Wednesday, April 04, 2007

Genel Başkan Baykal’dan Erdoğan’a;"Sen O Kişiye Sayın, Şehitlere Kelle Dedin, Hikmetyar’ın Dizinin Dibine Çöktün, Özür Dile...



-“Bu tavsiyem kulağına küpe olsun, sakın ha ihtiraslarına kurban olup Cumhurbaşkanı adayı olma, sakın ha... El Kadı’ya kefaletini de geri al...”

-“Soy, sop deyince bir de siyasi soy var. Oradan baktığımızda da vicdanımız çok rahat. Bizim soyumuz, sopumuz Kuvayı Milliye, Müdafaa-İ Hukuk, Mustafa Kemal Atatürk."

-“İnsanın içinden başbakan’a, 'senin siyasi soyun ne, sopun ne' diye sormak geçiyor. Hikmetyar'ın dizinin dibinden mi geliyorsun?”

-"Cibilliyet tartışmasını ister atasının, dedesinin soyu sopu, ister siyasetin özü olarak anlasın, Başbakan bunun altında kalır"

-"Cibilliyetsiz sözünü Başbakana yakıştıramadık. Bir daha ağzına o lafı alma, git ağzını yıka, dişini de fırçala"

-"Senin siyasi ahlaktan bahsetmeye ne hakkın var. 'Dokunulmazlığı kaldıracağım' diye söz verip, iktidara geldiğinde unutan sen değil misin? Sen, özel yaşamına bak”

-"Genelkurmay içinde bilgisayarlara giriliyor, bilgiler çalınıyor, yandaş medya kurumlarında yayınlar yapılıyor. Amaç, devletin en temel kurumlarından birisini halkın gözünde yıpratmak"

-"Cemaatleri 'siyasi parti, hükümet olarak kullanırım, işime yarar' diye palazlandırırsan, himaye edersen günün birinde böyle şaşırır kalırsın"

-"Meydanı maalesef boş buldular. Bu gidiş iyi bir gidiş değil. Herkesin aklını başına alması lazım ama öncelikle iktidarın, başbakanın aklını başına alması lazım"

-"Bir süreden beri Türkiye'nin medya haritası değişiyor"

-"Havuzda biriken paralar bazen medyaya, bazen aileye, bazen yandaş firmalara dönüşür. Siyaset de ticaret de devlet de kirlenir. Maalesef Türkiye'de böyle bir süreç var. Bu çok tehlikeli bir kirlenmedir. Her şey kirlenmeye başlayınca birinciliği aka, beyaza verirler."

-"İstanbul'daki köprü ve otoyol zammı, yargı kararıyla ortadan kaldırılmıştır. Bir an önce uygulamaya konulmasını istiyorum”

-"Türkiye, çok tehlikeli bir asayiş kaybı tablosunun içinden geçmektedir"

-"Maalesef polis teşkilatımız kendi başına bırakılmış değildir. İçeriden, dışarıdan, yukarıdan, arkadan, önden müdahaleler vardır"

-“Emniyetçilerimize değer vermeliyiz, sorunlarını anlamalıyız. Ve her türlü müdahaleyi ortadan kaldırarak, onların halkın, milletin, toplumun, devletin ve Atatürk Cumhuriyetinin güvenlik güçleri haline dönüşmesini mutlaka sağlamalıyız"

-“AKP Ziraat Odalarının kökünü kazıtacak tedbirler peşinde. Bu yakışmaz. Uyarıyorum bunu yapmayın. Düşünmeyin. Demokrasiye sığmaz. Çiftçiye saygıyla bağdaşmaz. Ziraat odalarıyla uğraşma. Bu yanlış...”

-'Partizanlık, adam kayırma, çıkar sağlama söz konusu olunca, ‘canım yakınım işsiz mi kalsın, herkes yapıyor biz niye yapmayalım' demeye başlarlar. Bir bakarsınız hükümet bir firmaya, bir büyük projeyi verir, sonra o projeyi yapacak olan firmanın genel müdürlüğüne damadını getirir..."



İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)– Genel Başkanı Deniz Baykal TBMM’de CHP Grup Genel Kurulu’nda Başbakan Erdoğan’ı Öcalan’a sayın, şehitlere kelle dediği ve Hikmetyar’ın dizinin dibine çöktüğü için milletten özür dilemeye çağırdı.

Başbakan’ı, “kendi ihtirasına kurban olup cumhurbaşkanlığına aday olma ve sakın ha aday olma” diye ısrarla uyaran Genel Başkan Baykal, CHP için cibilliyetsiz sözünü kullanan Erdoğan’ı da ağzını yıkamaya, dişlerini fırçalamaya davet etti.

Genel Başkan Baykal’ın konuşması aynen şöyle;

“Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, sevgili misafirlerimiz, yurdumuzun dört bir köşesinden, özellikle Zonguldak’tan, Amasra’dan ve Bursa’dan gelen sevgili kardeşlerim; hepinizi içten saygılarla, sevgilerle selamlıyorum, tümünüze hoş geldiniz diyorum. (Alkışlar) Sizlerle birlikte olmaktan büyük mutluluk duyuyoruz, onur duyuyoruz. Bize güç katıyorsunuz, önümüzü açıyorsunuz, Türkiye’nin önünü açıyorsunuz, yolunuz açık olsun, Türkiyemizin yolu açık olsun. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bugün, yine çok yoğun bir gündemle karşı karşıyayız. Önce, Anavatan Partisi Grup Başkan Vekili, Gaziantep Milletvekili, değerli milletvekili arkadaşımız Sayın Ömer Abuşoğlu’nun bir trafik kazasında vefat ettiğini öğrendik, büyük üzüntü içindeyiz. Sayın Abuşoğlu’nun ailesine, Anavatanlı bütün kardeşlerimize, bütün sevenlerine baş sağlığı diliyorum, Allah rahmet eylesin. Büyük üzüntü içindeyiz. Genç, dürüst, ahlaklı, değerli bir kardeşimizdi. Bir trafik kazası sonucunda onu milletçe kaybettik, Allah rahmet eylesin.

Değerli arkadaşlarım, bugün, Polis Teşkilatımızın Kuruluşunun 162’nci yıl dönümü. 162 yıl önce Türkiye iç güvenlik sorununa yönelik olarak çağdaş bir yapılanma uygulamasını başlatmıştı. Osmanlı İmparatorluğu döneminden kökünü alan polis ve emniyet teşkilatımız, Türkiyemizin, toplumumuzun, hukuk sistemimizin en temel kurumlarından birisidir. Türkiye’de asayişin, hukukun üstünlüğünün, kanun egemenliğinin, vatandaşın malının, canının, ırzının, namusunun güvencesi bir kurum olmak üzere görevlendirilmiştir ve geride bıraktığımız dönemde de, çok önemli büyük hizmetler gerçekleştirmiştir. Bütün polislerimizi, emniyet teşkilatımızın bütün mensuplarını, ailelerini, bu önemli yıl dönümünde yürekten kutluyorum, kendilerine başarılar diliyorum. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, polis teşkilatımızın kuruluşunun 162’nci yıl dönümünde Türkiyemizin çok ağır güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya kalmaya başladığını görüyoruz. Türkiyemizin sokaklarında, büyük şehirlerimizin meydanlarında can ve mal güvenliği hızla kaybolmaya başlamıştır. Türkiye çok tehlikeli bir asayiş kaybı tablosunun içinden geçmektedir. Maalesef, içinde bulunduğumuz şartlara etkin bir biçimde ayak uyduracak bir çalışmayı yeterince yapabilmiş değiliz. Bugün büyük şehirlerimizde can ve mal güvenliği en temel konu hâline gelmiştir. Kadınlarımız, çocuklarımız, yaşlılarımız, gençlerimiz, sokakta huzur içinde dolaşabilir, yürüyebilir olmaktan vazgeçtik, arabalarının içinde güvenlikle büyük şehir sokaklarında arabalarının içinde güvenlik altında yaşayabilir olmaktan çıkmaya başlamıştır. Çok acı bir tablodur. Bunu çok ciddi değerlendirmemiz lazımdır. Son dönemlerde yaşanan olaylar bizim emniyet teşkilatımızda çok önemli, ciddi yapısal sorunların ortaya çıkmaya başladığını göstermiştir. Bu konuları çok ciddi değerlendirmemiz lazım. Tabii bu değerlendirmeyi yaparken polis teşkilatımızın Türkiyemizin bir temel ve çok saygın, seçkin bir kurumu olduğunu unutmadan polislerimize sahip çıkarak, emniyetçilerimize sahip çıkarak, onların görevlerini hiçbir siyasi baskı altına girmeden, hiçbir dış tehlikenin karşısında boynu eğik hale onları düşürmeden bildikleri gibi mesleklerinin icabını yerine getirerek, vatandaşa hizmet etmek üzere görev yapabilir hale dönüştürmek lazımdır. Bugün o noktada olduğumuzu söylemek, maalesef mümkün değildir. Maalesef, polis teşkilatımız kendi başına bırakılmış değildir; içeriden, dışarıdan, yukarıdan, arkadan, önden müdahaleler vardır. Bunları ortadan kaldırmak bu konuya el atmanın ilk temel şartıdır ve önümüzdeki dönemde dünyanın gidişatı odur ki, Türkiye’nin gidişatı odur ki, emniyet teşkilatımıza olan ihtiyaç her geçen gün daha çok artacaktır. İyi bir emniyet teşkilatı hukukun üstünlüğünün, demokrasinin, insan haklarının temel güvencesidir. O olmadan artık huzur içinde yaşamak mümkün değildir. O nedenle iyi bir emniyet teşkilatına kavuşmanın önemini bilmeliyiz, emniyetçilerimize değer vermeliyiz, saygı göstermeliyiz, sorunlarını anlamalıyız ve her türlü müdahaleyi ortadan kaldırarak onların, halkın, milletin, toplumun, devletin ve Türkiye Cumhuriyetinin, Atatürk cumhuriyetinin güvenlik güçleri hâline dönüşmesini mutlaka sağlamalıyız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, önümüzde çok ciddi konular var. Bir somut gelişmeyi bir müjde niteliğindeki bir gelişmeyi de söyleyeyim. Bugün, biraz önce otoyollarda ve İstanbul’daki köprülerden anlamsız bir şekilde bir yüksek zam uygulamasıyla fiyat artırarak milleti canından bezdiren bir uygulama, değerli arkadaşlarımızın, milletvekillerimizin, Sayın Mehmet Sevigen’in başta çabasıyla yargıda iptal ettirilmiştir ve o zam, İstanbul’daki köprü zammı, otoyol zammı yargı kararıyla ortadan kaldırılmıştır. (Alkışlar) Çünkü, yargı, bu kararın makul, işin icabının gerektirdiği bir uygulama olmadığını, sadece malî, Hazinenin kazancını artırmaya yönelik bir fırsat gibi değerlendirildiğini, hâlbuki bunun nihai olarak bir kamu hizmeti olduğunu, kamu hizmetinin o hizmetin gerektirdiği harcamalarla ölçülü bir biçimde fiyatlandırılmasının gene bir kamu sorumluluğu olduğunu söyleyerek, çok önemli bir gerekçeyle, bu tabloyu ortaya koymuştur. Bunu gerçekleştiren arkadaşlarımı kutluyorum, hukukçumuzu, parti meclisi üyemiz Levent Gök’ü kutluyorum ve bunun bir an önce uygulamaya konulmasını istiyorum. Yargı kararıyla ilgili hukuk mücadelesi yeni bir aşamaya gelmiştir ve bu konu noktalanmıştır.

Değerli arkadaşlarım, önümüzde tabii süregelen gündem maddelerimiz var, cumhurbaşkanlığı konumuz var başta, fakat son dönemlerde yine bununla dolaylı, ilgili de olsa yeni bazı gelişmeler var, onları ele almalıyız. Somut bazı konular var, onlara kamuoyunun dikkatini çekmeliyiz. Örneğin, Ziraat Odaları ile ilgili bir yeni düzenleme Meclisin gündemine getirilmiştir. Bu fevkalade önemli bir konudur. Buna herkesin ilgisini, dikkatini çekmek istiyorum. Bildiğiniz gibi, Türkiye’de tarım büyük sıkıntılar yaşıyor. Çiftçilerimiz, en ağır güçlüklerin altında bunalmış haldedirler. Yıllardan beri izlenen politika, çiftçilerimizi, buğday yetiştiren, pancar yetiştiren, narenciye yetiştiren bütün çiftçilerimizi büyük sıkıntılarla karşı karşıya bırakmıştır ve bu, Türkiye’nin en önemli konularından birisidir. Bu sıkıntıların doğal sonucu olarak çiftçinin iktidara yönelik tavrı netleşmeye başlamıştır. Çiftçi, iktidardan şikâyetçidir. Bu, demokratik bir süreçtir. Dünyanın en doğal işidir. Bu yansımaya başlamıştır ve bu tablo, iktidarı çok ciddi şekilde tedirgin etmiştir. Bakınız şu sırada Türkiye Ziraat Odaları ile ilgili kongre süreci yaşanıyor. Ziraat Odalarımızın, ilçelerde, illerde kongreleri toplanıyor, yönetimleri seçiliyor. İktidar, bütün olanaklarıyla, bütün gücüyle bu seçimlere etkili olabilmek için müdahale ediyor. Bütün devlet olanaklarını kullanıyor. Resmî teşkilatını seferber ediyor. Amaç nedir? Amaç, Ziraat Odalarını ele geçirmektir. Ziraat Odalarını eline geçireceksin de ne olacak? Çiftçiyi kaybetmişsin, çiftçiyi. Çiftçiyi kaybettikten sonra Ziraat Odalarını elinde tutman mümkün mü? Nitekim mümkün olmadığı yaşanarak görülmeye başlanmıştır ve Ziraat Odaları kongrelerinde seçimleri AKP hızla kaybetmeye başlamıştır. Her yerde kaybediyor, Karadeniz’de kaybediyor, Ege’de kaybediyor, İç Anadolu’da kaybediyor bir sıkıntı ortaya çıktı. Ne olacak? Bu Ziraat Odalarını etkisiz kılmanın bir yolu yok mudur düşünmeye başladılar, alelacele, şimdi iki maddelik bir kanun teklifi hazırlayarak Ziraat Odalarını çiftçiyle bağını koparabilmek için, çiftçiyi Ziraat Odalarının arkasından ayırabilmek için bir düzenleme getirdiler. “Çiftçilik belgesine gerek yoktur” demeye başladılar. Hâlbuki çiftçilik, bir statü, çiftçiliğe yönelik olarak devletin bazı teşvikleri var, bazı destekleri var, bazı kolaylıkları var, yani Avukatlık belgesine ihtiyaç yok, doktorluk belgesine ihtiyaç yok, esnaflık belgesine ihtiyaç yok diyebiliyor musun? Bunun her birisinin bir konumu var, bir statüsü var, bir saygınlığı var, her birisinin bir belgesi var. Bunu kanıtlayacak bir örgütlenme var. Şimdi, bunların hiçbirisine dokunamıyor, onlarla ayrı ayrı savaştı biliyorsunuz, esnafla savaştı, kaybetti o savaşı, başka kuruluşlarla savaştı, Futbol Federasyonu ile savaştı, şimdi sıra geldi çiftçiye. Şimdi, çiftçiyi etkisizleştirmenin bir yolunu bulurum anlayışı içinde “bu çiftçilik belgesine gerek yoktur” diye bir yasal düzenleme yapıyor.

Değerli arkadaşlarım, bu Anayasaya aykırıdır. Bu, hukuka aykırıdır. Bu, yakışık almayan bir yaklaşımdır. Yani sen, gün olur, çiftçiden destek alamazsın, gün olur alırsın, demokrasinin mantığı bu, demokrasinin ahlakı bu, bunu içine sindireceksin, anlayışla karşılayacaksın, saygıyla karşılayacaksın. Çiftçi, elbette sana bu tepkiyi gösterecek, nasıl göstermesin? Değerli arkadaşlarım, iki yılda 1 milyon 312 bin çiftçi tarlasını terk etti, ayrıldı. Birbuçuk milyona yakın insan, tarlasını boşalttı. Bugün, koca Türkiye’de çiftçilik yapan insan sayısı 6 milyona düşmüştür.

Değerli arkadaşlarım, bu elbette bir tepkiyi beraberinde getirecek. Buğdayda daha 2004 yılındaki fiyatın altındasın. Pancarda bir fiyat ilan ettin, 11 kuruş düşürdün, 8,9 kuruşa düşürdün pancarı, pancarcı perişan, geçen senenin altında bu sene ilan ettin. Bu böyle gitmez. Bir yandan Türkiye’de pancarcıyı baskı altına alıyorsun, öte yandan nişastaya dayalı şeker üretimi için kotayı yüzde 50, yüzde 50 her yıl artırıyorsun. Cargill’in peşinde koşacağına pancar üreticisinin peşinde koş. (Alkışlar) Sen böyle yaparsan çiftçi tabii sana destek olmaz, olmuyor. Senin istediğin insanı da Ziraat Odasına da getirmiyor. Ziraat Odasını kendi anlayışı doğrultusunda şekillendiriyor. Ne yapman lazım bu tablo karşısında? Ziraat Odalarının kökünü kazıtacak tedbirler alırım! Yakışmaz, alma, düşünme, demokrasiye sığmaz, çiftçiye saygıyla bağdaşmaz, onun altında da kalırsın. Bak esnafla uğraştın beceremedin, şimdi çiftçiyle uğraşıyorsun. Çiftçiyle bu uğraşmanı da senin yanına bırakmayız, bunu da başaramazsın. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, sen çiftçiyi mutlu etmeye bak. Yani, 2006 yılındaki fiyatlara göre fındıkta yüzde 46 gerileme yaptın. Yani, her üründe böyle, buğdayda aynı tablo var, zeytinyağında yüzde 19 gerileme kaydettin, kuru üzümde yüzde 17 gerileme kaydettin, ne olacak, tabii tepki alacaksın. Alacaksın, demokrasi bu, bunun için var bu işler. Eğer sana çiftçi tepki göstermese, asıl o zaman kaygılanmak lazım, asıl o zaman demokrasi işlemiyor demek lazım.

Değerli arkadaşlarım, böyle tablolar karşısında ben bunu getireceğim. Niye? Bu Ziraat Odaları değil mi, Karadeniz’de fındık konusunda bir miting düzenlediler, bizi perişan ettiler. Benim değerli bir milletvekilimi güç bela emniyetin cipine iltica edecek şekilde fındık üreticisi Karadenizliler kovaladılar. Canım, onu Ziraat Odası organize etmedi, çiftçi öyle hissediyor, Ziraat Odası ile uğraşma. Yanlış kavga, yanlış mücadele. Bak gübrenin fiyatını artırdın, bütün ürünlerin fiyatını düşürdün, gübrenin fiyatını artırdın, bir yılda yüzde 23 ile yüzde 49 arasında gübrenin fiyatı arttı, bir yılda, sadece son bir ayda üreye yüzde 21 zam yaptın, son bir ayda, tam mevsimi geldi, tarlaya gübre atacak vatandaş, perişan ettin.

Değerli arkadaşlarım, iktidara geldiği günden bu yana iktidar, gübre fiyatlarına yüzde 124, motorine yüzde 125 zam yapmıştır, TÜFE’deki fiyat artışı ise yüzde 56 oranında kalmıştır. Yüzde 56 fiyat artarken yüzde 125 gübrede ve mazotta zammı yapmışsın.

Değerli arkadaşlarım, bu tablo iktidarın eline fırsat geçtiği zaman, kendisini sıkıntıda hissettiği zaman hukuk, hak, demokrasi, vatandaşa saygı anlayışlarını bir tarafa bırakarak, her şeyi yapabilecek bir zihniyette olduğunu, yani demokrasinin özüyle kesinlikle bağdaşmayan bir anlayışta, bir zihniyette olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Değerli arkadaşlarım, şimdi buna karşı iktidarı uyarıyoruz, bu çok yanlış olur. Bütçe Komisyonunda arkadaşlarımız bu konuda gerekli mücadeleyi veriyorlar, verecekler, Genel Kurulda vereceğiz ve gerekirse Anayasa Mahkemesine götüreceğiz, gerçekleri anlatacağız, vatandaşlara anlatacağız, vatandaşların hak ve adalet duygusunu harekete geçireceğiz, vicdanına sesleneceğiz vatandaşın ve bunu yapanların yanına bunu bırakmayacağız. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, ülkenin genel siyasi tablosunda çok ilgi çekici yeni gelişmeler ortaya çıktı. Önce, kısa bir süre önce yaşanan bazı gelişmeler, cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik olarak Türkiye’de birtakım tertiplerin artık en ileri noktalara kadar götürüldüğünü ve devlet kurumlarının saygınlığının ciddi şekilde tehdit altında bırakıldığını hepimize göstermeye başladı. Yani açıktan devletin en özenle sakınılması gereken, sahiplenilmesi gereken kurumlarının tahrip edilmek istendiğini, çürütülmek istendiğini, bu amaçla her türlü yola başvurulduğunu çok acı örnekleriyle milletçe gördük.

Değerli arkadaşlarım, bu tabii ciddi bir kaygı yarattı. Bakınız dün bir gazetemizde, Hürriyet Gazetesinde bir köşe yazarı, Sayın Ahmet Hakan ilginç bir değerlendirme yaptı. Bir bakanla konuşmuş, bakan ona yakınmış, şikâyet etmiş. O şikâyetler Sayın Ahmet Hakan’ı şaşırtmış ve bunun şikâyetlerini kendi adıyla açıkça ortaya çıkamayan bakanın özel bir buluşmada dile getirdiği şikâyetleri sütununa alma ihtiyacını hissetmiş ve anlatmış. Bakan ne diyor, hükümetin bir bakanı? “Bu cemaat de çok olmaya başladı. El attığı bütün işlerden biz zararlı çıktık. Cemaatçi polisler, cemaatçi savcılar var.” Kim söylüyor bunu? Hükümetin bir bakanı söylüyor. “Cemaatçi polisler var, cemaatçi savcılar var. Emniyette gruplaşıyorlarmış, adliyede dayanışma içinde oluyorlarmış.” Daha önceki Van’daki rektör tutuklaması, Ankara’daki polisle İstanbul polisi arasındaki çekişmeler, Andıç günlük ifşaatları vesaire hep bu çerçeve içinde akla geliyor.

Değerli arkadaşlarım, bakanın şikâyeti şu: “Bir şeyler yapıyor. Yaptığı şeyi cemaatin işine yarar mı, yaramaz mı diye bakarak yapıyorlar” diyor. Ne istiyor kendisi? Bundan şikâyetçi. “Cemaatin içine yarar mı, yaramaz mı diye bakıyorlar. Halbuki hükümetin işine yarar mı, yaramaz mı diye bakmaları lazım” diyor. Bunu cumhuriyet hükümetinin bir bakanı diyor.

Değerli arkadaşlarım, cemaatleri sen siyasi parti olarak ben kullanırım, benim işime yarar, hükümete gelirim hükümet olarak ben kullanırım, benim işime yarar diye palazlandırırsan, himaye edersen, desteklersen günün birinde böyle şaşırır kalırsın. Olması gereken, cemaatin partiye, hükümete değil, polisin devletin yasalarına, hukukuna, anayasasına, devletine hizmet etmesini güvence altına almaktır. (Alkışlar) Kimsenin bunu aradığı yok. Sen oraya cemaati yerleştirmişsin, cemaatin kendine göre hiyerarşisi var. Kendisine göre dayanışması var, kendisine göre hedefleri var, sen bunu bile bile oraya getirirsen, şikâyet etmeye ne hakkın olur bir süre sonra? Çok acı bir tablo, ibret verici bir tablo, ama samimi bir tablo, samimi.

Değerli arkadaşlarım, bu öyle bir süreçtir ki, bu süreci başlatanlar, bir süre sonra bu sürecin altında ezilir kalırlar. Şimdi şikâyetleri duymaya başladık. Daha durun, gelecekte daha neler olacak.

Değerli arkadaşlarım, diyor ki “Cemaatsen cemaatliğini bil kardeşim.” Cemaatliğini bilmek cemaat olarak onu devletin teşkilatı içinde cemaat kimliğiyle etkili kılmamak, herkesin inancı kendisine, herkes istediği şeye inanır, herkes istediği duyguları yaşar, herkes istediği dayanışmayı gönlünde, ruhunda yaşatır, ama sen görevinin içine onu soktuğun anda artık, kanun, artık, devletin düzeni, devletin hiyerarşisi anlamını kaybetmiş olur. Siz, bunu bilmiyor muydunuz böyle olacağını? Bakın buraya getirdiniz, şimdi, ağlaşıyorlar.

Değerli arkadaşlarım, biz söylemiyoruz bunu. Biz, bunu taa başından beri uyarmaya çalışıyoruz, herkesi dikkatli olmaya çağırıyoruz, üzerimize düşen görevi yaptık, yapmaya çalışıyoruz, şimdi buraya geldik, mahcup mahcup dost gazetecilerin kulağına şikâyetlerini söyleme aşamasına geldiler. O gazeteci arkadaşımız da şaşırmış, “Ya ben bunları komplo teorileri diye biliyordum, demek öyleymiş” diyor. Öyle ya Sayın Hakan, öyle… (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu, geçen hafta ortaya çıkan devlet – cemaat ilişkisiyle ilgili gelişmelerin ana çerçevesini bile veriyor. Bunun gelişmelerine, bunun somut olaylarına tanık olduk. Genelkurmay’ın içinde bilgisayarlara giriliyor, o bilgisayarlardan bilgiler çalınıyor, yurt dışına gönderiliyor, yurt dışından yandaş medya organlarına bilgiler yansıtılıyor, oralarda yayınlar yapılıyor. Amaç ne? Amaç, devletin en temel kurumlarından birisini, hepimizin gözümüz gibi sakınmamız gereken en temel kurumlarımızdan birisini halkın gözünde yıpratmak.

Değerli arkadaşlarım, bunlar çok sağlıksız gelişmeler. Meydanı boş buldular, maalesef boş buldular, bu gidiş iyi bir gidiş değil. Bu gidiş, Türkiye’yi barışa, huzura, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye taşımaz, bunu görüyoruz. Herkesin aklını başına alması lazım, ama öncelikle iktidarın, öncelikle Başbakanın aklını başına alması lazım. (Alkışlar) Son dönemde dikkati çeken bir önemli gelişme, medya dünyasıyla ilgili.

Değerli arkadaşlarım, bir süreden beri Türkiye’de medya tablosu değişiyor. Türkiye’nin medya haritası değişiyor. Olabilir, hiçbir şey ebedi değildir. Yani, Amerika’ya bakıyoruz, böyle bir değişiklik yok. Yani, birdenbire önemli gazeteler allak bullak oluyor, birileri batıyor, yepyeni birileri çıkıyor falan, el değiştiriyor. Böyle bir şey yok, Fransa’da taa elli yılın, seksen yılın gazeteleri, Almanya’da öyle, İtalya’da öyle, ama bizde değişik bir tablo var. Birdenbire pıtrak gibi medya dünyasında bir büyük açılım, bir büyük yeni tablo, yeni televizyonlar, yeni gazeteler… Bu neyi yansıtıyor değerli arkadaşlarım? Bunun arkasında ne var? Bunun arkasında, Türkiye çok önemli bir ülke, o var, Türkiye çok önemli bir ülke. Türkiye bugün önemli, yarın önemli; bölge için önemli, dünya için önemli, herkes Türkiye ile ilgili. Türkiye’yi yönlendirebilmek, Türkiye’yi tutabilmek artık, kaba müdahalelerle, askeri harekâtlarla, savaşlarla falan olmuyor, günümüzde bu işler kamuoyunu şekillendirirken, kamuoyunu belirlerken beyinleri ve gönülleri, yürekleri, kalpleri, duyguları oluştururken şekilleniyor. Bunların odak noktası da medyadır. Medya, herkese ne düşünmesi gerektiğini söylüyor, neyin iyi, neyin güzel, neyin doğru olduğunu söylüyor, Türkiye’de bu konuda bir önemli anlayış değişikliği peşine düşenler, bu konuya çok büyük ilgi gösteriyorlar. Maşallah, Türkiye’yi yönetenler de bu konuda tamamen ilgisiz, umursamaz bir halde, önüne gelen istediğini yapıyor ve Türkiye’de ilginç bir medya tablosu şekilleniyor. Şimdi, bunu zaten belli bir dikkatle, ilgiyle izliyoruz, ama son günlerde hepimizi çok yakından ilgilendiren iki gelişme ortaya çıktı. Önce, bir gazete birdenbire kapandı, Gözcü Gazetesi. Hani bir söz vardır, gazete aslında okuyucularının malıdır. Gözcü Gazetesinin okuyucularının o gazeteye kapatmaya yönelik bir kararı mı var? Kapandı. Türkiye ölçülerinde de iyi satan bir gazete. Böyle bol harcamalı, masraflı bir şeyi de yok, gayet ekonomik bir şekilde çıkıyor, sınırlı bir kadro, ama ne yapıyor? İktidara karşı etkili, doğru, halkın anlayacağı, toplumun kavrayacağı bir yaklaşım içinde, bir üslup içinde etkili bir muhalefet yapıyor, hem iktidara muhalefet yapıyor hem de Türkiye’ye sahip çıkıyor. Türkiye’nin ulusal bütünlüğüne sahip çıkıyor, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne sahip çıkıyor, teröre karşı çıkıyor, Atatürk cumhuriyetine sahip çıkıyor, bütün bunları aynı anda yapıyor. (Alkışlar) Şimdi, bu nitelikte bir gazete birden kayboldu gitti. Birdenbire kayboluverdi, sahneden çıktı.

Değerli arkadaşlarım, inanın, bu kayıplar beni çok rahatsız ediyor. Sanki, Atatürk’ün o büyük nutkunda bahsettiği, memleketin bir tersanesi kapanmış, bir kalesi düşmüş gibi hissediyorum. Demokrasi, böyle aniden gazetelerin kapandığı bir ortamda seçime giden bir süreçte sağlıklı işliyor denilebilir mi? Demokrasi illa azınlık hakları mı değerli arkadaşlarım? Demokrasi dediğiniz, sadece azınlık haklarının kavgasını vermek mi? Nedir demokrasi dediğiniz? Demokrasinin özü bu değil mi? Gitti bir tane… Sonra yeni bir gelişme ortaya çıktı, birdenbire Türkiye’nin en büyük medya kuruluşlarından birisi, iki büyük medya kuruluşundan birisi birdenbire devletin eline geçiverdi. Olayın hukuki çerçevesine hiç değinmiyorum, sonuca bakıyorum. Sonuç nedir? Bugün, en büyük medya gruplarından birisi televizyonuyla, gazetesiyle devletin denetimi altına geçmiştir.

Değerli arkadaşlarım, seçime gidiyoruz. Türkiye’deki bir büyük medya kuruluşunun, en büyük medya kuruluşunun ikibuçuk katrilyonluk bir malî kuşatma altında tutulduğunu biliyoruz. İkibuçuk katrilyonluk bir malî kuşatma, malî tehdit, malî baskı, malî Demokles kılıcı üzerine sarkıtılmış, ikibuçuk katrilyonluk. Yine ayrıntısına girmiyorum, haklıdır, haksızdır beni ilgilendirmiyor, sonuç ilgilendiriyor beni. Seçime giden Türkiye’de bu bir tablo. İkinci büyük grup, bir bakıyoruz devletin eline geçmiş.

Değerli arkadaşlarım, bunlar sağlıklı bir tablo değil. Canım, böyledir bu ülkede siyaset, böyledir bu ülkede demokrasi deyip geçemeyiz. Değerli arkadaşlarım, bakınız kısa bir süre önce bir eski başbakan, kendine bağımlı bir medya kurma iddiasıyla yargılandı. DSP affı sayesinde cezaevine girmedi. Yargılandı. Bizde iktidara gelenlerin iki temel hevesi birdenbire ortaya çıkar. Bunlardan biri kendilerine göre bir medya yaratmak. İktidarlarını devamlı hale getirmenin yolunu kendi kontrollerinde bir medya oluşturmakta bulurlar, medya yaratmaya çalışırlar, birdenbire kaynaklar ortalığa çıkar, adını duymadığınız insanlar birdenbire gazeteci hâline gelir, yepyeni girişimler yapılır, kurcaladığınız zaman bunun arkasında ne var diye, bunun arkasında iktidarın kendine bağımlı bir medya dünyası yaratma çabasını görürsünüz.

Değerli arkadaşlarım, bu süreç Türkiye’de işliyor. Bunu büyük üzüntüyle ifade ediyorum. Bu temel bir demokrasi problemidir. Demokrasinin en temel ilk aşamalarından birisidir özgür, serbest fikir ve düşünce ifadesini sürdürebilmek. Bu konu, eğer kontrol altına giriyorsa, iktidar bunu çeşitli yöntemler kullanarak başarabiliyorsa, o ülkede demokrasi ciddi bir tehdit altında demektir ve bugün Türkiye’de özgür bir basının var olduğundan söz etmek, gazetecilerimizin ve televizyoncularımızın bütün dürüst çabalarına rağmen, her türlü fedakârlığı göze alıyor olmalarına rağmen, maalesef mümkün değildir. Bunu çok üzüntü verici bir tespit olarak söyleme gereğini duyuyorum. Bakınız bu çok temel bir noktadır. Bu değişimlere rağmen görevini yapan çok saygıdeğer, alnından öpülmeyi hak eden pek çok gazetecimiz vardır, pek çok medya mensubumuz vardır, biliyorum onların çabalarını, ama o gerçeği değiştirmiyor. Maalesef, böyle bir tabloya girdik.

İkinci bir temel noktaya da dikkatinizi çekeyim: O da siyaset – ticaret ilişkisi. İktidarlar kendilerini belli bir güç noktasına gelmiş hissedince hemen siyaset – ticaret ilişkisinde yeni bir yaklaşım içine girerler ve iktidar kullananlar, ya benim aldığım bir kararla karşımdaki zengin oluyor, benim kabahatim ne, orada benim de hakkım var diye düşünmeye başlarlar, önce çanaklar kurulur, sonra çanaklar havuza dönüşür, verilen her ihaleden işte belli bir miktar oraya akıtılmaya başlanır, yandaşlar zengin edilir, yeni zenginler yaratılır, bu arada iktidar sahipleri de zengin olur, iktidar sahiplerinin yakınları da zengin olur, böyle bir süreç işler. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bakınız bu konularda artık, hukuk, kanun falan anlamını kaybeder. Canım işsiz mi kalacak benim yakınım demeye başlarlar. Herkes yapıyor, biz niye yapmayalım demeye başlarlar ve bir bakarsınız, bir hükümet bir firmaya ihalesiz bir büyük projeyi verir, sonra o projeyi yapacak olan firmanın genel müdürlüğüne damadını getirir. (Alkışlar) Şimdi, o iş çok önemli bir devlet işi, niye o firma, niye başkası değil? Kaça? Nasıl yapacak? Yani, bir gazetecimiz sormuş: “Eğer o firmanın genel müdürü devletle işinde bir sıkıntı çıkarsa ne yapacak?” demiş. Ayrıntısına girmek istemiyorum.

Değerli arkadaşlarım, bu bildiğimiz çağdaş demokrasilerde hoş görülecek bir tablo değil. Bu olabilecek bir iş değil. Ama, olur, olmaya başlar. Bunun önünü alamazsınız. Havuzda biriken paralar bazen medyaya dönüşür, bazen aileye dönüşür, bazen yandaş firmalara dönüşür ve siyaset de kirlenir, ticaret de kirlenir, devlet de kaynaklarını doğru dürüst kullanamaz hale gelir. Maalesef, böyle bir süreç var Türkiye’de. Bu sürece hepinizin dikkatini çekiyorum. Bu çok tehlikeli bir kirlenmedir ve her şey kirlenmeye başlayınca da birinciliği aka verirler, beyaza verirler. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Sayın Başbakan, bu geride bıraktığımız haftada çok önemli birtakım sözler söyledi. Bir defa, ruh hali bir gel git sergiliyor. Herhalde ona diyorlar ki sakin ol, bu üslup iyi değil, ona göre; o da yapmaya çalışıyor, ama kontrol edemiyor, bir süre sonra kaybediyor ve çok garip, çok Türk siyasetinde duymaya alışık olmadığımız ifadelere tanık oluyoruz. Yani geride bıraktığımız günlerde bunları gördük. Önce bir defa, Başbakan çıktı bir büyük siyasi tahlil yaptı ve dedi ki: “Hitler de laikti.” Şimdi, bir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının “Hitler laikti” deme ihtiyacını niye hisseder, bunu önce anlamak mümkün değil. Hitler hakkında söylenebilecek çok söz var, pek çok sıfat Hitler’e yakıştırılabilir, ama Hitler’e “laikti” demek aklı başında kimsenin söyleyeceği şey değildir. Faşist dersin, ırkçı dersin, ruh hastası dersin, cani dersin katil dersin, ama “laik” demek, yani Hitler’e “laik” nasıl der bir insan? (Alkışlar) Ama, Sayın Başbakan bunu yaptı. Şimdi, anlaşılıyor ki, laikliği gözden düşürme, laikliği çiğneme ihtiyacı içinde, laikliği harcamaya çalışıyor. Bunun için Hitler’i bulmuş, Hitler’le harcayacak. Ama, Sayın Başbakanın duygularını anlıyorum da, bilgileri doğru değil, bilmeden konuşuyor Sayın Başbakan. Yani, Hitler’e “laik” diye kimse bir şey söyleyemez. Bakın incelettik, ya nedir bu Hitler’in laikliği diye, hiç alakası yok, tam tersine Hitler, 26 Nisan 1933’te Vatikan’la, papalıkla bir anlaşma yaptı ve bu anlaşmayı yaparken de bir konuşma yaptı. Bu konuşmada da din anlayışını ortaya koydu. Bu anlayışın laiklikle hiçbir ilgisi yok. “Laik okullara hiçbir zaman müsamaha edilemez” diye başlıyor konuşma. “Laik okullara hiçbir zaman müsamaha edilemez” diye başlıyor ve Nazi – Vatikan ittifakı, anlaşması bu zihniyet etrafında şekilleniyor. Hitler inançlarından dolayı Yahudileri en acı muamelelere tabi tutuyor. Neden dolayı? İnancından dolayı, Yahudilik. Laik bir insan, bir din düşmanı olur mu? Bir inanca, bir dine husumet duyan bir insan laik sayılabilir mi? Kendisi inancını ortaya koymuş, kitabında bunu bütün ayrıntılarıyla yazmış, yani Sayın Başbakan ilgi duyarsa kendisine okumasını önereceğim bazı kitaplar var. Ama, Sayın Başbakanın anlayışını, zihniyetini kitapla düzeltmek mümkün değil, o laiklikten hoşlanmıyor. (Alkışlar) Yani o, laiklikten hoşlanmıyor, bitti. Hitler olmazsa Musolin’i olur, o olmazsa başka bir şey olur. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bu sağlıklı bir tablo değil. Şimdi, haddi bu dışarıyla ilgili, bir de içerisi var. Eskişehir’e gitti dün. Orada verdi veriştirdi. “Cibilliyetsiz, siyasi ahlak yoksunluğu” falan gibi iddialarla Cumhuriyet Halk Partisini suçluyor.

Değerli arkadaşlarım, şimdi, bu “cibilliyet” yani, soy sop, soysuzluk sopsuzluk… Vallahi bizim soyla sopla ilişkimiz yok. Biz, kimsenin soyuna sopuna bakmıyoruz. (Alkışlar) İnsanları da soyuyla sopuyla anlamıyoruz, tarif etmiyoruz, böyle bir anlayışımız yok bizim. Herkesin soyuna sopuna saygı gösteriyoruz, kimseye de “Soysuz, sopsuz” deme hakkını kendimizde görmüyoruz. Hiç kimsenin de görme hakkını kabul etmiyoruz. Çünkü, biz, “72 millet birdir” diyen o büyük Hacıbektaş’ı Veli’nin…(Alkışlar) …onun çizgisinden dünyaya bakıyoruz. Baktığımız insanın bunun soyu ne, sopu ne gibi bir değerlendirme aklımızın kenarından geçmez. Onun yüreği, aklı, vicdanı, dürüstlüğü, kişiliği bunlar önemli.

Değerli arkadaşlarım, bir defa Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının, insanlara “cibilliyet” terminolojisiyle bakmış olmasını, kendisini çok ağır bir mahkûmiyetin içine soktuğunu kavrayamamış olmasını üzüntüyle karşılıyorum. Yani böyle bir terminolojiyle orta yerde konuşan bir Başbakan, hakkında konuştuğu kimseyi değil, kendisini mahkûm etmiş demektir. (Alkışlar) Yani, buna, bu işe niye bu kadar önem veriyor? Bizim soy sopla bir işimiz yok; soyumuz sopumuzdan da bir şikâyetimiz yok, bir derdimiz yok, bir kompleksimiz de yok o konuda ha, o konuda bir kompleksimiz de yok. Yani biz, hiçbir zaman anamıza, babamıza, baba, bizim soyumuz ne falan diye sorup, “vallahi bilmiyorum” cevabını almadık. (Alkışlar) Bizim soyumuz da belli, sopumuz da belli. Bunun bir önemi yok, bizim kompleksimiz de yok, tereddüdümüz de yok, bu işlerle de meşgul değiliz, insanları soyuna sopuna göre ayırmıyoruz da, yok Türkiye’de şu kadar soy var, bu kadar sop var, yok öyle bir şey ya, Türkiye’de sadece Türk milleti var, Türk milleti. (Alkışlar) Şimdi, bir defa ben, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanının ağzına “cibilliyetsiz” sözünü yakıştıramadım. Bundan hiç rahatsız olmadım, rahatsız olmam için bir neden yok; ne söyleyenin bir önemi var, ne söylenilen lafın bir önemi var. (Alkışlar) Bu, yanlış bir söz. Bir daha ağzına alma o lafı, bir daha ağzına o lafı alma, git, ağzını da bir yıka. Git, ağzını yıka, dişini de fırçala, bir daha da o lafı ağzına alma. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, ayrıca tabii bu soy, sop denilince insan, sadece kendi atasını, dedesini, soyunu, babasını falan düşünmez, bir siyasi neshep de var, bir siyasi soy da var, yani bir de oradan bakmak lazım. Oradan baktığımız zaman da bizim vicdanımız, içimiz çok rahat; bizim soyumuz, sopumuz belli, bizim soyumuz sopumuz Kuvayı Milliye, Müdafai Hukuk, Mustafa Kemal Atatürk. (Alkışlar) Yani, bizim o noktada da bir tereddüdümüz yok. Bir zihni dağınıklığımız yok. Biz kimiz, hangi çizginin uzantısıyız, içimiz, vicdanımız rahat, bir tereddüdümüz yok. Nereden geldiğimiz belli, nereye gittiğimiz belli, açık. Bir ayağı orada, bir ayağı burada değiliz biz. Bazen öyle, bazen böyle söyleyenlerden değiliz biz.

Değerli arkadaşlarım, yani Başbakan çok tehlikeli açılımlar yapıyor, insanı tahrik ediyor. Şimdi, insanın içinde senin soyun ne, sopun ne, siyasi sopun ne, siyasi sopun ne, sormak geçiyor. Nereden geliyorsun? (Alkışlar) Yani, senin soyun, sopun ney? Hikmet Yarın dizinin dibinden mi geliyorsun, nereden geliyorsun? Ve bunları ne, şimdi bizi böyle konuşmak zorunda bırakıyorsun. Girmeyelim, ama Başbakan bunun altında kalır. Bunun altında kalır, cibilliyet tartışmasının, ister onu atasının, dedesinin soyu, sopu diye anlasın, ister siyasetinin özü, kökü diye anlasın, bunun altında Başbakan kalır. (Alkışlar) Sonra Başbakan, bir de siyasi ahlaktan söz ediyor. Celallenmiş, “siyasi ahlaka sığar mı bunlar? Siyasi ahlak yoksunu” Ağır ol Sayın Başbakan. Ne olmuş, ne diyor? Komisyonda bir kanun konuşuluyormuş, bir tasarı, orada bizim arkadaşlarımız 48 tane değişiklik önergesi vermişler. Celallenmiş Başbakan, bundan mı celallendi, yoksa başka canını sıkan bir durum var da ondan celallendi de, bundan dolayı mı bize tepki gösteriyor, onu bilemem, ama celallenmiş Başbakan, müthiş kızmış, “Olur mu böyle şey?” diye isyan ediyor.

Değerli arkadaşlarım, nedir bu konu? Bu konu şu: Adaleti AKP’nin kontrolü altına almak için bir yasa hazırladılar. Hâkimler Savcılar Yüksek Kurulunun yapısını değiştirmeyi öngören bir yasa hazırladılar. Yargıtay’a üye seçimini engellemeyi, ertelemeyi öngören bir yasa tasarısı hazırladılar, yani hukuka sığmıyor, Anayasaya sığmıyor, hakka sığmıyor, adalete sığmıyor, adaleti kuşatma amacına yönelik bir girişim, ne yapsın bizim arkadaşlar? “Yapmayın, etmeyin, yanlıştır” dediler; “Biz yapacağız, bir an önce geçireceğiz, fabrikasyon usulü çıkaracağız.” “Yapamazsın” dediler, “ortada Anayasa var, ortada kanun var, ortada İçtüzük var. İçtüzüğün sağladığı imkânlar var. Onu kullanırız” dedi arkadaşlarımız. İsabet de ettiler, dediler ki “Bunu çıkarmana izin vermeyiz.” Elbette izin vermemek lazım, hukuka aykırı, adalete tasallut, adalete tecavüz niteliğinde bir girişim. Bunu önlemek için arkadaşlarımız çok büyük gayret gösterdiler, Başbakan buna kızmış “siyasi ahlak yok” diyor.

Değerli arkadaşlarım, bakınız biz, Ceza Kanununun, 350 küsur maddelik Ceza Kanununun, yine yüzlerce maddelik Medeni Kanunun Mecliste çıkması için elimizden gelen her çabayı göstermiş bir partiyiz, çünkü doğru dürüst bir kanun, Türkiye’nin ihtiyacı var. Elbette yapacağız, katkımızı verdik. Arkadaşlarımız çok ciddi öneriler, uyarılar yaptılar. Onların da aklı yattı ve bu konuda elden geleni yaptık ve çıkardık. Bizim amacımız engellemek değil, engellenmesi gerekeni, senin yapmaman gerekeni yaptırtmamak, o bizim görevimiz, bizim sorumluluğumuz. (Alkışlar) Şimdi, bunu kullanmış arkadaşlar. Sen getiriyorsun Meclise kanunu, diyorsun ki “Bu temel yasadır.” Temel yasa olunca ne oluyor? 30 maddeyi tek bir madde gibi görüşüyorsun, her bir maddeye birbuçuk dakika zaman kalmıyor, her maddeye birbuçuk dakika konuşma zamanı kalmıyor. Bunu sen yapıyorsun. Bu komisyonda çok medeni, çok demokratik, bütün dünyanın kullandığı bir hak, bir olanak, bunu çok sorumlu bir şekilde kullanmışız. Sen bundan hoşlanmayabilirsin, ama sen durduk yerden Cumhuriyet Halk Partisine siyasi ahlak suçlaması yapmaya nasıl kalkarsın? Ne demek siyasi ahlak? Bir defa, siyasi ahlak lafı, bu Başbakanın ağzına yakışmıyor, hiç yakışmıyor. O lafı kolayca söylemesin Başbakan, tavsiye ederim, yani akla getirmesin. Siyasi ahlak… Senin siyasi ahlaktan bahsetmeye ne hakkın var, sen değil misin “dokunulmazlığı kaldıracağım” diye Meclise söz verip, Millete söz verip iktidara geldikten sonra bunu unutan sen değil misin? (Alkışlar) Bu siyasi ahlakla bağdaşıyor. Kendi özel yaşamına bir bak. Demin konuştuk, onlar siyasi ahlakla bağdaşıyor, ama Cumhuriyet Halk Partisinin, yargıyı savunmak için verdiği önergeler siyasi ahlaksızlık oluyor, bu ne kafa ya? Bu ne kafa? Bu ne mantık?... (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Başbakan yine “bunlar hep siyaha beyaz, beyaza siyah diyorlar. Bir öneriniz var mı diyoruz, bir öneri söylemiyorlar. Bunlar inadım inat muhalefet yapıyorlar.”

Değerli arkadaşlarım, bu kesinlikle doğru değildir. Bakınız Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz, bu Mecliste en yapıcı, en iyi niyetli, en Türkiye’nin ortak yararlarını gözeten bir siyaset anlayışı içinde çalıştık. 1 Martta tezkereyi getirdi, sakın yapma dedik. Dinlemedi, getirdi, onu anlatamadık, ama Meclise anlatmayı başardık ve Mecliste bir yanlışı önledik. Şimdi, bu bir öneri değil mi? Bir yapıcı, iyi niyetli, Türkiye için, Türkiye’nin geleceği için bir öneri değil mi? Biz o öneriyi yapmamış olsaydık bugün Türkiye ne halde olacaktı? Kuzey Irak ne haldeyse, Güneydoğu Anadolu o noktada olacaktı. Bunu kim önledi? Sen mi önledin? Sen farkında bile değildin, tam tersine çalışıyordun. Cumhuriyet Halk Partisinin çabalarıyla bu önlendi. Anayasa değişiklikleri, Cumhuriyet Halk Partisinin katkısı olmadan mı yapıldı bunlar? Elbirliğiyle hepimiz iyi niyetle gereken noktada desteği verdik, katkıyı verdik, bunları sonuçlandırdık. Ceza Kanununu beraber çıkardık, Medeni Kanunu beraber çıkardık. Ermeni konusuna, Ermeni soykırımı iddialarının Türkiye’nin önüne taşınmakta olduğuna dikkati çektik, özel birikimimizi, çabamızı hep beraber gittik anlattık, paylaştık, aman bu konuda şu çabayı sergileyelim, bu girişimleri yapalım diye hükümeti ikna etmek için büyük gayret gösterdik arkadaşlarımızla birlikte. Bunların hepsi ne? Cumhuriyet Halk Partisinin iyi niyetli, yapıcı muhalefeti sorumlu siyasi anlayışı değil mi?

17 Aralıkta, sakın ha o belgenin altına imza atma dedik, Avrupa Birliği, Brüksel’de, 2004’te, sakın ha imza atma dedik, bu öneri değil mi sana? Bak şimdi, sen attın, pişman oldun. Aradan iki yıl geçti, bugün pek çok vicdan sahibi yazar, düşünür “keşke, Deniz Baykal’ın, Cumhuriyet Halk Partisinin o önerisini dikkate alsaydın. Bak çok kötü oldu, imza attık, gereğini de yapamadın, Türkiye’nin AB kapısı da kapandı, çıkmaza girdi. Bunu önlemek için Cumhuriyet Halk Partisi ve Genel Başkanı sana uyarı yapmıştı, keşke yapsaydın” diyor. Sen hâlâ farkında değilsin, “bir öneri yapmadı bize” diyor. Ala sana işte öneri, 17 Aralıkta, imzalama dedik, atla gel ve sadece onu da söylemekle kalmadık, imzalamamanın sorumluluğunu seninle birlikte ben paylaşırım ve milletimize anlatırım, bundan dolayı seni köşeye sıkıştırmam. Tam tersine millete, elbette imzalanmaması lazım, hakkımızı koruduk, doğru yaptık diye anlatırım dedim. Gittin, orada imzayı attın, “at, at” dediler, oradaki Avrupalı Başbakanlar ve sonra da geldin, şimdi çıkmaza girdin.

Değerli arkadaşlarım, senin milletvekilliğinin önünü biz açtık. Niye? Çünkü, milletin sana oy verdiğini gördük, senin partine oy verdiğini gördük. Türkiye bir demokrasi krizi içine girmesin dedik. Bir Ceza Kanunundaki bir maddeden dolayı sen bilmem şu kadar hapse mahkûm oldun diye ebediyen siyaset yapamaz hale sokmak Türkiye’yi sıkıntıya sokar, doğru değildir, yakışmaz bize, demokrasi anlayışımıza sığmaz, sakın ha yapma dedik ve elimizden gelen gayreti gösterdik, bütün bunları yaptık. O zaman neydi?

Değerli arkadaşlarım, sana, Terörle Mücadele Yasasının 6’ncı maddesini çıkarma dedik, daha kısa bir süre önce. “Öneri yaptınız mı?” diyor. Kızdın, ama sözümüzü dinledin, çıkarmadın. Çünkü biliyordun ki, çıkarırsan başına çok büyük iş gelecek. Onu oraya sen, zaten koymakla çok büyük hata yaptın. Orada diyor ki: “Terör örgütünün kurucusu etkin pişmanlık talebi yaparak avukatıyla bundan yararlanabilir.” Onu oraya koymuşsun, 6’ncı madde. Bunu kim önledi? Sen mi önledin? Sen, terör örgütünün kurucusunu affetmeye çalıştın. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, bakın “öneri” diyor, al sana bir öneri daha yapıyor: Gel, 2002 yılında milletin önünde verdiğin sözü hatırla ve Anayasadaki dokunulmazlık maddesini birlikte değiştirelim, öneri, gelin birlikte değiştirelim. (Alkışlar) Dokunulmazlığı kaldıralım. Bak yine tekrar ediyorum: Hâlâ sen üstüne yatmaya ve unutturmaya, geçiştirmeye çalışıyorsun, ama başaramazsın. Sen, o terör örgütünün kurucusu dediğin kişiye “sayın” dedin. Özür dile bu milletten, özür dile. (Alkışlar) Şehitlerden “kelle” diye bahsettin, özür dile, özür dile, sana öneri yapıyorum. (Alkışlar) Hikmet Yarın önüne oturduğun için yine çık, milletten özür dile ve Yasin El Kadı’ya “kefilim” sözünü geri çevir. Bırak, Yasın El Kadı’ya kefil olma, kefil olmak istiyorsan bak git, pancar üreticisine kefil ol, git çiftçiye kefil ol. (Alkışlar) Kefil olmak istiyorsan git, emekliye kefil ol, millete kefil ol, millete. (Alkışlar)

Değerli arkadaşlarım, Başbakan İranlıların tuttuğu 15 İngiliz askerinin tahliyesi için ayırdığı zamanı şu geride bıraktığımız iki günde kaybettiğimiz Telafer’de, Kerkük’te kaybettiğimiz 150 Türk’ün sorunuyla ilgilenmek için ayırmış değildir. Oraya ayırdığı zamanın yarısını Telafer’deki 150 kişinin ölümü dolayısıyla ayırmış değil, ağzını açmamıştır, tek kelime söylememiştir, şikâyet etmemiştir, hiçbir girişim yapmamıştır, kimseye telefon açmamıştır. Sen, İngiliz askerlerini kurtarmak için uğraşacağını, orada kaybedilen canların, artık, kaybedilmemesi için çaba göster. (Alkışlar) Ve bizden öneri istiyorsa Sayın Başbakan, en son ve en önemli önerimi söylüyorum: Sakın ha cumhurbaşkanı adayı olma, sakın ha olma, sakın ha…(Alkışlar) Sakın ha olma… (Alkışlar) Bak sana geçmişte hep söyledim, 1 Martta söyledim, bu tezkereyi getirme dedim, getirdin, önledik. Sana, 17 Aralıkta, sakın ha imzalama dedim AB ile, imzaladın, geldiğimiz nokta ortada. Şimdi, geçmişte bu kadar güvenle söylediğim sözlerin bana verdiği hakla hatta daha fazlasıyla ve daha yüksek bir güvenle söylüyorum ki; sakın ha cumhurbaşkanı adayı olma… Olma…(Alkışlar) Bu tavsiyem kulağına küpe olsun Sayın Tayyip Erdoğan. Bu tavsiyem kulağına küpe olsun, bak iki hafta zaman var, sakın ha ihtirasının kurbanı olma. Çok istiyorsun, biliyorum, olabilir, ama önemli olan doğru yapmaktır. Doğru yap, ihtirasının kurbanı olma, bu sözüm de senin kulağına küpe olsun.

Hepinize saygılar sunuyorum. (Alkışlar)