamız mümkün olmaktan çıkmıştır. Bir yanlışlık var, bir olumsuzluk var, bir sıkıntı var. Bu sıkıntı işin özündedir, kaynaktadır, iktidarın özündedir, bu sıkıntı bizzat Başbakanın zihninin içindedir”

-“Sayın Gül, Cumhurbaşkanlığı makamının yanlışlıkları frenleyen, denetleyen, dengeleyen bir işlev yapma şansını ortadan kaldırmaya başlamıştır ve ne yazık ki, Çankaya AKP iktidarının noterliği konumuna dönüşmeye başlamıştır”

-“Seçim öncesi, Temmuz ve Ağustos sonuna kadar dağıtılan kartlarla yeşil kartlı sayısı 14 milyon 30 bin 969’a çıkmıştır. Seçim sonrası 5 milyon 347 bin 554 yeşil kart iptal edilmiştir”

-“Bu seçimde para, Türkiye’nin bugüne kadar gelmiş geçmiş seçimlerin hiçbirisinde kullanılmamış ölçüde tek taraflı olarak kullanılmıştır. Paranın hükümranlığı altında bir seçim gerçekleştirilmiştir”

-“Para demokrasiyi yozlaştırır. Yanlış kullanılan para, kaynağı belirsiz para, çok para, seçmenin iradesini almaya yönelik harcanan para demokrasiyi kokuşturur, yozlaştırır, bu olmuştur”

İletişim Koordinatörlüğü ( Ankara )-Genel Başkan Deniz Baykal TBMM’de, CHP Grup Genel Kurulu’nda güncel olayları değerlendirirken, “Biz CHP olarak bir misyon partisiyiz. Biz bir kapkaç partisi değiliz” dedi. Genel Başkan Baykal görüşlerini şöyle açıkladı.


CHP Genel Başkanı Deniz BAYKAL – Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum.

23. Parlamento Döneminin ilk resmî açılışından sonraki grup toplantımızı yapıyoruz. Geride bıraktığımız bir önemli seçim var. Cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleştirildi, hükümetin kuruluşu tamamlandı, hükümet güvenoyu aldı ve görevi başındadır. Seçim sonrası siyasi yapılanma tamamlanmış gözüküyor. Arkamızda bir önemli seçim var. Bu seçim sonucunda da ortaya çıkan bir tek partiye dayalı hükümet var.


Değerli arkadaşlarım, genellikle seçimlerden sonra ülkelerin toplumsal yaşamı, siyasal yaşamı yeni bir umut ve iyimserlik rüzgârının estiği, olumlu bir havanın ortaya çıktığı bir döneme yol açarlar. Biz önemli bir seçimi tamamladık, ama geldiğimiz noktada, ne yazık ki, Türkiye’de iyimser, olumlu, umutlu bir atmosferin bu seçimden sonra şekillenmiş olduğunu söyleme olanağımız yoktur. Tam tersine Türkiye’de bu seçimlerden sonra oldukça yaygın bir karamsarlığın, bir umutsuzluğun ortaya çıkmaya başladığını, Türkiye’ye yönelik değerlendirmelerin ülkeye güven verecek bir ortam yerine, ülkeyle ilgili tereddütlerin ve kaygıların artmasına yol açan bir görüntünün oluşmasına bu seçimlerin katkı verdiğini görüyoruz.


Değerli arkadaşlarım, bu elbette üzüntü verici, kaygı verici bir tablodur. Bu tablo, Türkiye’nin dünyadaki konumunu, anayasal rejimini, ülkenin kendi iç barışını çok yakından ilgilendiren pek çok soruyu gündeme getirmektedir ve ortaya çıkan tablo ne yazık ki, bir rahatlamanın, bir ferahlamanın, bir güvenin ortaya çıkmasına değil, tam tersine kaygıların yoğunlaşmasına, gelecekle ilgili tereddütlerin artmasına neden olmuştur. Bu bir seçimden sonra nadiren görülen bir tablodur. Bu seçimden sonra Türkiye böyle bir olumsuz kamuoyu ortamının etkisi altına ne yazık ki girmeye başlamıştır.


Türkiye’de seçimlerden sonra elbette muhalefet olarak biz beklediğimiz sonucu alamadık. Bunun derin üzüntüsünü yaşadık, bunun sıkıntısı içindeyiz, bunun rahatsızlığını yaşamaktayız ama görüyorum ki, iktidara oy vermiş olanlar da verdikleri oydan dolayı iftihar eder, oylarıyla övünür ve ortaya çıkan tablodan mutluluk duyar bir manzara sergileyemiyorlar. Türkiye’de bu tartışılması ve aydınlığa kavuşturulması gereken bir çelişkiyi ortaya koyuyor. Elbette bu seçim çok tartışılacaktır. Bu seçim nasıl böyle şekillenmiştir, niçin böyle bir tablo ortaya çıkmıştır, niçin seçimden sonra seçimi kazanan partiye oy verenler verdikleri oyla iftihar edemez bir noktaya gelmişlerdir? Bu elbette irdelenecektir, sorgulanacaktır. Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirmeye bu aşamada belki gerek yok, ama iki noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu seçimde para, Türkiye’nin bugüne kadar gelmiş geçmiş seçimlerin hiçbirisinde kullanılmamış ölçüde tek taraflı olarak kullanılmıştır. Paranın hükümranlığı altında bir seçim gerçekleştirilmiştir. Sadece kamu kaynaklarına dayalı bir para harcamasını kastetmiyorum. Elbette kamu kaynakları da bu seçimde olağanüstü ölçüde seferber edilmiştir ve adaletli, gerçekten demokratik bir seçimin gerçekleştirilmesini engelleyecek nitelikte tek taraflı olarak para hâkimiyeti tesis edilmiştir. Bu konuda çok ciddi bir aydınlanmaya ihtiyaç vardır. Çünkü, demokratik sürecin en temel unsurlarından birisi siyasetin finansmanının şeffaf, denetlenebilir olmasıdır. Siyasetin finansmanının nereden kaynaklandığı, ne kadar bir kaynağın seferber edildiği konusunun aydınlığa kavuşturulması ülkedeki rejimin gerçekten demokratik olup olmadığının ortaya konulması açısından büyük önem taşımaktadır ve bu Türkiye’de irdelenmesi gereken bir noktadır. Hepimiz günlük yaşamımızda bunu biliyoruz, nasıl bir para kullanımının bu seçimde gerçekleştiğini, bu seçime katılmış, bu seçime gözlemci olarak izlemiş bütün insanların söyleyebileceği çok şey vardır. Olağanüstü para kullanılmıştır ve gelmiş geçmiş seçimlerin hiçbirisinde bu ölçüde hunharca, bu kadar acımasız, bu kadar kuşkulu mali kaynaklar seçimi kazanmak için seferber edilmemiştir. Bu çerçevede size kısa bir hatırlatma yapmak isterim: Bizim Seçim Kanunumuzun 152’nci maddesi, seçimlerde vatandaşa oyunu almak için yol parası vaat etmeyi dahi üç yıla kadar hapisle cezalandırılması gereken bir suç olarak tanımlamıştır. Yemek vermeyi, seçime yönelik olarak yemek vermeyi, oyunu temin etmek için yemek teklif etmeyi teklif düzeyinde kalmış olsa dahi üç yıla kadar cezalandırmayı öngörmüştür. Bu seçimde hepimiz, nasıl parti kaynağının, parti kaynaklarının arkasında kim bilir hangi kaynakların Türkiye’de vatandaşın siyasi iradesini etkilemek ve yönlendirmek için hunharca kullanıldığını hepimiz çok iyi biliyoruz.


Değerli arkadaşlarım, demokraside siyasetin sağlıklı işlemesinin temel koşullarından biri siyasetin finansmanının net, şeffaf, denetlenebilir ve makul düzeyde olmasıdır, birbiriyle eşit düzeyde olmasıdır. Bugün Avrupa demokrasilerinin herhangi birisinde Türkiye’de kullanıldığı ölçüde bir para kullanımı, seçmene yönelik, kişisel çıkar sağlamayı amaçlayan bir para kullanımı hiçbir şekilde mümkün değildir. Buna teşebbüs eden siyasi partiye derhal en ağır yaptırımlar uygulanır. Demokrasinin güvencesi çünkü paranın milletin iradesini, vatandaşın iradesini ifsad etmemesini, iğfal etmemesini güvence altına almaktır. Parayla vatandaşın iradesi ifsad edilirse, iğfal edilirse ortaya çıkan sonucun demokratikliği çok ciddi şekilde tartışılır. Demokrasi bir kalıptan ibaret değildir, bir yöntemden, bir biçimden, dört yıldan dört yıla sandık başına gidip oy vermekten ibaret değildir. Demokraside iradenin özgürce teşekkül etmesine saygı gösterme koşulu da vardır. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu temel bir konu. Bu konu çok irdelenecek. Demokrasi yozlaştırılmamalıdır. Para demokrasiyi yozlaştırır. Yanlış kullanılan para, kaynağı belirsiz para, çok para, seçmenin iradesini almaya yönelik harcanan para demokrasiyi kokuşturur, yozlaştırır, bu olmuştur. Demokrasiyi yozlaştıran bir başka olay da, demokraside inançların, dinin siyasi tercihi yönlendirmek için kullanılmasıdır. Yine bu seçimde Türkiye tarihinin hiçbir seçiminde tanık olunmadığı kadar yüksek düzeyde inançlar, din vatandaşın oyunu etkilemek için kullanılmıştır. Çok açık, çok net, hiç tartışma götürmez, hiçbir seçimde bu kadar din açıkça vatandaşın oyunu etkilemek için kullanılmadı. Cumhurbaşkanının niteliği dini konumuyla tarif edilerek vatandaştan oy istendi.


Değerli arkadaşlarım, böyle demokrasi, çağdaş bir demokrasi anlayışıyla hiçbir şekilde bağdaştırılamaz. Bu çok ciddi bir konudur. Demokrasimiz yozlaştırılmaktadır. Demokrasi, inançlarla, parayla etki altına alınarak işletilemez, işletilirse buna özgür vatandaşların, özgür insanların kendi özgür iradeleriyle katıldıkları bir seçim süreci olarak değerlendirmek kesinlikle mümkün olmaz. Bu çok temel bir olay. Bunu çok konuşacağız. Türkiye tehlikeli bir istikamete girmiştir. Artık demokratik yarışın çok ciddi şekilde irdelenmesi, tartışılması zorunlu hâle gelmeye başlamıştır. Bütün dünya niçin para kullanılmasını, bu ölçülürde bu şekilde para kullanılmasını yasaklıyor? Yasaklıyor, niye yasaklıyor? Niçin bizim Seçim Kanunumuzun 152’nci maddesine, başka ülkelerden alınarak o maddeler konuluyor? O maddeleri uygulama imkânı var mı şimdi Türkiye’de?


Değerli arkadaşlarım, tasavvur edilemeyecek kadar geniş imkânlar, devlet imkânları ve karanlık kaynaklar bu seçimde kullanılmıştır. 152’nci madde, devletin vatandaşa kamu hizmeti getireceğim vaadiyle oy talep edilmesini de aynı şekilde cezalandırıyor. Yani dozeri, grayderi köyün yolunun başına çekip “seçimde oy ver, sana yol yaparız” demeyi de yasaklıyor. Şimdi, bunların Türkiye’deki siyasi realite ile bağdaştırılır bir hâli var mı? Dünyadaki siyasi pratikle, demokratik ülkelerdeki siyasi uygulamayla bu tablonun bağdaştırılır, uzlaştırılır, izah edilebilir bir tarafı var mıdır? Olmasın canım, bizde demokrasi böyle oluversin. Bizde demokrasi böyle. Bize göre demokrasi, size göre demokrasi olmaz. Eğer bu temel ilkeyi ihlal etmeyi göze alırsanız bunun altından kalkamazsınız. Bakınız size bu çerçevede bir küçük gelişmeyi yansıtmak istiyorum, bu yeşil kart uygulaması.


Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız günlerde, seçimlerden önce, seçime giden süreçte 2007 Mart ayından başlamak üzere seçim sonucunun alındığı Temmuz ve Ağustos sonuna kadar olan süreçte dağıtılan yeşil kartlarla yeşil kartlı sayısı 14 milyon 30 bin 969’a çıkmıştır. Yani seçimlerden sonra 14 milyon 30 bin 969’a yeşil kart sayısı çıkmıştır ve 31 Ağustos tarihi itibarıyla bunların 5 milyon 347 bin 554’ü iptal edilmiştir. Yeşil kart aylık geliri net asgari ücretin yarısından az olan kişilere verilir. Seçimlerden sonra yeşil kartı iptal edilen vatandaşların geliri mi arttı ki 5 milyon vatandaşımızın yeşil kartları iptal edildi? Yoksa onların gelirleri zaten bunun üzerindeydi de seçime giden süreçte onlara bu yeşil kartlar ek olarak mı verildi? Değerli arkadaşlarım, bu kararla hükümet, 5 milyon 347 bin vatandaşın yeşil kartı, hak etmediği hâlde, ona dağıttığını aldığı bu kararla itiraf etmiştir. Şimdi, bu yeşil kartları kim, hangi gerekçeyle dağıttı ve hangi gerekçeyle seçimden sonra bu yeşil kartları iptal edildi? Yeşil kartları iptal edilen vatandaşların büyük bir kısmı kendi yeşil kartlarının iptal edildiğinden habersiz şu anda. Ne zaman haberdar olacak? Allah göstermesin, hastalandığı bir ihtiyaç ortaya çıkıp bir sağlık kurumuna başvurduğu zaman “ver yeşil kartını” diyecekler, iptal diyecekler, ilgili kişi gerçeği görecek. Henüz daha fark etmedi insanlar. Yeşil kart iptallerinin yapıldığı bazı illerle ilgili rakamsal bilgi vermek istiyorum. Adana’da 228 bin 937 yeşil kart iptal edilmiştir. Diyarbakır’da 246 bin 847 yeşil kart iptal edilmiştir. İstanbul’da 272 bin 629 yeşil kart iptal edilmiştir. Şanlıurfa’da 227 bin 276 yeşil kart, Karaman’da seçimden önceki yeşil kart sayısı 51.540. Karaman gibi nüfusu çok fazla olmayan ilimizde seçimden sonra 17 bin 927 yeşil kart iptal edilmiştir.Karaman gibi az nüfuslu bir ilde 193 bine kadar iptale rastlanmıştır. Mardin’de 159 bin 453 yeşil kart iptal edilmiştir. Hatay’da 159 bin 927 yeşil kart iptal edilmiştir. Gaziantep’te 179 bin 694 yeşil kart iptal edilmiştir. Erzurum’da 137 bin 646 yeşil kart iptal edilmiştir. Ankara’da 155 bin 381 yeşil kart iptal edilmiştir. Ağrı’da 186 bin 290 yeşil kart iptal edilmiştir. Adıyaman’da 103 bin 195 yeşil kart iptal edilmiştir. Değerli arkadaşlarım, bu, bu seçimlerde demokrasi dışı, hukuk dışı kullanımların somut bir örneği olarak dikkatinize sunulmuştur. Örnekler bundan ibaret değildir, bu konuda yapılacak bir çalışmanın bizi nasıl bir tabloyla karşı karşıya bırakacağını hepimiz çok iyi biliyoruz.


Değerli arkadaşlarım, seçimden önce Türkiye’nin çok ciddi sorunları vardı. Bu sorunlar seçimden sonra daha da ciddileşerek var olmaya devam ediyor. Bu seçimler Türkiye’nin temel sorunlarının çözümüne ne yazık ki katkı getirmemiştir. Terör Türkiye’nin temel bir konusu idi. Terör bugün de yine Türkiyemizin en temel konularından birisi olmaya devam ediyor. Birkaç gün önce Şırnak’ta, Beytüşşebap’ta 12 vatandaşımızı kaybettik. Alçakça bir tarama, saldırı sonucunda 12 sivil insanımız göz göre katledildi. Birkaç saat önce İzmir’de Buca’da, Şirinyer’de bir büyük patlama oldu, 1 vatandaşımızı kaybettik, 5 yaralımız var.


Değerli arkadaşlarım, terör tüm hızıyla devam ediyor. Terör sadece bunu yapan insanların doğrudan teröre karışmış olan insanların izlenmesiyle ve değerlendirilmesiyle çözülebilecek bir konu değildir. Terörün arkası vardır, terörün siyaseti vardır, terörün hamileri vardır, terörün dostları vardır, terörü kamufle edenler vardır, teröre destek verenler vardır, silah verenler vardır, patlayıcı verenler vardır, teröristleri saklayanlar vardır. Olay karmaşıktır, bir bütündür ve iktidarların görevi, karşılaştığımız olayın bütün bu yönlerini dikkate alarak hepsine yönelik uyumlu, tutarlı, kararlı, etkili önlemler almak ve bunu etkili şekilde uygulamaktır. Terörün içeriğiyle ilgili tarafı vardır, dışarıyla ilgili tarafı vardır, hepsi bir bütündür. Bugün bu kadar karmaşık terör manzarası içinde Türkiye’de ne oluyor? Biz, terör sözünü acaba kullanmasak da onun yerine daha yumuşak “şiddet” sözünü kullansak daha makul olur mu diye bir arayış içine giriyoruz. Türkiye’de terörün yerine şiddeti ikame etme çabaları sürdürülüyor ve çok açık, çok net bir şekilde teröre terör dememeyi siyaset olarak, meşru siyaset olarak kabul edip uygulama anlayışı Türkiye’de yürürlüktedir. Böyle bir şey olamaz. Terörün siyasetle hiçbir ilgisi yoktur. Hiçbir kişi, kendi yandaşıdır ya da kendi siyasi tercihiyle uyumlu ilişki içindedir diye terör eylemine karışmış, bulaşmış hiçbir çevreyi mazur görme hakkına sahip değildir. Teröre kol kanat gerenler bir süre sonra terörün kurbanı hâline dönüşmek zorunda kalırlar. Terör ortamını teşvik eden bir anlayış, bir yaklaşım hiçbir toplumu hiçbir yere götüremez. Maalesef, terör karşısındaki bu gevşek yaklaşımı bir siyasi hesapla takip etme zihniyetinin ülkemizde ne kadar yaygınlaştığını görüyoruz. Türkiye bu tartışmaları bir an önce aşmak zorundadır. Bakınız terör konusunda ta başından beri -artık söyleye söyleye biz artık bıktık- konunun kaynaklarını anlattık, önemini anlattık, alınması gereken tedbirleri anlattık, yapılan yanlışlıkları anlattık, ama hâlâ aynı anlayışın devam etmekte olduğunu görüyoruz. Birkaç gün önce terörle mücadele etmek için kurulduğu söylenen Özel Çalışma Grubunun Amerikalı Temsilcisi Ralston istifa etti. Bir süre önce de Ralston’un Türkiye’deki muhatabı Türk Generali, bildiğiniz gibi Sayın Başer “bu bir işe yaramıyor” diye istifa etmişti. O istifa “bu bir işe yaramıyor” demişti. Bu, “bu mekanizma bir işe yaramıyor” dediği için hükümet onu görevinden almıştı. Bir süre önce yenisini tayin ettiler, ama bu defa Amerikalı Ralston “bu bir işe yaramıyor. Ben, bunun bir parçası olmayı uygun görmüyorum” dedi ve o da istifa etti. Ne oldu? Türkiye bir yılı aşkın bir süre bu mekanizmayla terör konusuna bir çare bulacağı umudu, anlayışı içinde oyalandı, durdu, zamanı harcadı, ortada hiçbir şey yok. Yapılması gereken şeyler belli, neyin yapılması gerektiği açık, ortada. Bir süre Irak’la bu konuda bir işbirliği zemini oluşturma çabaları götürüldü. Irak Başbakanı geldi. Uzun müzakereler yapıldı. Bu müzakere içindeyken Kuzey Irak’taki yetkililer “biz bunu kabul etmeyiz “diye açıklamalar yaptılar. Başbakan burada Türkiye ile müzakere ediyor ve anlaşma imzalanamadı. Arkasından İçişleri Bakanı geldi. İçişleri Bakanı ile müzakere yapıldı. Şimdi, o müzakerelerde biz çok sakıncalı, çok yanlış bir iş yaptık ve Birleşmiş Milletler şartının bize tanıdığı, hiçbir ülkenin icazetine ihtiyaç göstermeyen sıcak takip hakkını onların onayıyla kullanma çabası içine girdik. O onayı vermediler. Sıcak takip konusu bir kenara bırakıldı ve genel bir anlaşma yapıldı. Anlaşma, terörle Irak’ın mücadelesini sağlamaya yönelik bir anlaşma. Bu bir tiyatro değerli arkadaşlarım, bunun hiçbir ciddiyeti yok. Yaşadığımız gerçekler çok açık, çok net ortada ve bugün geldiğimiz aşamada Irak’ın Türkiye’deki PKK terörüne karşı tedbir alma zihniyetinde olmadığı, bu kararlılıkta olmadığı, bu anlayışta olmadığı artık açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ama, hâlâ bizim hükümet, bunlara bel bağlayarak, bunlarla bu soruna çözüm aramaya gayret eden bir yaklaşım içinde devam ediyor. Bununla hiçbir yere varmak mümkün değildir. Bu bir çıkmaz yoldur. Türkiye kendisine yönelik terör karşısında uluslararası hukukun tanıdığı hakları kullanma kararlılığı içine ciddiyetle girmeden etkili bir sonuç alma şansına sahip değildir ve ne yazık ki bu yoktur, Türkiye’nin böyle bir kararlılık içine girmesi sağlanamamıştır, ülkeyi yönetenler bu ihtiyacı kavramamıştır. Ülkeyi yönetenlere dışarıdan yön verenler, “sakın ha, öyle yapmayın” diye bizim hükümeti eli kolu bağlı bir hâle getirmeyi başarmışlardır ve Türkiye, işte birkaç gün önce 12 vatandaşımızı, bugün birkaç saat önce de Buca’daki, Şirinyer’deki o patlamayla yine 1 vatandaşımızı kurban verme durumuna maalesef gelmiştir. Bu çok acı bir tablodur. Çaresiz bir tabloyla karşı karşıyayız. Bu hükümetin, Türkiye’deki terör sorununa bir etkili çözüm getirme olanağı, maalesef hiç yoktur. Bütün bunların ötesinde şimdi neler görüyoruz Irak politikasında? “Irak’ın toprak bütünlüğüne saygılıyız” diye ısrarla demeç üstüne demeç veren Amerikalı yetkililer, şimdi bu tavırlarını bir kenara bırakmışlar ve kongreden 26 Eylül’de bir karar tasarısı geçirerek Irak’ın çok gevşek, dağılmaya, her an parçalanmaya elverişli bir yapıya geçirilmesi için kongrede karar çıkarmışlardır. Artık Irak’ta parçalanma bir realite hâline gelmeye başlamıştır. Amerika’da bir tutum değişikliği söz konusudur.


Türkiye bu manzarayı gösterirken benzer durum İran’la ilgili olarak da var. İran’da PKK’nın bir başka türünün, Pejak’ın saldırılarına muhatap oluyor. İran ne yapıyor, özel koordinatör mü arıyor? Irak yetkilileriyle umutsuz, kaçınılmaz bir şekilde sonuçsuz kalacağı bilinen müzakerelere mi kendisini kaptırıyor? Onlarla mı uğraşıyor? Tedbirini alıyor. Ne oluyor? Türkiye’de tedbir alırsak her türlü tehdidi yapan Irak’lı yetkililer İran’ın aldığı tedbirler karşısında seslerini bile çıkarmıyorlar.


Değerli arkadaşlarım, tablo bu. Bu tablo yaşanırken Sayın Başbakan Amerika’da uzun bir aile içi mutluluk tablosu sergiledi, bütün Türkiye’den hepimiz onu zevkle, ilgiyle izledik. Çok mutlu olduk. Başbakanın mutluluğundan sevinç duyduk. Ama Başbakan orada aile içinde mutluluk yaşarken Türkiye’de bu olaylar yaşanıyordu, bu cinayetler işleniyordu, bu saldırılar yaşanıyordu ve Türkiye’nin Başbakanı, maalesef bu tablo karşısında ciddi bir Amerikalı yetkiliyle bir araya gelip Türkiye’nin rahatsızlığını, üzüntüsünü, sıkıntısını dile getirme imkânını dahi bulamıyordu. Bir muhatap bulamaz hâle gelmişti ve bu sorunları Amerika’ya aktaramadık, bu şikâyetlerimizi söyleyemedik. Terörle mücadele konusunda Türkiye’ye yönelik uygulanan aldatmacanın devam etmekte olduğuna tanık olduk. Başbakan etkili çalışmalar yapamadı, ama “PKK’da Amerikan tankları var” dedi. Tabii bir Başbakanının ağzından böyle bir somut iddia ortaya çıkınca herkes bunun kanıtlanmasını bekledi. Ama anlaşıldı ki, Başbakanın haber kaynağı, Türkiye’nin istihbarat birimleri yada uluslararası güvenilir kaynaklar değil, gazeteler öyle söyledi, birileri öyle ifade etti demekten ibaret kalmıştır. Bu da Türkiye’nin bu konulardaki kararlı ve ciddi olması gereken tavrına, haklı olduğumuz konuda haklılığımızı tam yansıtacak tavırlar takınmak zorunda olduğumuz bir noktada gerçekten çok ciddi bir rahatsızlık getirmiştir.


Tabii, değerli arkadaşlarım, seçimden sonra Türkiye dünyadaki konumunu yeniden güçlendirecek, yeniden pekiştirecek, tartışmalarını geride bırakacak, önünü açacak, ne yapacağını bilen bir ülke hâline dönüşecek diye umut edilirken, maalesef seçimlerden sonra Türkiye’ye uluslararası ortamda sergilenen tavır hepimizi ciddi şekilde rencide etmiştir. Önce Başbakanının Amerika’da katıldığı bir toplantıda partnerleri olarak Zimbapve benzeri Afrika ülkelerinin, demokrasiye yeni geçmeye çalışan ülkelerin münasip görülmüş olması Türkiye’de, Türkiye’ye bunlar nasıl bakıyorlar sorusunun doğmasına neden olmuştur. Dünyanın Türkiye’ye yönelik bakışıyla ilgili sorgulama ihtiyacımız sadece bu tip olaylarda ortaya çıkmış değildir. Kısa bir süre önce anlaşılmıştır ki, Avrupa Birliği madeni paralarından Türkiye haritasını çıkarma kararını almıştır. Daha önce Türkiye kısmen dahi olsa madeni erolarda yer alırken, artık buna gerek yok diye haritalar yeniden düzenlenmiştir, düzenlenen haritada da Türkiye haritanın dışına çıkarılmıştır.


Değerli arkadaşlarım, bunları küçük simgesel olaylar diye izah etmek imkânımız yoktur. Maalesef, Türkiye’ye yönelik bakış açısının çok ciddi şekilde rahatsızlık verici bir duruma dönüşmeye başladığına hepimiz görüyoruz. Bu tablo, içine girmekte olduğumuz Anayasa tartışmalarıyla daha da ağırlaşacak gibi gözüküyor.


Değerli arkadaşlarım, bir ülke sürekli olarak Anayasa tartışmaları içinde yaşıyor ise biliniz ki o ülkede istikrarın alt yapısı ve şartları oluşmamıştır. Anayasa konusunda kafasını rahatlatamamış, netleştirememiş, duygularını netleştirememiş bir ülkenin durmuş, oturmuş istikrarlı bir ülke olduğunu söylemek olanağı maalesef yoktur ve Türkiye, ne yazık ki, sürekli olarak bir Anayasa tartışmasının içine ısrarla çekilmektedir. Türkiye’nin Anayasa tartışmalarıyla ilgili içinde bulunduğu tabloyu şöyle anlamamız mümkündür: 1961 Anayasası, Türkiye’de toplumun çok geniş kesimlerinin büyük bir sahiplenme içine girdiği bir temel yasa idi, fakat ne yazık ki o Anayasa etrafında da tartışmalar ısrarla sürdürüldü ve 1982 yılında Türkiye yeni bir Anayasa ile askeri dönemin içinde Anayasa ile karşı karşıya geldi.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye’de bir Anayasa tartışmasını bu hükümet özellikle seçimden sonra hızlandırarak gündeme taşımıştır. Bu arayışın altında ne vardır? Hangi temel ihtiyaçtan dolayı bu kadar müphem, belirsiz bir Anayasa tartışmasının içine Türkiye çekilmiştir? Anayasa tartışmasını gerektiren bir somut ihtiyaç varsa o ihtiyaç ortaya konulur, o ihtiyaç etrafında bir çalışma yapılır ve Anayasa sorunu en iyi şekilde çözülmek istenilir. Nitekim geçmişte bizim Anayasamızın pek çok maddesi 13 defa değişmiştir. Anayasamızın değiştirilen madde sayısı 75’i bulmuştur, mükerrer değişiklikle birlikte 90 defa değişmiştir, ama 75 maddesi üzerinde değişiklik yapılmıştır. Anayasamızın 177 maddesi vardır ve 16’da geçici maddesi vardır. Bunun 75 tanesi 96 defa, 96 yönden değişikliğe tabi olmuştur. Bu yapılan değişiklikler hepimizin mutlulukla sahip çıktığı değişikliklerdir. Ne gibi değişiklikler? Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kaldırılması, idamın kaldırılması, adil yargılama hakkının getirilmesi, düşünce ve anlatım özgürlüğünün sınırlarının artırılması, kadın – erkek eşitliğinin pekiştirilmesi, Milli Güvenlik Kurulunun yapısının bir sivil genel sekreterin seçilmesini sağlayacak yönde değiştirilmesi gibi önemli, olumlu değişikliklerdir. Anayasamızın zaten bir kısmı değiştirilmesi gerekmeyecek, taa 1921 yılından beri devam eden maddelerdir. Değiştirilmesine yönelik herhangi bir makul ihtiyacı kimsenin hissetmemesi gereken, bir kısmı değiştirilmesi teklif dahi edilemez nitelikte olan maddelerdir. Şimdi bütün bunlar ortayken, daha dün 75 maddesini değiştirdiğimiz ve yaptığımız değişiklikten de mutlu olduğumuz halde, hiçbir şikâyetimiz olmadığı hâlde, bir kısmını değiştirmeye hiçbir şekilde gerek olmadığı halde bunun tümünü niye çöpe atacağız da yeni bir Anayasa yapacağız ısrarı vardır? Bunun gerçek nedeni nedir? Hangi ihtiyaçtan bu kaynaklanmaktadır? Gerçek bir yeni Anayasa hangi sorunu çözecek diye düşünülmüştür? Başbakana sorarsanız, Başbakan diyor ki, “Canım üçte 1’i değişti Anayasanın bütünlüğü kayboldu” diyor. Amerika’da Anayasa 250 yıla yakın bir süreden beri yürürlüktedir aynı Anayasa ve defalarca değişmiştir, ama hiçbir Amerikan siyasetçisi “Anayasamız çok değişti, bunu atalım, yenisini yapalım” diye bir talep yapma ihtiyacını hissetmemiştir. Anayasalar eskidikçe, süreklilik kazandıkça etkinlik kazanır, önem kazanır, değer kazanır. Yani eskidi, atalım anlayışı fevkalade yanlış bir anlayıştır eğer başka bir hesap yoksa. Başka bir hesap varsa, o hesabı açıkça ortaya koymak lazımdır. (Alkışlar) Maalesef o hesabın bulunduğu anlaşılıyor. Yani yeni Anayasa konusundaki tartışmaları AKP’nin, taze AKP’li bir hukukçu milletvekili açmıştır, hatırlayacaksınız “Atatürk’ün adını çıkarmak lazım” diye ilk talebini ortaya koymuştur. Gerçektende o doğrultuda bir çabanın Anayasaya yansıdığı görülmüştür. Şimdi ortada bir Anayasa tartışması var, ama Anayasa tartışması ile ilgili yapılmış çalışmaların sahibi yok. Böyle bir manzarayla karşı karşıyayız. Seçimden bu yana Türkiye Anayasa konuşuyor, Anayasa tartışıyor. Bunu gündeme getiren AKP yöneticileridir, bizzat Başbakandır, AKP’nin yöneticileridir, ama ortaya çıkan bir taslak da var, fakat bu taslağın sahibi yok. Bu taslak nasıl oluştu? Başbakan bir profesörü çağırdı ve ona bir anayasa siparişi verdi. Kim verdi? Başbakan verdi? Siparişi veren Başbakan. Siparişi alan profesör, böyle bir anayasa yapıldığına katkı vereceğini umut ettiği anlayıştaki bir kadroyu bir araya getirdi. Bu kadronun içinde İstanbul Hukuk Fakültesinin, Ankara Hukuk Fakültesinin, İzmir ve Anadolu’daki bütün üniversitelerimizdeki hukuk fakültelerinin hiçbir katkısı yoktur. Onların bu konuda hiçbir katkı vermesine ihtiyaç hissedilmemiştir. Türkiye’de bu konuları düşünmüş, taşınmış, katkı verebilecek yığınla insan vardır. Onların hiçbirisi bu çalışmaya davet edilmemiştir. Kapalı devre Başbakanının doğrudan siparişiyle bir profesör ve onun uygun gördüğü AKP anlayışında dar bir kadro bir çalışma yapmaya başlamıştır. Onlar bu çalışmayı yapmışlardır. Sonra bu çalışma, AKP’li hukukçularla takviye edilen bir ekip eliyle, esrarengiz bir havaya hangi mekanda bu çalışmanın yapılacağı büründürüldükten sonra Sapanca’da beş yıldızlı bir otelde bir araya gelerek bu çalışmayı yaptıkları anlaşılmıştır. Şimdi, bu hazırlığın içinde Başbakanın sipariş verdiği profesör ve onun uygun gördüğü arkadaşlar var, AKP’nin Genel Başkan Yardımcısının başkanlığında AKP’li politikacılar var. Hepsi bir araya gelmişler, kapanmışlar, kimseye bilgi vermemişler, Sapanca’da çalışmışlar üç gün ve o çalışma sonucunda bir taslak çıkmış. O taslak çıkınca AKP’li Komisyon Başkanı, Genel Başkan Yardımcısı “işte şimdi bu bizim taslağımızdır” demiş, kayıtta “Bu AKP’nin taslağıdır” demiş. Onun üzerine herkes eleştirilerini, değerlendirmelerini söylemeye başlamış, bir süre sonra Başbakan “bu bizim taslağımız değildir” demiş. Başbakanın “bu bizim taslağımız değildir” demiş olmasını ben memnuniyetle karşılıyorum. Toplumun tepkisinin ne kadar haklı, ne kadar önemli olduğunu Başbakan görmüş olmalıdır ki, kendi elleriyle hazırlattığı bu taslağa bir kenara bırakma ihtiyacını haklı olarak hissetmiştir. Ama gerçek ortadadır, niyet ortadadır, yazılmış olan maddeler ortadadır, ortada bir taslak var ve bu AKP Genel Başkan Yardımcısının “bizim taslağımız” dediği bir taslaktır. Ne var bu taslakta? Çok şey varda, ben, size kısaca söyleyeyim:


1 – Atatürk’ü tasfiye var. Çok açık, çok net. Canım, Atatürk adı geçiyor. Elbette geçiyor. Tasfiyeyi tamamladınız demiyorum, tasfiyeye başladınız, çok önemli bir aşamaya geldiniz, Atatürk’ü oradan büyük ölçüde çıkardınız. Bir iki yerde tutmak durumunda kaldınız, ama tasfiye iradesi kararı ortada çok açık bir biçimde.


İkincisi, laikliğin içini boşaltmalar. Çok açık, çok net, laikliğin içini boşaltan bir anayasadır. Laikliği güvence altına alan maddeleri değiştiren bir anayasadır ve Anayasamızın değişmez olduğu söylenen maddelerine dolaylı olarak müdahale eden bir anayasadır bu anayasa. Şimdi bundan da vazgeçtikleri anlaşılıyor. Bunu da memnuniyetle karşılıyorum. Anayasamızın o ilk üç maddesine dokunulamaz malum, ama ikinci maddesi, o dokunulamaz maddelerden birisi olan ikinci maddesi, başlangıçta ifade edilen temel ilkelere atıf yapan bir maddedir. Başlangıçta ifade edilen temel ilkeler ne olmuştur? Başlangıç bölümü özetlenmiş, tek paragrafa indirilmiştir o yarı resmi AKP tasarısında ve o ilkeler kaybolmuştur ve o başlangıcın da Anayasa metnine dahil olmayacağı yeni olarak ifade edilmiştir. Halbuki şu andaki anayasamızda başlangıç anayasa metnine dahildir. Anayasa metninden başlangıç çıkarılıyor, başlangıç tek paragrafa indirgeniyor ve sonra bize deniyor ki “Başlangıçtaki üç madde aynen devam ediyor.” Devam ediyor, ikinci madde başlangıçtaki temel ilkelere atıf yapıyordu, nerede o temel ilkeler? Onu sorma. Böyle oyunların, böyle iyi niyetten uzak kurnazlıkların yer aldığı bir çalışma. Amaç ne? Amaç, Anayasadaki laikliğin içini boşaltmak, ikinci temel amaç bu.


Üçüncü temel amaç değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin ulusal bütünlüğünü sarsabilecek çok tehlikeli bir girişimi bu anayasada gerçekleştirmek. Nedir o? Eğitim dilini Türkçe olmaktan çıkarmak. Bu hazırlanmış olan, AKP Genel Başkan Yardımcısının Başkanlığındaki siyasetçilerin de katıldığı bilim ve siyasetçi komisyonundan çıkmış olan, “işte bizim Anayasamız” diye ilan edilmiş olan Anayasanın taslağının 44’üncü maddesi, Türkçeyi eğitim dili olmaktan Anayasa düzeyinde çıkarıyor. Yasayla isterseniz etnik dillerde eğitim yapılmasına imkân tanıyan bir düzenlemeyi getiriyor. Yani bu ne olacaktır? O zaman çeşitli etnik kesimler, “ben kendi lisemde coğrafyayı, tarihi, fiziği, kimyayı, matematiği kendi etnik dilimde öğrenmek istiyorum” diyebilecek ve ona göre bir eğitim düzeni ortaya çıkacak, devlet de ona, o etnik dilde eğitim vermek üzere öğretmen sağlayacak, yönetici sağlayacak, okul sağlayacak. Daha Türkçe doğru dürüst eğitimi bütün vatandaşlarımıza ulaştırmayı başaramamış bir haldeyken, etnik dillerde de eğitim vermeye başlayacağız. Bunu başladığınız anda artık Türkiye’yi bir millet olmaktan çıkarmanın düğmesine de basmış olacaksınız. İki kuşak ortaya çıktığı anda artık bir millet kavramından Türkiye’de söz etmenin şartları kökten değişmiş olacak. Vahim bir olaydır. Türkiye’nin ulusal bütünlüğünün temeline yerleştirilmiş bir mayındır, bir C – 4’tür, bir patlayıcı maddedir bu. Derhal kaldırılması lazımdır, derhal kaldırılması lazımdır. (Alkışlar)


Milletin özü kültür, kültürün özü dil. Dili kaybettiğiniz anda bizim ortak noktalarımız kaybolmaya başlar. Çok vahim bir olay, çok tehlikeli bir olay, ama oraya gelmiş, oraya kadar gelmiş, oraya kadar girmiş. Bakalım bundan sonra ne olacak, Başbakan frene bastı, bu şekliyle aman ha diye. İsabet etti. Gerçekten vahim sonuçlar doğurabilir. Umarım, bütün bu yanlışlıkları ortadan kaldırır.


Dördüncü amacını söylüyorum: Atatürk’ü tasfiye etmek bir, laikliğin içini boşaltmak iki, ulusal bütünlüğü tahrip etmek üç, dördüncüsünü söylüyorum, yargıyı siyasetin denetimi altına almak, vesayeti altına almak. Bu anayasanın ortaya koyacağı sonuç odur. Yargıyı siyasetin vesayeti altına alacaktır. Bu kadar net, bu kadar açık, böyle Anayasa söz konusudur.


Değerli arkadaşlarım, bu anayasa sadece Türkiye’de değil, her yerde Türkiye ile ilgili tartışmaları da beraberinde getirecektir. Artık Türkiye’den yabancıların laik cumhuriyet diye söz etmekten vazgeçtiklerine bilmem dikkat ediyor musunuz. Türkiye’den söz ederken kimse “laik cumhuriyet” diye Türkiye’den söz etmiyor. Türkiye artık bir ılımlı din devleti olarak algılanmaya başlanmıştır. Bir ılımlı din devleti.


Değerli arkadaşlarım, günlerdir Türkiye’de açıktan bu gidişe net bir şekilde karşı çıkamayan çevrelerde, acaba bir Malezyalaşma süreci mi var, acaba bir mahalle baskısı mı söz konusu diye sormaya başlamışlardır.


Değerli arkadaşlarım, mahalle baskısı var mı yok mu tartışılıyor. Bunu söyleyenler, devlet baskısı var demekten çekinenlerdir. (Alkışlar) Olayın özü devlet baskısıdır. Eğer bugünkü iktidar olmasa, bir başka anayasaya inanan iktidar olsa Türkiye’de böyle bir mahalle baskısı mı olur? Mahalle baskısı diye bahsettiğiniz olay, gücünü devletten alan, iktidardan alan, siyasetten alan baskıdır, arkasını oraya dayayan baskıdır. Bakın, arkadaşlarım bir kart gönderdi. A Blok giriş kapısı önünde sakallı bir kişi “şeriat isteriz” sloganı attı, polisler götürdü” diye bana haber veriyor, Meclisin kapısında. Canım önemli değil, bir kişi gelmiş, kim bilir kimdir, bir ruh hastasıdır. Ama, niye oluyor kardeşim? Niye oluyor? Bunun bir anlamı yok mu? Buraya gelen sürecin nerelerden başladığını bilmiyor muyuz? AKP iktidara geldikten sonra Fatih’deki caminin önünde üniforma giymiş gençler bir araya gelip bildiriyle cumhuriyete karşı Hizbutahrirciler bildirilerini okumamışlar mıydı? Yani canım bunlar olur, önemli değil. Önemli. Bunlar önemli… Bu bir süreç. Bunun içinde insanlar giderek bir teslimiyet anlayışına doğru sürüklenmek durumunda kalıyorlar, birileri de bunları çok ciddi şekilde cesaretlendiriyor. Bu kaygı verici bir tablodur. Buna herkes dikkat etmelidir. Eskiden böyle bir tehlike kesinlikle yok diyenlerin hemen hemen hiçbirisi, artık böyle bir tehlike yok diyemez hâldedirler. Canım AKP iyi niyetli, bakın Avrupa Birliğine Türkiye’yi sokmaya çalışıyor, haksızlık ediyorsunuz. Onların ikinci bir gündemi yok diyenler, şimdi ikinci bir gündem olmadığı konusunda artık net konuşamaz hâle gelmeye başlamışlardır ve bu tablo işte başlangıçta söylediğim o umutsuzluğun, o karamsarlığın ortaya çıkmasına neden olmuştur ve bugün Türkiye nereye gidiyor sorusu ister istemez zihinlerdedir ve maalesef Türkiye’nin geleceğiyle ilgili kaygılar ciddi şekilde yaygınlaşmaya başlamıştır.


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, dün Türkiye’de hükümetin önerdiği Avrupa insan Hakları Mahkemesine önerdiği üç yargıcın üçünü de geri çevirdi. İlk kez oluyor benim bildiğim kadarıyla, bilmiyorum deneyimli diplomatlarımızın başka bilgisi var mı? Türkiye için değil, herhangi bir ülke için ilk kez oluyor. Türkiye’de hiç olmadı. Bu işin normali, her hükümet, bir boşluk söz konusu olunca, üç aday önerir, birinci sıradaki aday doğal olarak oraya seçilir. Bırakınız birinci sıradaki adayı, üçü birden reddediliyor, Türkiye’ye bu muamele ilk kez yapılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde belki ilk kez bir ülkeye böyle bir muamele yapılıyor.


Değerli arkadaşlarım, bunların da bir anlamı yok, bunların da bir önemi yok diye kendimizi aldatmamız mümkün olmaktan çıkmıştır. Bir yanlışlık var, bir olumsuzluk var, bir sıkıntı var. Bu sıkıntı işin özündedir, kaynaktadır, iktidarın özündedir, bu sıkıntı bizzat Başbakanın zihninin içindedir. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, bu sıkıntıları seçim sonuçlarıyla örtmek mümkün değildir. Yani seçim bak aldık, seçimi kazandık, öyleyse bu sıkıntı yok demek mümkün değildir; o iş ayrı, bu iş ayrı. Seçim, önümüzdeki dönemde ülkeyi kimin yöneteceğini kararlaştırıyor. Yapılmış olan hatalar hata olmaktan çıkmıyor. Gelecek beş yılda kimin yönetmesi gerektiğine ilişkin kararı çeşitli yöntemlerle almanız mümkündür, ama yapılmış olan yanlışlıkları örtbas etmeniz mümkün değildir ve yanlışlıklar artık sadece siyasetçileri ilgilendiren yanlışlık olmaktan çıkmıştır ve ülkemizin geleceğini, Türkiye’nin dünyadaki konumunu çok ciddi şekilde belirleyen bir nitelik kazanmaya başlamıştır.


Bakınız, kadrolaşma tam hızıyla gidiyor. Sayın Cumhurbaşkanı göreve başladı. Sayın Cumhurbaşkanı göreve başladıktan sonra önüne gelen her kararnameyi aynen imzaladı. İmzaladığı kararnamelerin, daha önce kararnamelerin önemli bir kısmı daha önceki Cumhurbaşkanının devletin yetkili organlarından aldığı bilgilerle sakıncalı bularak imzalamaktan uzak durduğu kararnamelerdir. Yani devletin yetkili organları şimdi farklı değerlendirmeler mi yapmaya başlamıştır? Daha önceki Cumhurbaşkanı, kendi şahsi, kişisel duygularıyla kararnameler hakkında karar almıyordu, atama kararnameleri hakkında. Elde somut bilgiler, belgeler geliyordu ona dayalı olarak karar alıyordu. Şimdi Sayın Gül Cumhurbaşkanı oldu, bunların tümü birbiri ardından onaylandı ve ne yazık ki, Sayın Gül, Cumhurbaşkanlığı makamının yanlışlıkları frenleyen, denetleyen, dengeleyen bir işlev yapma şansını ortadan kaldırmaya başlamıştır ve ne yazık ki, Çankaya AKP iktidarının noterliği konumuna dönüşmeye başlamıştır. Bu kaygı verici bir tablodur. Bakınız bugün işbaşında bulunan iktidar, tekrar seçimi kazandıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığının Talim Terbiye Dairesinden bir profesör, bir öğretim üyesi, “artık tahammül edemeyeceğim” diyerek istifa etmiştir ki, bu üye, bizim bu kürsüde geçen dönemde dile getirdiğimiz bir gece yarısı darbesiyle işbaşına getirilmiştir. Milli Eğitim Bakanlığı Talim Terbiye Dairesinin bütün üyeleri bir gecede görevden alınmıştı, yerine atama yapılmıştı. Biz, bunun ne kadar sakıncalı, ne kadar yanlış olduğunu söylemiştik. O atama içinde göreve gelen bir profesör Sayın Ali İlker Gümüşeli, “bunun sorumluluğunu artık ben alamam. Çok rahatsızım, çok üzülüyorum. Talim Terbiye Dairesinin işlevi bu değildir” diye şikâyet ederek istifa etmek durumunda kalmıştır.


Değerli arkadaşlarım, Milli Eğitim Bakanlığındaki bu zihniyet, devlet kadrolarında yaşadığımız bu kadrolaşma ülkeyi, maalesef geleceği bakımından da sıkıntıya sokmaktadır. Bugün ortaya çıkan olumsuz tabloların temelinde geçmişte yaşanmış olan bu yanlışlıklar yaşanıyor. Şimdi yapılmakta olan bu yanlışlıkların ülkemizin geleceğinde de yeni sıkıntıları ortaya koyması kaçınılmaz gözüküyor.


Ülkemizin bu seçimden güçlenerek çıkması hepimizin ortak umudu idi. Maalesef, bu olmamıştır. Yanlışlıklar daha da artırılmış ve ülkemizin geleceğiyle ilgili kaygılar, tereddütler daha da yaygınlaştırılmıştır. Böyle bir ortamda siyaset yapmanın özel bir sorumluluk gerektiren tarafı vardır. Siyaset sadece iktidarda külah kapma yarışı değildir. Siyaset, inançların, ilkelerin, değerlerin savunulmasını, en etkili, en güçlü şekilde savunulmasını ve ülkenin kaderiyle oynamak isteyenlere karşı mücadelenin olabildiğince en yukarı düzeyde, meşru bir biçimde sürdürülmesini gerektirir. (Alkışlar) Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak bir misyon partisiyiz. Biz bir kapkaç partisi değiliz. Bizim iddiamız Türkiye’nin ulusal bütünlüğünün korunmasıdır, Türkiye’nin milli birliğinin korunmasıdır. Bizim iddiamız, Türkiye’nin laik, demokratik bir cumhuriyet olarak yaşatılmasıdır. (Alkışlar) Bizim iddiamız, Türkiye’nin yüzünü çağdaş medeniyete dönmüş, sanatta, kültürde, bilimde daima daha ilerisini arayan bir aydınlık toplum olarak kadınıyla, erkeğiyle eşit bir konumda toplumsal gelişmesini sürdürmesidir. Biz bunu sağlama doğrultusunda mücadele vermeye karar vermiş bir siyasi partiyiz. Bizim misyonumuz budur. İktidar, bizim elimize geçtiği zaman bu amaçlara yönelik olarak atılması gereken adımları biliyoruz, onları atarız, ama bu amaçlara ters düşen bir iktidar uygulaması karşısında da Cumhuriyet Halk Partisinin çok büyük bir sorumluluk duygusu vardır. Muhalefette de olsak bu görevi en etkili şekilde yerine getirmek bizim boynumuzun borcudur. Bu borcu yerine getirebilmek için özen göstermemiz gereken temel nokta, birbirimize güvenmek, birbirimize sahip çıkmak, Cumhuriyet Halk Partisinin özünü, kimliğini üzerimize getirilen her türlü baskıya, bizi yıldırma teşebbüsüne, bizi dağıtma, parçalama girişimine rağmen kararlılıkla, inançla sonuna kadar sürdürmektir. (Alkışlar) Cumhuriyet Halk Partisinden birilerinin çok rahatsız olduğunu biliyorum. Cumhuriyet Halk Partisini kafalarındaki projelere yönelik olarak en büyük engel olarak gördüklerini biliyorum ve bu engeli ortadan kaldırabilmek için mümkün olan her şeyi yapacaklarından, yapmakta olduklarından hiç kuşku duymuyorum. Ama, bunların karşısına inançla ifade etmeliyim ki, biz Cumhuriyet Halk Partililer görevimizi biliyoruz, misyonumuzu biliyoruz, bizi etkisizleştirmeye, dağıtmaya, parçalamaya yönelik planları, desiseleri ortaya koyanlar, bunun için insanların içindeki tatminsizlik duygularını, insanların içindeki ihtirasları, insanların içindeki özlemleri gıdıklayanlar, kullananlar mahkûm olacaklardır. (Alkışlar) Cumhuriyet Halk Partisi kendisini geleceğe en güçlü siyasi parti olarak yerini alacaktır. (Alkışlar)