Tuesday, December 30, 2008

“Artık umut milletin kendi elindedir. Bu koşullarda en sağlam dayanak halkın, milletin bu gidiş karşısında takınacağı tavırdır”


-“Kars AKP Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu partisinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisine girme kararını almıştır. Şimdi kendisi Kendisini saygıyla selamlıyorum ve hoşgeldiniz diyorum”
-Genel Başkan Baykal PM toplantısı sırasında, “Açıklayacak adayınız var mı” diye soran gazetecilere, “Bir aday daha istiyorsanız Naif beyi açıklıyoruz Kars adayımız” yanıtını verdi.

-“Bir değerli eğitimcimiz kriz nedeniyle intihar etmiştir.Bundan büyük bir üzüntü duydum. Bu da göstermektedir ki, kurşun teğet geçmemiştir. Vurmuş ve öldürmüştür”

-“Türkiye’de yaşanan krizin psikolojik olduğu değerlendirmesi kendini avutmanın ötesinde hiçbir anlam taşımaz. Bu psikolojik, sanal bir kriz değildir. Reel bir krizdir”

-“Başbakan ne kadar teğet geçti veya psikolojik dese de, Birbiri ardından kapanan fabrikalar, işyerleri, ekonomik kuruluşlar bu krizin önce reel sektörü, ekonomiyi, ekonominin temelini sarsmaya başladığını göstermektedir.”

-“ Türkiye’de etnik kimlik tartışması işi çığırından çıkarıyor”

-“Maalesef Türkiye’de bir süreden beri etnik kimlik tartışması siyasi söyleme egemen olmaya başlamıştır. Bu çok yanlış, çok kaygı verici bir tablodur. Türkiye artık bu tartışmaları aşmalıdır. Herkesin etnik kimliği eşittir, saygıdeğerdir ve özeldir. Etnik kimlik içinde bu böyledir, mezhep ve din, inanç kimliği açısından da bu böyledir.”

-“Artık bırakalım birbirimizin etnik kimliği üzerinde spekülasyon yapmayı, niteleme yapmayı. Birbirimizi insan olarak görelim. Herkesin eşit olduğunu,vatandaş olduğunu kabul edelim. Bu konudaki zorlamaları, suçlamaları elbirliğiyle reddedelim. Bunların konuşulmasına hiçbirimiz katkı yapmayalım. Yeter artık bu konu çok konuşuldu”

-“Irak ile Türkiye arasında bir müzakerenin yürütülüyor. Şunu soruyoruz. Kiminle müzakere ediyoruz. Irak’la Türkiye arasında mı, yoksa Irak, Türkiye, PKK arasında mı bir müzakere var? Irak kendi düşüncelerini müzakere etmek üzere mi bize geliyor? Yoksa PKK’nın düşüncelerini aktarmak üzeremi Türkiye’ye geliyor?”

-“Neyi müzakere ediyoruz? Müzakerenin konusu nedir? Müzakere, PKK’nın ateş kesmesi karşılığında, Türkiye’de bir şeylerin yapılmasını sağlamaya yönelik. PKK’nın silah bırakması, ateş kesmesi, silahlarını kendi uygun gördüğü yerlerde kontrolünde, denetiminde bulundurması şartıyla Türkiye’den bir şeyler yapması isteniyor. Sözkonusu olan PKK’nin etkisizleştirilmesi, Kuzey Irak’tan tasfiyesi değil”

-“Bir yandan demin konuştuğumuz o PKK’nın siyasi amaçlarına yönelik müzakere süreci işletilmek isteniyor. Öbür yandan da Türkiye şehitler veriyor”

-“Türkiye’den talep edilenler arasında siyasal çözüm doğrultusunda belli bekleyişlerin de karşılanması isteği var. Son zamanlarda Irak siyasi trafiği canlanırken, öte yandan Türkiye’de yeni anayasa tartışmasının gündeme getirilmiş olması çok anlamlıdır”

-“Yolsuzlukla kim mücadele edecek? Siyaset mücadele edecek. Peki siyaset yolsuzluğa bulaşırsa ne olacak? “

-“1 Aralık istifa için son gündü. Geçti. Artık Bakan aday olamaz. Bakan ülkenin bütçesini harcıyor. Binlerce insan emrinde çalışıyor. Devletin bütün makine parkı, işgücü potansiyeli, hepsi onun adına devrede. Böyle bir insan kendi emrindeki memur istifa etmek zorunda kaldığı bakan istifa etmeden nasıl aday olabilir?”

-“Bakan olarak seçime girecek. Emrinde bütçesi, emrinde bütün personeli, emrinde devlet olanakları, devlet kudreti. Kaybederse bakanlığa, milletvekilliğine devam edecek. Böyle bir şey olabilir mi?”

-“Bütün Hıristiyan aleminin Noel’ini kutluyorum”

İletişim Koordinatörlüğü (Ankara) – Genel Başkan Deniz Baykal Parti Meclisi toplantısı devam ederken basın mensuplarının karşısına çıktı ve güncel gelişmeleri değerlendirdikten sonra AKP Kars Belediye Başkanı Nail Alibeyoğlu’nun CHP’ye katıldığını ve CHP’nin Kars Belediye Başkan Adayı olacağını açıkladı

Gazetecilerin sorularını da yanıtlayan Genel Başkan Baykal’ın açıklamaları şöyle ;

“Değerli arkadaşlarım, Parti Meclisi toplantımız dolayısıyla günün olaylarına yönelik bir değerlendirmeyi sizlerle geleneksel olarak paylaşıyorum.

Bugün de önümüzdeki konulara yönelik birkaç gözlemimi sizlere iletmek istiyorum. Önce ekonomik krizin giderek daha direnleşmekte olduğuna tanık oluyoruz. Kısa bir süre önce, iki dramatik intihar olayı ekonomik krizin Türkiye’yi hangi noktaya sürüklediğini bize bir kez daha hatırlattı. Gerçekten çok acı olaylarla karşı karşıya kalmaya başladık. İstanbul’da bir işadamımız intihar etti. Ankara’da bir önemli okul girişiminin sahibi, yöneticisi, çok değerli bir eğitimci krizin kendisini getirdiği nokta karşısında intihar etti. Dramatik olaylar ortaya çıkmaya başladı. Ve öyle anlaşılıyor ki, Türkiye’de kriz önce reel sektörü vuracaktır, vurmaya başlamıştır. Birbiri ardından kapanan fabrikalar, işyerleri, ekonomik kuruluşlar bu krizin önce reel sektörü, ekonomiyi, ekonominin temelini sarsmaya başladığını bize göstermiştir.


Bu iki olay reel sektörde sorumluluk üstlenmiş olan kuruluşların hangi noktada bulunduğunu bir kez daha dramatik bir şekilde bize göstermiştir. Ve bir kez daha yaşayarak gördük ki, kurşun teğet geçmemiştir. Vurmuş ve öldürmüştür.


Değerli arkadaşlarım, bu tablo karşısında Türkiye’de yaşanan krizin psikolojik olduğu değerlendirmesi kendini avutmanın ötesinde hiçbir anlam taşımaz. Bu psikolojik, sanal bir kriz değildir. Reel bir krizdir. Başbakan önce doktor olarak krize yönelik teşhisler söyledi. Moral vererek doktorluk yapmaya gayret ettiğini anlattı hepimize. Şimdi krizin psikolojik bir kriz olduğunu bize söylüyor. Artık şu krizin adını Başbakan koysun. Biran önce yaşananın reel bir kriz olduğunu değerlendirsin. Türkiye’de reel krizin arkasında hiç kuşku yok finans sektörünün içinde bulunduğu durum yatıyor.


Ankara’daki Yüce Kolejlerinin tablosu bize bunu açıkça gösteriyor. Elbette belli bir miktar borcu var ve onu ödemekte güçlükle karşı karşıya. Ama çok büyük imkanları da var. Okulun kendisi çok büyük bir değer. Fakat o okulun değerini likide çevirmek olanağı yok. Ama borçların haciz yoluyla takip edilmesi sözkonusu. Ve bu durum karşısında da okul ayakta kalamaz hale doğru sürükleniyor. Çok üzüntü verici bir manzara.


Bu tablo Türkiye’de krizin iyi yönetilemediğini, ülkenin başarılı, değerli kurumlarının, binlerce öğrenciyi okutmakta olan bir temel eğitim kurumunun kriz iyi yönetilmediği için, ortaya çıkan sorunlara, sıkıntılara çare, çözüm bulunamadığı için artık ayakta kalamaz hale geldiğine ve krizin yönetilmemesinin bedelini Türkiye’de işletmelerin, kuruluşların ödemeye başladığına bizi inandırmaktadır. Bu çok üzüntü verici bir olay. Derhal ciddi tedbirler almak lazım. Ve bu kadar rahatça içinde bulunduğumuz ekonomik mali sıkışıklık ortamında haciz uygulamasına göz yummamak lazım. Kuruluşların ayakta kalmasını sağlayacak mali kolaylıkları gerçekleştirmek, haciz uygulamalarından önce kaynak yaratmaya yönelik çabalara öncelik vermek iktidarın öncelikli görevidir. Bu görev yerine getirilmediği için maalesef çok ağır bedeller ödenmeye başlamıştır. Biran önce bu konuya el konulmalıdır. Ve Türkiye’de ciddi kurulların yıllarca, on yıllarca görev yapmış başarılı kurumların şimdi içine girilen mali sıkışıklık nedeniyle, kredi tıkanıklıkları nedeniyle, likit darlıkları nedeniyle kapanmak zorunda kalmasına seyirci kalınması kabul edilemez. Maalesef şuandaki manzara budur. Buna derhal bir çözüm üretme ihtiyacı vardır. Çok acı bir manzara. Binlerce insan geçmişte orada okudu, şimdi okuyor. Ama bir mali sorumsuzluk sonucu maalesef artık bu görevini sürdürmekte ciddi güçlüklerle karşı karşıya kalacaktır. Bunu üzüntüyle karşılıyorum.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye son belde belediyeleriyle ilgili birbiri ardından çeşitli kurumların aldıkları kararlar sonucunda bir büyük hukuk krizi içine sürüklenmiştir. Fevkalade yanlış bir durumun Türkiye’de oluşmasına seyirci kalınmıştır. İş ta başından yanlıştır. 2000 nüfusun altındaki belediyelerin kapatılmasına yönelik hükümet girişimi, bu girişimin son güne bırakılmış olması, son bir yıldan hemen önce yasalaşması konusundaki anayasal zorunluluğun gereğini son dakikaya kadar erteleyerek, alelacele böyle bir yasal düzenleme yapılması, bu yasal düzenlemeden sonra Anayasa Mahkemesinin aldığı karar, o Anayasa Mahkemesi kararına bağlı olarak Danıştay’ın aldığı karar ve Yüksek Seçim Kurulunun aldığı karar Türkiye’de bir hukuk kaosunun, hukuk kargaşasının potansiyeli olarak ülkemizde barınmakta olduğunu somut bir şekilde ortaya çıkarmıştır. Yapılan bu yanlışlıklar Türkiye’de hukuk sisteminin ciddi bir kaosa her an dönüşebilecek bir tabiat taşıdığını ortaya koymuştur. Çok üzüntü verici olmuştur. Bu asıl sorundan belki daha da önemli bir konudur. Yani dün Yüksek Seçim Kurulu Danıştay’ın kararını değerlendirerek Türkiye’de dava açmış olan belediyelerin belediyeliklerinin devam etmekte olduğunu ve seçime katılabileceklerini karara bağladığını açıkladı. Bunun üzerine çok garip bir şeye tanık olduk. Anayasa Mahkemesi Başkanı yeni bir karar açıklar gibi, Anayasa Mahkemesinin yeni bir kararını açıklar gibi bir değerlendirme yaptı. Bir süre sonra Anayasa Mahkemesinin böyle bir yeni kararının olmadığı Anayasa Mahkemesi Başkanvekilinin açıklamasıyla ortaya çıktı. Bunun üzerine Anayasa Mahkemesi Başkanı biz eski karara destek veren insanlar bu düşünceyi dile getirdik diye hiç hukuk sistemimizde bugüne kadar tanık olmadığımız bir açıklama yaptı. Yargı organları kararlarını yorumlayarak değil, kararlarını kendileriyle konuşurlar. Karar artık alındıktan ve ilan edildikten sonra kendi başına bir gerçeklik kazanır, bir hukuki değer kazanır. Ve o niteliğiyle karar ilgili bütün diğer kamu kurumları ve hukuk kurumları tarafından değerlendirilir, yetkileri dahilinde gereken adımlar atılır. Böyle iken birden bire gördük. Biz o kararla şunu demek istedik diye Yüksek Seçim Kurulu kararına karşı Anayasa Mahkemesi Başkanının tek taraflı bir açıklama yaptığına tanık olduk. Örneği görülmemiş bir şey. Eğer ortada Anayasa Mahkemesi kararından sonra başlayan süreçle ilgili, Danıştay’ın aldığı kararla ilgili örneğin bir sorun varsa bu sorunun nasıl çözüleceği hukuk sistemimizde bellidir. O karara karşı Dava Daireleri Genel Kuruluna itiraz edilir. Danıştay’ın aldığı kararın yanlış olduğunu düşünenlerin yapması gereken şey çok açıktır, çok nettir. Bu yola başvurmayıp biz hayır öyle söylemek istemedik, böyle söylemek istedik diye bir açıklamaya hukuk sisteminde yer var mı? Böyle bir şey düşünülebilir mi? Çok acı bir manzara.


Arkasından bugün Anayasa Mahkemesinin 8 üyesi, Anayasa Mahkemesi Başkanının aldığı kararı ve yaptığı açıklamayı desteklemediklerini, o kararın Anayasa Mahkemesinin tavrıyla ilgili başkan tarafından yorumlanışının kendileri açısından kabul edilemez olduğunu hep söylemişlerdir. Bir kaos daha çıkmıştır. Anayasa Mahkemesi içinde kaos var. Anayasa Mahkemesiyle Danıştay, YSK kararları arasında bir kaos var. Ve bu kaos karşısında hukuk mekanizmaları işlemiyor, konuşuluyor. Tabi bütün bunların temelinde ne var? Bütün bunların temelinde Başbakanın Türkiye’de ikinci bir Anayasa Mahkemesi mi var değerlendirmesi yatıyor. Başbakan bunu söylüyor. Başbakan bunu söyledikten sonra Anayasa Mahkemesi Başkanı o kararı yorumluyor. Böyle bir şey var mı değerli arkadaşlarım? Böyle bir şey olabilir mi? Hukuka yakışır mı? Anayasa hukukunu uygulama konumunda olan bir kuruma yakışır mı böyle şeyler? Karar ortada. İsteyen istediği gibi yorumlar. Varsa bir yanlışlık o yanlışlık karşısında gerekeni yetkili merciler yapar. Yollar var, yöntemler var, hukuk var. Yani ne biçim iş? Hukuk hızla Türkiye’de kayboluyor.


Anayasamızın 105. maddesinin 2. fıkrası Cumhurbaşkanının tek başına yayınladığı kararların ve emirlerin aleyhine hiçbir yargı organına başvurulamayacağını söylüyor. Ama birkaç gün önce bu konuda bir başvuru yapıldı ve karar çıktı. Kararın çıkması hukuka aykırı mı? Hayır hukuka aykırı değil. Niçin değil? Çünkü tam hukuka aykırılık sözkonusu olunca getirilmiş olan düzenlemeler geçerli olmuyor. Yani Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı uygulaması demek ki yargı organları tarafından anayasada çok açıkça bunların aleyhine yargıya başvurulamaz denilmiş olmasına rağmen iptal edilebilecek zafiyetler taşıyor. Böyle bir şey düşünülebilir mi değerli arkadaşlarım? Cumhurbaşkanı aldığı kararı o kadar hukuki zafiyet içindeki anayasamızın 105. maddesinin 2. fıkrası dahi o kararı koruyamamış. Niçin? Çünkü bugün ayrıntılarını basınımızda gördük. Yarım gün çalışan birisi rektör olarak atanmış. Mümkün değil. Atanmış. Daha sonrada yarım günlükten tam güne geçişle ilgili usul geçmişe yönelik olarak evrakta oylamalar yapılmak suretiyle kitabına uydurulmak istenmiş. Her yerde perişanlık. Yakışıyor mu değerli arkadaşlarım Türkiye’ye böyle bir tablo? Bu kadar çürümenin Cumhurbaşkanlığına kadar tırmanmış olması, Anayasa Mahkemesine kadar tırmanmış olması yakışıyor mu Türkiye’ye? Ne var bunların altında? Bunların altında hukuka, kurala saygı gösterme sorumluluğunu taşımayan bir siyaset anlayışı var. O siyaset anlayışı Cumhurbaşkanlığı konusunda bu zafiyeti ortaya çıkarıyor. Devletin en önemli yargı kurumları, Başbakanın açıklaması, o açıklamayı değerlendirmek isteme arayışları, bu arayışların en yukarı yargı organlarında yer bulmuş olması sonucunda işler çığırından çıkıyor.


Şimdi YSK toplantı halinde. YSK ne karar alacak? Anayasa Mahkemesi Başkanının açıklamasını reddetmiş üyelerinin 8 tanesi. YSK Başkanın açıklamasından sonra toplanma kararı almış. Üyeler reddetmişler Anayasa Mahkemesi Başkanının açıklamasını. Şimdi ne olacak hep beraber bakıyoruz. Yakışmıyor değerli arkadaşlarım. Gerçekten çok acı bir tablo. Büyük üzüntü içindeyim. Bu hukuk kaosu, bu hukuk kargaşası Türkiye’de yönetimin hangi sorunlarla ülkeyi karşı karşıya bıraktığını bir kez daha önümüze çıkarmıştır.


Değerli arkadaşlarım, bakın bu çerçevede son günlerde ortaya çıkmamış ama konulmuş bir konuya da dikkatinizi çekeyim. Basınımızda belediye başkan adaylıklarıyla ilgili yapılan değerlendirmelerde bazı bakanların aday olmalarının sözkonusu olduğuna dair değerlendirmeler alıyoruz.


Değerli arkadaşlarım, herhangi bir bakanlıkta şube müdürü olarak çalışan bir insan belediye başkanı veya memur olarak çalışan bir insan önümüzdeki seçimlerde belediye başkanı, meclis üyesi olmak istese 1 Aralık’ta görevinden istifa etmek zorundadır. 1 Aralık’ta istifa etmemiş ise belediye meclis üyesi adayı da olamaz, belediye başkan adayı da olamaz. Ama şimdi yapılan tartışmalarda öyle bir anlayış kendisin gösteriyor ki, sanki bir bakan 1 Aralık çoktan geçtiği halde belediye başkan adayı olabilir. Onun istifa zorunluluğu yoktur. Milletvekillerinin istifa zorunluluğu yoktur. Ama bakanın da yokmuş gibi bir anlayışla konuşulduğunu görüyoruz. Düşünün bakan ülkenin bütçesini harcıyor. Binlerce insan emrinde çalışıyor. Devletin bütün makine parkı, işgücü potansiyeli, hepsi devrede. Böyle bir insan kendi emrindeki bir sıradan memur istifa etmek zorunda kaldığı halde bakan olarak o istifa etmeden aday olabilecekmiş gibi bir anlayışı kabul etmemiz bizden isteniyor.


Değerli arkadaşlarım, eğer böyle olursa bunun ne anlamı var, ne geçerliliği var? Ne zaman istifa etmek zorunda? Hiçbir zaman istifa etmek zorunda değil. Çünkü belli bir tarihte istifa etmesini gerektiren bir kayıt yok. Ne olacak yani? Bakan olarak seçime girecek. Emrinde bütçesi, emrinde bütün personeli, emrinde bütün devlet olanakları, devlet kudreti seçime girecek. Kaybederse bakanlığa devam edecek, milletvekilliğine devam edecek. Kaybetmezse, tercih ederse belediye başkanlığını ya da meclis üyeliğini sürdürecek. Böyle bir şey olabilir mi? Yani Türkiye’deki hukuk duyarlığını daha yukarı düzeye çıkarma ihtiyacımız var. Bu henüz ortaya çıkmamış bir hukuk kaosu konusu haline dönüşmemiştir. Yüksek Seçim Kurulunun böyle bir olaya izin vermeyeceğini umut ediyorum. Yüksek Seçim Kurulu böyle bir tablo karşısında gereken kararı alacaktır, almalıdır diye düşünüyorum. Ama bu konudaki fütursuzca değerlendirmeler karşısında buna işaret etmeyi de gerekli görüyorum.


Değerli arkadaşlarım, önemli bir konu; Irak’la son zamanlarda birden bire hızlanan siyasi temaslar konusu. Birden bire son günlerde bir Irak siyasi trafiği canlanıverdi. Sayın Cumhurbaşkanı Bağdat’a ve belki Erbil’e bir ziyaret yapacaktı. Ama bir küçük sağlık sorunu buna engel olunca, anlaşılıyor trafik askıya alınmadı, alınamadı. Önce Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin açıklamasıyla, daha sonra Irak Başbakanı Maliki’nin Türkiye’yi ziyaretiyle konu yakından takip edilir bir durumda kendisini gösterdi.


Şimdi değerli arkadaşlarım, önce ne yapılıyor bunu anlamamız lazım. Ne oluyor? Nedir bu trafik? Bu trafiğin arkasında ne var? Bu bir nezaket ziyareti ya da tek taraflı olarak Irak’ın kendi çalışmalarıyla ilgili komşu bir ülkeyi bilgilendirmesi niteliğinde bir çalışma olarak anlaşılamaz. Bizim Irak’a yönelik bekleyişimiz var. Nedir bekleyişimiz? Irak egemenlik alanı içindeki PKK varlığını etkisiz kılmaları. Bunu gerçekleştirmek için Türkiye ile işbirliği yapmaları. O çok temel bir konu. Uluslararası bir sorumluluk. Irak devletinin bir uluslararası görevi bu. Bu konuda bilgi vermek üzeremi bu temaslar yapılıyor? Hayır. Bunun ötesinde bir tablo var. Ortada bir müzakerenin yürütülmekte olduğu anlaşılıyor. Irak Devlet Başkanı Talabani yaptığı açıklamalarda Türkiye’deki PKK sorununa yönelik olarak Türkiye’nin Irak’da değil, Türkiye’nin içinde ne yapması gerektiğine yönelik açıklamaları var, bekleyişleri var, talepleri var. Türkiye’de PKK’ya yönelik olarak Türkiye Cumhuriyeti ne yapmalıdır.


Değerli arkadaşlarım, bir müzakerenin yürütülmekte olduğu anlaşılıyor. Ama şunu sormalıyız. Kiminle müzakere ediyoruz. Bu siyasi trafiğin arkasındaki müzakere kiminle yapılan bir müzakeredir. Irak’la Türkiye arasında mı bir müzakere var? Yoksa Irak, Türkiye, PKK arasında mı bir müzakere var? Irak kendi düşüncelerini müzakere etmek üzere mi bize geliyor? Yoksa PKK’nın düşüncelerini aktarmak üzeremi Türkiye’ye geliyor?


Değerli arkadaşlarım, önce bunun aydınlığa kavuşturulması lazım. Kiminle müzakere ediyoruz bunu görmeliyiz. İki; neyi müzakere ediyoruz? Müzakerenin konusu nedir? PKK’nın Kuzey Irak’tan tasfiye edilmesi, etkisizleştirilmesi, PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığına son verilmesi anlamında hiçbir değerlendirmenin yapılmadığına dikkatinizi çekmek isterim. Müzakerenin konusunun bu olmadığı çok açıkça anlaşılıyor. Müzakere daha çok PKK’nın ateş kesmesi karşılığında Türkiye’de birşeylerin yapılmasını sağlamaya yönelik. PKK’nin etkisizleştirilmesi, Kuzey Irak’tan tasfiyesi değil. PKK’nın silah bırakması, ateş kesmesi, silahlarını kendi uygun gördüğü yerlerde kontrolünde, denetiminde bulundurması şartıyla Türkiye’den bir şeyler yapması isteniyor.


Değerli arkadaşlarım, biran önce aydınlığa kavuşturulmalıdır. Türkiye’den talep edilen nedir? Türkiye’ye verilecek olan nedir? Eğer Türkiye’ye PKK’nın kendisinin uygun gördüğü tarihte başlatıp kendisinin uygun gördüğü tarihte sona erdireceği bir ateşkes teklif ediliyorsa, Türkiye’ye önerilen bu ise bunun Türkiye için hiçbir şekilde bir değeri olacağını kimse düşünmemelidir. Ayrıca Türkiye’nin böyle bir dolaylı müzakere ilişkisine girmiş olmasının yaratacağı vahim sonuçlara da herkesin dikkatini bir kez daha çekmek istiyorum. Türkiye’den talep edilen nedir? Türkiye’den talep edilen öyle anlaşılıyor ki, en azından Kuzey Irak’tan gelecek olan teröristlerin cezaevine değil, evlerine yerleşmelerini sağlayacak bir düzenleme. Daha önce yapmış olduğumuz eve dönüş yasasının ötesinde bir düzenlemenin talep edildiği anlaşılıyor. Böyle bir düzenleme bekleyişi var. Ve korkarım sadece bu değil, bunun da ötesinde siyasal çözüm doğrultusunda belli bekleyişlerinde karşılanması isteği var. Son zamanlarda birden bire bir yandan Irak siyasi trafiği canlanırken, öte yandan Türkiye’de yeni anayasa tartışmasının gündeme getirilmiş olması iddialı ve çok ileri taleplerle yeni anayasa tartışmasını gündeme getirmiş olması bu açıdan anlamlıdır.


Öyle anlaşılıyor ki, anayasa ile anayasamızın değiştirilemez temel nitelikleri ve onun ana maddeleri konusunda bir esneme yaratma arayışı ortaya çıkacaktır. Buna kamuoyumuzun dikkatini çekmek istiyorum. Bu görüşmeler korkarım PKK’yı tasfiye etmeye değil, ateşkes karşılığı PKK ile siyasal pazarlık yapma ve onların siyasi projeleri doğrultusunda somut adımlar atma amacına dönüktür. Önce herkesin bunu çok iyi anlamasını istiyorum. Bu konu iyi niyetli bazı çevrelerin zannettiği gibi sadece Irak’ın, Kuzey Irak’ın konumu ve durumuyla ilgili Türkiye’nin tavrında bir değişiklik sağlama amacına yönelik değildir. Sözkonusu olan Irak ya da Kuzey Irak değildir. Sözkonusu olan Türkiye ve PKK’dır. Türkiye’ye yönelik PKK’nın projeleridir. O projelere zemin kazandırmak, onların önünü açmak, o doğrultuda Türkiye’de bir açılımı gerçekleştirmek sözkonusudur. Buna karşı herkesin dikkatli olmasını istiyorum. Ve üzüntüyle görüyorum ki, bu konulardaki direnç Türkiye’de belli çevrelerde ciddi şekilde kırılmıştır. Bu müzakerelerin bu şekilde bu aşamaya gelebilmiş olması Türkiye’de PKK’yla bir siyasi pazarlık anlamında bir çalışmanın ülkede etkin dirençleri artık kaybetmekte olduğunu bize göstermektedir. Buna milletimin dikkatini çekiyorum. Toplumun, halkın dikkatini çekiyorum.


Değerli arkadaşlarım, bu olumsuz gelişme karşısında da artık umut hiçbir yerde değildir, milletin kendi elindedir. Halkın kendi siyasi tercihindedir. Türkiye’deki ulusal bütünlüğümüzü, iç barışımızı, anayasal kimliğimizi tehdit edebilecek bu tür arayışların önü sistematik bir biçimde açılmaya başlamıştır. Bu gelişme karşısında en sağlam dayanak halkın, milletin bu gidiş karşısında takınacağı tavırdır.


Ben milletimizin önümüzdeki dönem içinde bu konudaki kararlılığını sergilemesinin mutlak zorunluluk olduğunu, artık hiçbir yerde umut kalmadığını, umudun bizatihi halkta olduğunu, çözümün bizatihi halkta olduğunu vurgulama gereğini duyuyorum.


Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız günlerde Cumhuriyet Halk Partisinin Çankaya Belediyesiyle ilgili olarak savcılığa suç duyurusu yapması kamuoyumuzda, toplumumuzda, medyamızda büyük ilgi yarattı. Bu konudaki anlayışımızı bir kez daha ifade etmek istiyorum.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin her alanda bir güven arayışı içinde olduğunu görüyorum. Toplumumuzun en temel sıkıntılarının başında bir güven yetersizliği konusu kendisini gösteriyor. Ekonomide güven, siyasette güven, hukukta güven en temel unsur ve bu konuda ciddi sıkıntılar var. Yolsuzluk Türkiye’nin giderekte büyüyen temel bir gerçeği. Yaygınlaşan bir gerçeği. Türkiye’deki yolsuzlukların başka yerdeki yolsuzluklardan bir temel farkı yolsuzluk siyaset ilişkisi konusunda kendisini gösteriyor. Siyasetin görevi yolsuzlukları etkisiz kılmaktır. Yolsuzlukların çözümü, çaresi siyasettedir. Ama ne yazık ki Türkiye’de siyaset yolsuzlukların önünde engel değil, kolaylaştırıcı, teşvik edici hatta bazen yolsuzluklardan yararlanan bir kurum haline dönüşmeye başlamıştır. Bu çok vahim bir manzaradır ve işin özü de budur. Yani yolsuzlukla kim mücadele edecek? Siyaset mücadele edecek. Peki siyaset yolsuzluğa bulaşırsa ne olacak? Bu ciddi bir açmazdır.


Değerli arkadaşlarım, biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak ortaya atılan bütün yolsuzluk iddialarını büyük bir sorumluluk duygusuyla ve dikkatle, ciddiyetle ele alıyoruz, inceliyoruz, inceletiyoruz ve bu konudaki iddiaların temelinde bir şeyin yatıyor olup olamayacağını görmeye çalışıyoruz. Yolsuzluğu bir siyasi karalama, bir siyasi suçlama vesilesi olarak düşünmüyoruz. Ya da bizim dünyamızla ilgili yolsuzluk iddiaları karşısında da bunların üstünü örtme gibi bir anlayışı kesinlikle reddediyoruz. Bu yaklaşımımızın gereği olarak kamuoyuna yansıyan bir yolsuzluk iddiası konusunda bir komisyon kurduk. Komisyonda üç değerli Merkez Yönetim Kurulu Üyesi arkadaşımız görev yaptı. Konuyu ayrıntılarıyla inceledi. Belediye başkanının, belediye meclis üyelerinin ifadelerini aldı. Bu konuda elde bulunan bantları, bilgileri, belgeleri değerlendirdi ve bir rapor hazırladı. O raporu da Cumhuriyet Halk Partisi Merkez Yönetimine sundu. Bu rapor doğrultusunda bizde yaptığımız değerlendirme sonucu ortaya atılmış olan iddiaların aydınlığa kavuşturulması ve bu konuda gereğinin yapılması için savcılığa suç duyurusunda bulunmayı kararlaştırdık. Bu duyuru yapılmıştır. Bu kararı bekliyoruz. Savcılığın alacağı karar ve arkasından mahkemenin konuyu nasıl değerlendireceği tarafımızdan dikkatle izlenecektir ve gereği yerine getirilecektir. Türkiye’nin buna ihtiyacı var. Bunu bütün partiler, bütün kurumlar örnek almalıdır. Herkes bu konuda üzerine düşen sorumluluğu unutmamalıdır ve gereği mutlaka yerine getirilmelidir. Cumhuriyet Halk Partisi olarak biz bu doğrultuda bizden beklenen, bize yakışan, doğru olduğuna inandığımız bir davranışı sergilemiş durumdayız.


Ayrıca, dün yaşanan acı olay dolayısıyla üzüntülerimi de ifade etmeliyim. Cizre’de 3 şehidimiz var, 13 yaralımız var. Yani bir yandan demin konuştuğumuz o PKK’nın siyasi amaçlarına yönelik müzakere süreci işletilmek isteniyor. Öbür yandan da Türkiye şehitler veriyor. Bu çatışmaların acısını milletimiz yüreğinde hissediyor.


Evet, gene bu buluşma vesilesiyle bu Hıristiyan vatandaşlarımızın Noel’ini de kutluyorum. Sadece bizim vatandaşlarımızın değil, bütün Hıristiyan aleminin Noel’ini de kutluyorum.


Şimdi hepiniz tabi bir gelişmeyi sezdiniz, izliyorsunuz. Bugün size tatlı bir haberimiz var. İzninizle o konuda da bilgilerinize konuyu aktarmak istiyorum. Kars AKP Belediye Başkanı Sayın Naif Alibeyoğlu partisinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisine girme kararını almıştır. Şimdi kendisi aramızdadır. Kendisini bende saygıyla selamlıyorum ve hoşgeldiniz diyorum.


Sizde birkaç cümle söylemek isterseniz buyurun.


Naif ALİBEYOĞLU- Sayın Genel Başkanım, değerli basın mensupları, 10 yıldır Kars’a bir beyaz sayfa açtık. Kars’ta Türkiye’nin mozaiği olan Kars’ta birlik, beraberlik ve kardeşliği imar ettik. Bu huzur ve güven ortamının ve bu birlik ve beraberliğin devam etmesi adına hizmetlerimizin yokluklar içinde, onca yoksulluklar içinde hizmetlerimizin devam etmesi adına gerçekten yokluklar içinde başarıyı sağladık. Kars’ı ulusal ve uluslararası düzeye taşımaya çalıştık. Yani küllerinden doğan bir şehri yaratmaya çalıştık. Birleşmiş Milletlerde, AB’de Kars’ı tanıttık. Viyana’ya gidip ...........’in yardımcısıyla görüşüp Ermenistan’daki nükleer santralin tehlikesini anlatıp onun biran evvel kapatılması girişimlerini yaptık. Yaptığımız festivallerle, etkinliklerle ve Kars’taki imar çalışmalarıyla, bir şeyi de burada özellikle altını çizerek belirtmek istiyorum Sayın Genel Başkanım. 5 yıl içinde Kars’a sadece elbette ki diğer yapılan çalışmalar vardır ama 5 yıl içinde sadece afet kapsamında, afet yardımı kapsamında gelen para sadece 50 milyardır. Sadece 50 milyar lira gelmiştir. İller Bankasından 2 ay önce gelen para 205 milyar liradır. Yani bu kadar sıkıntılar içinde böyle personelimizin maaşının üçte birine bile yetmeyen bir şeyle bu imkansızlıklar içinde bir kenti ulusal ve uluslararası düzeye taşımaya çalıştık. Tarihi Kentler Birliğinin kurucusuyuz. İşte Belediyeler birliğinin kurucusuyuz. Yerel Yönetimler Derneği Başkanıyım.


Bütün bunlar yaptığımız bir takım şeyler, etkinlikler ama ben özellikle öteki saymayan ve herkesin bu ülkenin bir öz sahibi olduğunu, hiç kimsenin bir yere gitmeyeceği söyleminden dolayı büyük bir heyecan duydum. Sayın Genel Başkanımın bu söylemiyle ve bu son zamanlardaki büyük açılımlarla, özellikle Türkiye’de maalesef insanlar muhalefetteyken demokrasi havarisi kesiliyorlar ama iktidara geldikten sonra kendileri için demokrasiyi, başkaları için diktatörlük istediğini görüyoruz. Zencilerin dünyada kabul gördükleri, daha doğrusu kabul gördükleri bu dünyada hala partide zenci muamelesi görmek, ötesi görmek, parti içindeki insanları bile aldıktan sonra zenci muamelesi görmek gerçekten insanları son derece üzüyor. Ve çoban ve sürü mantığıyla hareket edilen bir parti anlayışının gerçekten artık kabul görmeyeceğini, artık söylemlerin insanları inandırıcı olmadığını görüyorum.


Bu vesileyle ben Sayın Genel Başkanımın bizi partiye davet etmesinden son derece gurur duydum, onur duydum, layık olmaya çalışacağım. Ben sadece hizmet etmek istiyorum. Bu beyaz sayfanın devam etmesini istiyorum. Kimseyle hiçbir problemimiz yoktur. Kars’a, halkıma hizmet etmek istiyorum ve halka layık olmaya çalışıyorum. Bunu bütün Kars halkı, bütün herkes, Kars’a gelen herkes biliyor bunu herkes. Ve bunu devam ettireceğiz inşallah hayırlısıyla efendim, sağolun.


Deniz BAYKAL- Evet arkadaşlar.


Soru: Yeni açıklayacak adayınız var mı?


Deniz BAYKAL- Artık bir aday daha istiyorsanız Naif beyi açıklıyoruz Kars adayımız.


Soru: Sayın Canan Arıtman’ın Cumhurbaşkanıyla ilgili açıklamaları oldu. Bu konuda ne söyleyebilirsiniz? Canan Arıtman’la ilgili partinin alacağı bir karar var mı?


Deniz BAYKAL- Bu konularda hepimiz tavrımızı, politikamızı bir kez daha ifade etme ihtiyacını hissettik. Bizim bu konularda tutumumuz çok açıktır. Maalesef Türkiye’de bir süreden beri etnik kimlik tartışması siyasi söyleme egemen olmaya başlamıştır. Bu çok yanlış, çok kaygı verici bir tablodur. Elbette herkesin etnik kimliği saygıdeğerdir. Herkesin etnik kimliğini ifade etme hakkı, özgürlüğü vardır. Yaşamak hakkı vardır. Ama etnik kimlik konusunda bu kadar vurgulayıcı bir anlayış doğru olmamıştır. Ve geldiğimiz noktada maalesef bu konuda birbiri ardından çok yanlış bazı nitelemelerin yapılmakta olduğuna tanık olduk. Bundan büyük üzüntü duyuyorum. Bazen bu konuda tavrı çok net olması gereken insanlar tarafından yapılıyor. Bazen bu konular gereksiz yere istismar ediliyor. Bunlardan büyük üzüntü duyuyorum. Türkiye artık bu tartışmaları aşmalıdır. Bu konuları konuşmamalıyız. Yani konuşulacak konular değil. Herkesin etnik kimliği eşittir, saygıdeğerdir ve özeldir. Birbirimizin etnik kimlikleriyle ilgili spekülasyonlar, değerlendirmeler, tartışmalar, hele bunları bir suçlama konteksi içinde ifade etmek hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir. Etnik kimlik içinde bu böyledir, mezhep ve din, inanç kimliği açısından da bu böyledir. Bunları biraz unuttuk. Çok fazla insanlara etnik kimliği penceresinden bakar hale geldik. Bu yanlış ve bizi de bugün gelinen noktaya sürükleyen herhalde bu büyük toplumsal yanlış oluyor. Bundan biran önce vazgeçmemiz lazım.


Sayın Yılmaz Özdil Hürriyette iki gündür bu doğrultuda çok önemli gözlemler aktarıyor. Herkesin dikkatini oraya çekmek istiyorum. Bu konuyu tam ısrarla vurguluyor. Yürekten katılıyorum. Artık bırakalım birbirimizin etnik kimliği üzerinde spekülasyon yapmayı, niteleme yapmayı. Birbirimizi insan olarak görelim. Herkesin eşit olduğunu, herkesin vatandaş olduğunu kabul edelim. Bu konudaki zorlamaları, suçlamaları elbirliğiyle reddedelim. Bunların konuşulmasına hiçbirimiz katkı yapmayalım. Yeter artık bu konu çok konuşuldu. Yani sadece belli bir insanın sözleriyle ilgili olarak söylemiyorum. Genel olarak Türkiye’de bu etnik kimlik tartışması işi çığırından çıkarıyor. Bu tuzağa toplum olarak düşmeyelim. Hepimiz eşitiz, hepimiz kardeşiz, hepimiz biriz ve beraberiz. Hiç kimsenin kimseyi dışlamaya hakkı yoktur. Kimsenin kimseyi karalamaya hakkı yoktur etnik kimliği dolayısıyla. Kimsenin kimseyi ülke sınırları dışına çıkmaya davet etmek hakkı yoktur. Bunları unutmamamız gerekiyor.


Soru: Efendim İstanbul’daki çalışmalarınızla ilgili? Birkaç isim öne çıktı ama?


Deniz BAYKAL- Yok daha konuşulacak bir şey yok. Olunca, merak etmeyin anında hemen görüyorsunuz söylüyoruz.


Soru: Bugün Muzaffer Eryılmaz açıklama yaptı. Partim görev verdiği takdirde yine adayım dedi. Hakkında soruşturma olan bir belediye başkanı Cumhuriyet Halk Partisinde bulunabilir m?


Deniz BAYKAL- Herkesin değerlendirmesini doğal karşılamak lazım. Elbette her kişi böyle değerlendirmeler yapma hakkına sahiptir. Bizim bu konuda alacağımız kararların bir takvimi var, bir süreci var. Daha o takvim işlemeye başlamamıştır.


Çok teşekkürler, sağolun.