Thursday, February 21, 2008

Genel Başkan Baykal CHP Grup Genel Kurulu’nda; “Türkiye’de Laikliği Başbakan’a Emanet Edeceksek Yazıklar Olsun Türkiye’ye” Dedi

-“Hiçbir hukuk devletinde, hiçbir demokraside laikliğin teminatı herhangi bir kişi olamaz.Hele “laiklik de ne oluyormuş, millet isterse laiklik de kalkar” demiş olan bir siyasetçi hiçbir zaman olamaz. Adı Tayyip Erdoğan olan biri ikesinlikle laikliğin güvencesi olamaz.
-“Başbakan’a dedik ki, Genel Merkezdeki kedimiz Şero’ya ciğer emanet ederiz ama, laikliği sana emanet etmeyiz.

-“AKP iktidarında Türkiye’de kumar ekonomisi gelişti. Sadaka ekonomisinden yeni bir aşamaya geçtik, bu kumar ekonomisi. 2008 yılında 487 yarış günü var...”

-“Türkiye nereye gidiyor? Bu nasıl bir toplum? Nasıl bir ekonomi? Nasıl bir alın teri, emek, çaba karşılığı, dayanışma içinde giderek gelişen, büyüyen bir toplum yaratma gayreti? İktidar nerede duruyor, Hükümet nerede duruyor? Türbanla meşgul, türban, türban.. Bir ayağın faizde, bir ayağın kumarda, ondan sonra da türban cakasıyla çıkıyorsun ortaya”

-“Gece yarısı saat üçte imza atan Çankaya’nın, sekiz günden beri Türkiye’yi sarsan türban düzenlemesiyle ilgili olarak bir derin düşünce içine girme gereğini hissetmiş olması, herhalde bir anlam taşıyor”

-“Türbanla ilgili düzenleme Anayasamızın temellerini sarsıcı bir düzenleme, Vakıflarla ilgili düzenleme ise,Türkiye’nin uluslararası kimliğinin tapusu olan Lozan’ı sarsabilecek olan bir düzenlemedir. Bu iktidar, hem Anayasamıza hem Lozan Anlaşmasına yönelik saldırıyı fütursuzca sürdürmektedir”

-“ Başörtüsüyle türban arasındaki fark, bağlanma biçimiyle ilgili değildir, başörtüsü ile türban arasındaki fark türbanın bir tek saç telini göstermeyi dahi neredeyse dinden çıkma anlamında kabul eden taassup ifratı içinde bir kıyafetin topluma dayatılıyor olmasıdır. Başörtüsünde bir tek saç telimi dahi kimseye göstermem bağnazlığı, taassubu, ifratı yoktur”

-“Türban ne İslam’ın şartıdır, ne imanın şartıdır, ne büyük günahtır, günah-ı kebirdir, ne küçük günahtır, hiçbirisi değildir”

-“Karın kışın ortasında, buz gibi tazyikli sulara maruz bırakılan Tekel işçileri kendi özel çıkarlarını değil, Türkiye’nin menfaatinin mücadelesini veriyorlar ve onlara acımasızca en şiddetli tepki veriliyor. Bundan büyük üzüntü duydum”

-“Başbakan bizi dinlemiyor, tekstil işçisini dinlemiyor, Tekel işçisini dinlemiyor, bari batıyoruz diyen Mahmut Çalık’ı dinlesin Mahmut Çalık’a, Ahmet Çalık’ın babasına kulak versin”

İletişim Koordinatörlüğü (Ankara)-Genel Başkan Deniz Baykal 19 Şubat Salı günü CHP Grup Genel Kurulu’nda güncel olayları şöyle değerlendirdi;

“Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, bugünkü toplantımıza katılan değerli vatandaşlarım; hepinizi içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum. Önümüzdeki temel konular, bir yandan tartışılıyor bir yandan öyle umut ediyorum ki toplumumuz tarafından çok daha anlaşılıyor. Bu hafta yine bir süreden beri devam eden temel konulardaki yeni açılımları, görüşmeleri değerlendireceğiz ve ülkemizin önündeki sorunlara bir kez daha milletimizin dikkatini çekmeye çalışacağız.

Değerli arkadaşlarım, konuşmamın başında hemen birkaç noktaya değinmek istiyorum. Bir süreden beri Türkiye Büyük Millet Meclisi iki önemli yasal düzenleme ile uğraşıyor. Bunlardan birisi Anayasada türbanla ilgili olarak gerçekleştirilmek istenen düzenleme. Bu, kamuoyumuzda yeterince konuşuldu, tartışıldı. Bu tartışmalar da çok yararlı oldu. Konu, bugün çok daha iyi anlaşılmış, çok daha iyi değerlendirilir bir noktaya gelmiştir. Milletimiz, söz konusu olanın ne olduğunu çok daha net bir şekilde bu süreç içinde görmeye başlamıştır ve gerçekler gün yüzüne çok iyi bir biçimde çıkmıştır, çok yararlı bir tartışma dönemi yaşadığımızı düşünüyorum. Yine çok önemli bir yasal düzenleme Türkiye Büyük Millet Meclisinin gündeminde yer alıyor. O da Vakıflarla ilgili bir yasa düzenlemesidir. Türbanla ilgili yasa düzenlemesi, Vakıflarla ilgili yasa düzenlemesi. Bu iki düzenleme de Türkiye’nin çok temel düzenlemelerini ciddi şekilde olumsuz yönde etkileyebilecek nitelikte düzenlemeler olarak gözüküyor. Yani türbanla ilgili düzenleme Anayasamızın temellerini sarsıcı bir düzenlemedir. Vakıflarla ilgili düzenleme Türkiye’nin uluslararası kimliğinin tapusu olan Lozan’ı sarsabilecek olan bir düzenlemedir. Yani bu iktidar, aynı zamanda hem Anayasamıza hem Lozan Anlaşmasına yönelik bir saldırıyı fütursuzca sürdürmektedir. Buna milletimizin dikkatini çekmek istiyorum. Bu bir tesadüf değildir.


Değerli arkadaşlarım, Türkiye’nin bir büyük Millî Mücadele dönemi sonrasında gerçekleştirdiği sistem, elbette zaman içinde tartışılacaktır, geliştirilecektir, değiştirilecektir, ama bu sistemin temel dayanaklarını sarsmak, bunları gözden çıkarmış gibi bir anlayış içine girmek, Anayasamızın özünü, içeriğini boşaltacak düzenlemelere yönelmek, Lozan Anlaşması’nın güvence altına aldığı temel hakları, kimliği sarsacak bir açılıma yönelmek fevkalade sakıncalı, fevkalade tehlikelidir. Bu iki noktada çok ciddi gelişmeler yaşanıyor. Bunlarla ilgili değerlendirmelerimi sizlerle paylaşacağım.


Yine ekonomide çok ciddi sorunlar artık inkâr edilemez, görmemezlikten gelinemez bir noktaya gelmiştir. Ekonomi çok ciddi şekilde tedirginlik yaratmaktadır. İzlenen politika, artık çok önemli sorunların ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmıştır. Yani birazdan konuşacağız onu da, büyüme düşüyor düzenli olarak, işsizlik artıyor, Türkiye çok tehlikeli açıklar veriyor, giderek daha çok dış kanama yapan, dışarıya borçlanan, bağımlı hâle gelen bir ekonomi uygulaması Türkiye’de yürütülüyor. Bu ekonomi uygulaması vatandaşları çok ciddi şekilde rahatsız ediyor; çiftçiyi rahatsız ediyor, esnafı rahatsız ediyor, tüketiciyi rahatsız ediyor. Bunun ciddi bir şekilde ele alınması ve değerlendirilmesi ihtiyacı vardır. Bu konu göz ardı edilemez, türban saplantısı, Vakıflar Yasası çıkaracağız, Lozan’ı deleceğiz mücadelesi çok temel konuların gözden kaçırılmasına yol açıyor. Bunları da Türkiye’nin önüne koymak bizim görevimizdir, sorumluluğumuzdur. Yine özelleştirmeyle ilgili bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan yanlışlıkların aynı sorumsuzlukla bundan sonra da sürdürülmekte olduğu açıkça gözüküyor. Bu konuda da değerlendirmelerimi sizlerle paylaşacağım.


Değerli arkadaşlarım, şimdi önce bu türban tartışmasının bizi getirdiği noktayı hep birlikte bir kez daha belirleyelim. Bunun çok iyi anlaşılması gerekiyor. Bu konunun öneminin Türkiye için ne ifade ettiğinin, önümüzdeki dönemde nelere sebep olacağının çok iyi anlaşılması olağanüstü önemlidir. Bu doğrultuda bir mesafe aldık. Konu artık ilk gündeme getirildiği noktada değil, şimdi gerçekler ortaya çıktı. O gerçekler kendisini gösterdi, tereddütler ortaya çıkmaya başladı. Artık bakın, sekizinci gün, daha Çankaya imzayı atamadı, sekizinci gün. Daha konu konuşulurken uzmanlar konuyu incelemeye başlıyordu, her türlü hazırlık yapılıyordu, çok acil, çok önemli bir konuydu. Gece yarısı saat üçte imza görevini ihmal etmeyen Çankaya’nın, sekiz günden beri bu kadar önem verilen, bütün Türkiye’yi sarsan bir düzenlemeyle ilgili olarak bir derin düşünce içine girme gereğini hissetmiş olması, herhalde bir anlam taşıyor. Bu yaptığımız değerlendirmelerin ne kadar önemli, ne kadar haklı, ne kadar doğru olduğunu ortaya koyuyor. O nedenle bu göreve devam etmeliyiz.


Değerli arkadaşlarım, bakınız bu tartışmalar sonucunda neler ortaya çıktı, birlikte şöyle bir gözden geçirelim. Önce bir defa, başlangıçta konu başörtüsü konusu diye takdim ediliyordu. Başörtüsü, bir eğitim hak ve özgürlüğü konusu olarak bize sunuluyordu ve kamuoyu da bunu böyle kabul etme eğilimi içindeydi.


Şimdi geldiğimiz noktada çok iyi anlaşılmıştır ki olay farklıdır. Başörtüsü başkadır, türban başkadır, bu ortaya çıkmıştır.


Efendim, ne fark eder, ha başörtüsü, ha türban diyemezsiniz. Başörtüsü, Türkiye’nin sosyolojik, toplumsal, tarihi, kültürel bir geleneği, yaşamımızın bir parçası, toplumumuzun bir parçası, tarihi bir olay; yüzlerce yıldır, binlerce yıldır var. Türban? Türban öyle değil, türban yeni icat, yeni bir olay. Anadolu’nun bir geleneği değil, ithal, dışarıdan gelme. Bütün bunlar farklılık, ama asıl önemli farklılık şu:


Başörtüsünde bir tek saç telimi dahi kimseye göstermem bağnazlığı, taassubu, ifratı yoktur. Başörtüsüyle türban arasındaki fark, bağlanma biçimiyle ilgili değildir, başörtüsü ile türban arasındaki fark türbanın bir tek saç telini göstermek dahi neredeyse dinden çıkma anlamındadır taassubu, ifratı içinde bir kıyafetin topluma dayatılıyor olmasıdır. Bu ayrı bir olaydır, bizde kadınlarımızın, kızlarımızın, Anadolu’nun bir kültürü, bir geleneği olarak kendi anlayışı doğrultusunda, toplumun gelenekleri doğrultusunda, dinin icabı olarak anlayarak çok doğal bir biçimde bir başörtüsüyle, alçak gönüllü, mahfiyetkâr, dürüst, karşısındakine saygılı bir biçimde ortaya çıkması iki farklı olaydır. Bu anlaşılmıştır. O nedenle bir defa sorunun adını doğru koymak lazım. Türkiye’nin önündeki sorun türban sorunudur, türban. Nedir türban? Türban dıştan gelme, türban toplumun geleneğinde değil, türban bir tek saç telini dahi kimseye gösteremezsin anlamını taşıyan bir örtünme biçimidir.


Değerli arkadaşlarım, bunun ortaya çıkmış olması çok yararlı olmuştur. Artık kimse, bu konuda bir zihin dağınıklığı yaratamaz haldedir. Yine ikinci bir temel nokta şudur bu tartışmalarda kendisini gösteren: Efendim Kuran’ı Kerim’im emri, türbandır. Böyle bir şeyin olmadığı bu tartışmalar içinde çok açık biçimde ortaya çıkmıştır. Dinin emri türbandır, böyle bir şeyin olmadığı da ortaya çıkmıştır ve bu konuda gerçekler, dini gerçekler de toplumumuz tarafından çok daha iyi değerlendirilir bir noktaya gelmiştir.


Değerli arkadaşlarım, Kuran’ı Kerim’in türban biçiminde bir örtünme anlayışını dayattığı iddiasının hiçbir dini temeli olmadığı bu tartışmaların ışığında ortaya çıkmıştır ve örtünmenin din içindeki yeri, anlamı çok daha net biçimde görülmüştür.


Değerli arkadaşlarım, yani bu konuların konuşulması toplumda iki türlü tedirginliğin ortaya çıkmasına yol açıyor. Toplumda bazı kesimler, bu dini gerçeklerin giderek yaygın bir biçimde ortaya çıkıyor olmasından rahatsızdırlar. Daha önce ortaya attıkları temeli olmayan iddialarının boşlukta kaldığını görmekten rahatsızdırlar ve tepkilidirler. Ne karıştırıyorsunuz, size mi düştü? Sen ne karışıyorsun? Sen ne konuşuyorsun? Söylenen yanlışsa, çık söyle, yanlış bir söz varsa söyle. Kimse yanlış diyemiyor. Niye söylüyorsun? Gerçeklerin ortaya çıkması kimseyi rahatsız etmemelidir. Dini gerçeklerin ortaya çıkması da kimseyi rahatsız etmemelidir. Toplumda bu gerçeklerin ortaya çıkmasından memnun olmayanların bir tepkisine tanık oluyoruz. Bir de bu tür konuşmayı laikliğe aykırı sayan birileri var. Yahu, niye bu dini konuları konuşuyorsun? Dini konuları konuşmak, dini gerçekleri anımsatmak, ortaya koymak sanki laikliğe aykırıymış gibi bir anlayış geliştirilmek isteniyor.


Değerli arkadaşlarım, bunun hiçbir geçerliliği yoktur. Laiklik, dini gerçeklerin ortaya çıkmasını, konuşulmasını hiçbir biçimde engellemez, hiç böyle bir şey olmaz, yeter ki söylenen doğru olsun. Laiklikte dikkat edilmesi gereken nokta, yasal düzenlemenin, Anayasal düzenlemenin, hukuki düzenlemenin dini temellere dayandırılıyor olmamasıdır. Bu ayrı bir iştir, dinin neyi öngördüğü, neyi talep ettiği, dini gerçeğin ne olduğunun ortaya çıkması başka bir iştir. Bu ikincisinde hiçbir sakınca yoktur. Herkesin görevi gücü yettiğince, bildiğince doğru olmak kaydıyla dini gerçekleri ortaya koymaktır, bunun doğru anlaşılmasını sağlamaktır. Dine saygı göstermek, dine değer vermek, dinin düzenlemelerinin ne olduğunu anlamak ve anlatmak hiçbir biçimde laikliğe aykırı değildir değerli arkadaşlarım. Bunu herkesin çok iyi kavraması lazım. Dinin icabı budur diye, çoğu kere geçerli olmayan, doğru olmayan dayatmaları siyasete taşımak, siyasette onları etkili kılmaya yönelmek işte o yanlıştır, ona fırsat vermemek lazımdır.


Bizim yaptığımız ne? Biz, örtünmenin din içindeki yerini konuşuyoruz, Hıristiyanlıktaki yerini konuşuyoruz, Musevilikteki yerini konuşuyoruz, İslamdaki yerini konuşuyoruz. Ortada bir biçim var mı, Kuran’ı Kerim bunu nasıl anladı, bu ortaya çıksın. Çıkmasın. Niye çıkmasın kardeşim. Sanki, Kuran’ı Kerim’in emriymiş gibi dayatıyorlar, biz de çıkıyoruz hayır, Kuran’ı Kerim’in emri türban değildir diyoruz, ilan ediyoruz, söylüyoruz. (Alkışlar)


Bunlar, bu süreç içinde kendisini göstermeye başlamıştır ve çok yararlı olmuştur değerli arkadaşlarım. Bugün gelinen nokta o nedenle bir başka noktadır. Kimse, bu konuları din düşmanlığıyla, dine saygısızlıkla izah etme imkânına artık sahip değildir.


Biz, dine ve inançlara tam bir saygı içinde, laiklik anlayışımıza inançla sahip çıkarak diyoruz ki, Anayasaya dinin bile öngörmediği en ifrat, en tefrit bir örtünme biçimini kural olarak koymayın diyoruz. (Alkışlar) Ve bunun sonucunda görülmüştür ki, türban ne İslam’ın şartıdır, ne imanın şartıdır, ne büyük günahtır, günahı kebirdir, ne küçük günahtır, hiçbirisi değildir.


Bir talep vardır. O talep ne anlama gelir? O talibin içeriği nedir? Bunu din otoriteleri, fıkıh alimleri kendi aralarında konuşurlar, tartışırlar ve oraya baktığımız zamanda gördüğümüz şudur ki: Bize dayatılan manzara din alimlerinin kabul ettiği manzara değildir. Bunun ortaya çıkmasında yarar yok mu değerli arkadaşlarım? Bunu ortaya koymamız zorunlu değil mi? Gönül isterdi ki bu çok daha önceden konulmuş olsun, gönül isterdi ki bu konunun alimleri, bilginleri bu konuları milletimize anlatmış olsun. Ama ortadaki bilgi eksikliğinden, bilgi karartmasından yararlanarak birileri belli bir biçimi Türkiye’ye dayatmaya başladığı zaman, elbette her sorunlu insan çıkacaktır, gerçekleri hatırlatacaktır. Bakın bu geldiğimiz noktada, kısa bir süre önce çok sevindirici, çok önemli açıklamalar, değerlendirmeler birbiri ardından yapıldı. Bunları memnuniyetle görüyorum. Bunlardan en sonuncusuna dikkati çekeyim.


Türkiye Diyanet Vakfı Kadın Faaliyetleri Yöneticisi Sayın Ayşe Sucu Anadolu’ya çıktı, bu konuda gerçekleri anlattı. “Başörtüsü ve giyim coğrafyaya, iklime göre, örfe göre âdetle ilgili bir konudur” dedi. Bir konferansında, sırf bu tartışmaları aydınlatmak için Anadolu’ya çıktığı, pek çok türbanlı dinleyicinin de bulunduğu bir konferansta bunları anlattı. Suudi Arabistan’a gittiğinizde yüzünüzü bile açmaktan imtina ediyorsunuz, çünkü o coğrafyada yüzünüzü bile açsanız kendinizi çıplak hissediyorsunuz. İster istemez orada, neredeyse peçe, şart diyesim geliyor. O toplum, o coğrafya geleneği öyle oluşturmuş. Ama Pakistan’a bakın, Hindistan’a, Afrika’ya bakın, çok yönlü farklı bir örtünme tarzıyla karşılaşırsınız. Kadınların örtünme şekliyle ilgili net bir yanıt istemesi üzerine Sayın Sucu diyor ki: “Kuran’ı Kerim’de başörtüsüyle ilgili ayette örtünme şekliyle ilgili bir açılım yoktur. İlla şöyle örteceksin, pardösü giyeceksin, şalvar giyeceksin diye bir ibare var mı? Yok diyor. Giyeceği kıyafet kadının kendisine bırakılmıştır, kendi tercihidir. Kadın olarak bizim dikkat etmemiz gereken husus, iffetli, namuslu kadın olmaktır. Başını örten namuslu….(Alkışlar) …başını açan namussuz, sakın böyle bir yargıya varmayalım. İnsanın namusu, iffeti, ahlakı kılık kıyafet üzerinde bina edilemez.” diyor. Kim diyor? Diyanet Vakfının bu konularla ilgili yöneticisi diyor.


Değerli arkadaşlarım, işte bunları duymak istiyoruz. Niye söyleniyor bunlar? Bu açıklamalar niye yapılıyor? Çünkü, bu konulardaki bir dayatmaya karşı bir değerlendirme yapılıyor. Bu değerlendirmenin çerçevesi içinde birileri çıkıp bu konulardaki bilgisini ortaya koyma gereğini duyuyor. Bu yararlı olmuştur, değerli arkadaşlarım. İşte biz de bunu anlatıyoruz, işte biz de bunu söylüyoruz. Biz isteriz ki, bunu biz söylemeyelim de başkaları söylesin, söylemesi gerekenler söylesin, çok daha önceden söylensin. Ama şimdi ihtiyaç ortaya çıkmış, gerçekleri kimsenin örtmesine izin vermeyiz. Bu konuda gerçekler ortaya çıkmaya başlamıştır ve bence de çok yararlı bir durum kendisini göstermiştir. Şimdi bunlar ortaya çıktıktan sonra, değerli arkadaşlarım, Parlamentodan geçirilen Anayasa değişikliğiyle sorunu çözmenin mümkün olmayacağı artık anlaşılmaya başlanmıştır. Aklı başında herkes, yapılmış olan bu Anayasa değişikliğinin çözmek istedikleri sorunu çözmeyi güvence altına alamayacağını, başka pek çok sorunlar üreteceğini, bir karmaşa ortamı yaratacağını artık görmeye başlamıştır. Ve şu ortaya çıkmıştır ki:


Bu Anayasa değişikliği bir hukuk krizi yaratacaktır, Anayasaya aykırı mıdır, değil midir? Ne? Anayasa değişikliği. Canım, Anayasa değişikliğinin Anayasaya aykırılığı iddiası ancak şeklen Anayasa Mahkemesine götürülebilir deniliyor olması şeklen değil, esasen esastan yapılan değişikliğin Anayasaya aykırı olabileceğinin itirafıdır. Farkında, biliyor. “Aykırıdır da, bakamazsınız ki” diyor.


Şimdi, bakabilirler mi, bakamazlar mı, onu Anayasa Mahkemesi kararlaştıracak, o ayrı bir iş. O, o kadar kolay bir iş değil, Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri var. Teklif dahi edilemez maddelerini değiştirme amacıyla bir Anayasa değişikliği kabul edilse bakılmaz mı? Yani Anayasanın 2’nci maddesini, laikliği değiştirmeye yönelik bir Anayasa değişikliği usulen hiçbir eksik, noksanı olmadan geçse, Anayasa Mahkemesine, sakın ha, bunun esasına bakamazsın, sadece usule bakacaksın demek mümkün mü? Bunu onlar takdir edecek. Şimdi bu anlaşılmıştır.


Bu anlaşıldığı için Başbakan, “canım, şu 17’nci maddeyle ilgili konuyu bir askıya alalım” demeye başlamıştır. Niye askıya alıyorsun?


Eğer burada bir Anayasa zafiyeti yoksa, sen de merakla Anayasaya aykırı olup olmadığının ortaya çıkmasını bekleme ihtiyacını hissediyorsan, bunun altında ne yatıyor? Bu getirilen düzenlemenin hukuken rahat olmadığını, geçerliliğiyle ilgili haklı kaygıların bulunduğunu ve bunun belki de Anayasa Mahkemesinden geri dönebileceğini senin de öngörmeye başladığını gösteriyor. Bu ne, sorunu mu çözdük şimdi? Ne oldu? Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilmez temel noktalarıyla ilgili bir tereddüdü böylece yaratmış olduk. Ayrıca şu görüldü ki: Bu düzenleme toplumu kamplaştırdı, toplumu birbirine karşı bir ayrışma içine getirmeye başladı. Toplumun her kesimi, yargı kesimi, üniversite kesimi tedirgin, öğrenciler tedirgin, toplumda pek çok kesim bu konuda harekete geçip çare söyleme ihtiyacını hissediyor, bir büyük kaygı yaşanıyor. Ne var bunun altında? İşte, bunun altında getirdiğiniz düzenleme var. Ne yapacaktınız? Bir sorunu çözecektiniz. Şimdi, Türkiye günlerdir işi gücü bıraktı, sadece bununla yatıyor, bununla kalkıyor.


Değerli arkadaşlarım, eğitimin içine dini kimliği ön plana çıkaracak bir uygulamayı taşımanın Türkiye’de eğitime, devlet düzenine nasıl bir zarar verebileceği her geçen gün çok daha iyi anlaşılıyor ve Cumhurbaşkanı hâlâ düşünüyor şu saat, şu dakika itibarıyla.


Değerli arkadaşlarım, yine bu yapılan tartışmalar şunu ortaya koymuştur: Bu düzenleme böyle çıkarsa, kaçınılmaz olarak bu uygulama devlet dairelerine sıçrayacaktır, liselere de sıçrayacaktır. Şimdi, bunu herkes yeni görmeye başladı. Biz ta başında söylüyoruz, şimdi herkes yeni yeni kavramaya başladı, yahu gerçekten çıkacak. Ne yapalım? Şimdi ne yapmaları gerektiğini yeni yeni düşünüyorlar. Ortaya attıkları 17’nci madde bunu sağlamaya yeter, yetmez belli değil. Birileri çıkıyor, “Anayasada güvence getirin” diyor, “Anayasa değişikliği yapın” diyor. Birileri çıkıyor diyor ki “Buna göre değil de, Anayasanın 14’üncü maddesine göre yeni yasal güvenceler getirelim.” Niçin güvenceler getirelim? Toplumda başı açık yaşamak istediği halde bir baskıya maruz kalabilecek olan insanları güvence altına almak için. Ne oldu? Bu yaptığınız için ne gibi etkiler yaratacağını görmeye başladınız. Şimdi, onları himaye edecek yeni kanunlar ihtiyacını görmeye başladınız, o konuda teklifler yapıyorsunuz.


Değerli arkadaşlarım, bunun sorun çözmeyeceği, sorunu yaygınlaştıracağı, genelleştireceği, devlet dairelerine taşıyacağı, liseye taşacağı açık, zaten girmiş, zaten devlet dairelerine girmiş, zaten liselere girmiş. Nitekim toplumda birileri hemen bunu görünce,”ikinci aşama budur” diye talebini yapmaya başladı, AKP’nin milletvekilleri yapmaya başladı, kadın milletvekilleri yapmaya başladı, yetkili komisyon üyeleri yapmaya başladı ve güç bela, aman ha, sakın ha partinin aleyhinde kullanılır falan diye göstermelik tedbirlerle konu geçiştirilmek isteniyor. Nedir? Görüyorsunuz işte, tutmanız mümkün değil. Şimdi, idare edebilirsiniz bir süre, sonra ne olacak? Gerisi gelecek. Bu görüldü değerli arkadaşlarım. Siz bastınız mı düğmeye bunun gerisi gelir, bu ortaya çıktı. Canım, ona da bir çare bulalım, kanun çıkaralım. CHP de gelsin, bizimle iş birliği yapsın, birlikte bir çare bulalım, şimdi bunları konuşma noktasına geldiler.


Değerli arkadaşlarım, bir işe kalkıştılar, o işin nereye kendilerini götüreceğinden haberleri olmadığı ortaya çıktı. 17’nci maddeyle ilgili mutabakat, ne oldu? Dur, yaptığımız iş Anayasaya aykırı mı, değil mi bir görelim. 17’nci madde, biz mutabakat sağladık, ama içinde eski Adalet Bakanları var, Anayasa Komisyonu Başkanları var, AKP’nin bütün hukukçu kadrosu işin içinde, yapmışlar, ya bu bir işe yaramaz, bunu bıraksak, başka bir şey arasak, şimdi o arayışın içindeler.


Değerli arkadaşlarım, şunu herkesin çok iyi bilmesi lazım: Böyle bir süreç başlarsa, yasalarda hatta Anayasada yapılacak düzenlemelerle bu olayın diğer kesimlere sıçramasını önlemek mümkün değildir. Hukukla bunu önleyemezsiniz. Sorunu tahrik ediyorsunuz, sorunu teşvik ediyorsunuz, sorunu büyütüyorsunuz, sonra o sorunun yansıyacağı alanlara kaleler, burçlar dikerek kendinizi savunmaya çalışıyorsunuz, mümkün değildir değerli arkadaşlarım. Bu temel yanlışı görmeleri ihtiyacı var, yavaş yavaş o rahatsızlığın içine girmiş olduklarını görüyorum. Niye? Çünkü, üç haftadır bunu konuşuyoruz. Bu konuşmalar, bu tartışmalar herkesi etkilemeye başladı. Dur, bir bakalım, acele etmeyelim demeye başladılar. Aceleyi başlangıçta etmeyecektiniz, düğmeye basarken etmeyecektiniz.


Değerli arkadaşlarım, yine 17’nci maddeyle ilgili mutabakatı ne kadar ciddiye almadıkları, ne kadar işlerine yaradığı ölçüde işlerine yaradığı sürece diğer partilerle anlaşmaları uygulayacaklarını, işlerine gelmediği noktada da herkesi yarı yolda bırakabilecekleri bir kez daha bu olay vesilesiyle ortaya çıkmıştır. Şimdi, bu tablo karşısında yine netleşen bir tablo şu: Bu niye kendisini göstermiştir? Bunun dini siyasette istismar etme anlayışı içinde denendiği açıklık kazanmıştır, artık tartışma götürmez bir gerçektir. Bu, resmen itiraf da edilmiştir.


Hasat kavramıyla bu işin altında yatan anlayış itiraf edilmiştir, gerçek açıkça görülmüştür. Bir siyasi istismar girişimiyle karşı karşıya olduğumuz net bir şekilde görülmüştür. Başlangıçta, hatırlarsınız, “Öncelikli konu değil” diyordu Sayın Başbakan, “bu, öncelikli bir konu değil” diyordu. “Halka en önemli sorunlar nedir? diye soruyoruz, işte, işsizlik, pahalılık, eğitim, sağlık…” sayıyorlar, “en sonda geliyor, önemli değil” diyorlardı. “Yüzde birbuçuğun meselesi” diyorlardı. Şimdi, bunu böyle uzun süre götürdüler, sonra birden bire baktık Madrid’te “siyasi simgeyse siyasi simge” diye ortaya çıktı.


Değerli arkadaşlarım, bunların hepsi çekilen fotoğraflardır, bu süreç içinde çekildi bu fotoğraf, samimiyet fotoğrafı çekildi, dürüstlük fotoğrafı çekildi ve istismar fotoğrafı bu süreç içinde çekildi. Şimdi en son geldiğimiz noktada, daha önce söyledi, sert tepki gösterdik, laikliğin güvencesi benim” dedi Başbakan.


Dedik ki, laikliği, biz, bizim Genel Merkezdeki kedimiz Şerro’ya ciğer emanet ederiz, sana laiklik emanet etmeyiz. (Alkışlar) Bir süre durdu, dün yine Başbakan çıktı “laikliğin güvencesi benim” diyor.


Değerli arkadaşlarım, yani siz “Cumhurbaşkanını birlikte seçeceğiz” dediniz kamuoyun karşısına çıktınız, bıraktınız dayatmanızı yaptınız; siz “türbanı uzlaşmayla gerçekleştireceğiz, bir uzlaşma sağlanarak bu işi ele alacağız” dediniz, sonra “siyasi simgeyse siyasi simge” diye ortaya çıktınız; 17’nci madde konusunda daha dün söz verdiniz verdiğiniz sözü unuttunuz, şimdi çıkmışsınız bize diyorsunuz ki, “laikliğin güvencesi biziz, bize güvenin.”


Değerli arkadaşlarım, yani eğer Türkiye’de laikliğin güvencesi verdiği sözlerin arkasında bir türlü duramayan, “dokunulmazlığı kaldıracağım” deyip yıllarca bu vaatleri yaptıktan sonra unutan bir insanı Türkiye’de laikliği emanet edeceksek yazıklar olsun Türkiye’ye. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, hiçbir hukuk devletinde, hiçbir demokraside laikliğin teminatı herhangi bir kişi olamaz, hele “laiklik de ne oluyormuş, millet isterse laiklik de kalkar” demiş olan bir siyasetçi hiçbir zaman olamaz, herhangi bir insan olamaz, adı Tayyip Erdoğan olan bir insan kesinlikle laikliğin güvencesi olamaz. (Alkışlar)


Takiyeyi kendisine siyasi meslek edinmiş olan bir insana, ağzından çıkan sözü ciddiye alarak laikliği emanet edeceğiz, götürecek böyle bir şey olabilir mi? Bunun hiçbir geçerliliği yoktur. Bunlar, bu süreç içinde net bir şekilde ortaya çıkmıştır.


Değerli arkadaşlarım, bakınız Başbakan diyor ki “Ya ne değişti, bu kadar yıldır iktidardayız? Değişen bir şey yok, yani ne korkuyorsunuz, bir şey olmaz” demeye getiriyor.


Değerli arkadaşlarım, bakınız ne değişti, bunun bir katalogunu çıkarıp Başbakanın önüne koyacağız. Ama ben, sadece şimdi bu ders yılında, içine girdiğimiz ders yılında, bu geride kaldığımız birkaç ay içinde yaşanmış olan birkaç olayı size olayı anımsatmak istiyorum. Önce, Amasya Anadolu Kız Meslek Lisesinde okuyan 4 kız öğrenci, oruç tutmuyorlar diye, uğradıkları baskıya dayanamayarak okuldan ayrılmak zorunda kalmıştır. Öyle mi, değil mi? Açık, gerçek, kim olduğu belli, isimleri belli, baskıyı kimlerin yaptığı belli, yapanlar hakkında ciddi bir önlem alınmadığı ortada, yani bu yaşanmış olan bir olay.


İstanbul Esenyurt Çok Programlı Lisesi öğrencisinde bir çocuk, mezhep nedeniyle öğretmen tarafından dövülerek hastanelik edilmiştir ve bu da ortaya çıkmıştır, bunun da inkâr edilir bir tarafı yok, kanıtlanmış bir olay. Yeri belli, kim olduğu belli. Yani daha ayrıntıya girmek istemiyorum, çok üzücü yönleri var. İstanbul Esenyurt Çok Programlı Lisesinde bir öğrenci dövülerek hastanelik edilmiştir, yine mezhep nedeniyle. Belediyede çalışan babası, belediye yönetimi tarafından tehdit edilerek konuşmaması sağlanmıştır.


Antalya Altınova’da İlköğretim Okulunda 5 öğrenci, yine ibadet nedeniyle tacize maruz kalmışlar, Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni tarafından okul içerisinde çocuğa çok hakaretamiz sıfatlar takılarak hitaplarda bulunulmuştur ve okul yönetimine bu konu yansıtılmıştır.


Gebze Darıca beldesinde bir öğretmen, bir başka öğretmenle, mezhep nedeniyle, çatışmış ve kurşun yağmuruna tutularak öldürülmüştür.


İstanbul Sarıyer’de tarikat tuzağına düşen 2 öğrenci kardeş intihar etmişlerdir. Babası derdini anlatacak bir yetkiliye ulaşamamaktadır. Bu olaylar, AKP İktidarı ile gerçekleşen olayların sadece aklımıza hemen gelen, basına yansımış olan bir kısmıdır.


Değerli arkadaşlarım, en son olarak da Mersin’de, bildiğiniz gibi, kızlara ve kadınlara şırıngalı saldırılar düzenlenmiş ve olay yine emniyetin ve yöneticilerin telaşı ve yakın ilgisiyle kamuoyuna yansımadan kontrol altına alınmıştır. Şimdi, bunlar yaşanan olaylar. Başbakan diyor ki “Ne değişti?


Başbakan ne değişti derken, bu öldürülen öğretmenin eşine, karısına, çocuklarına, bu şırıngalı saldırıya, asit saldırısına maruz kalan kızın ailesine “Ne değişti?” de de, bir cevabını al da bir görelim. (Alkışlar) Onlar, neyin değiştiğini sana bir anlatsınlar.


Değerli arkadaşlarım, bakınız bugün gazetelerde var. Talim Terbiye Dairesinin son Başkanı ayrıldı. Talim Terbiye, Milli Eğitim Bakanlığının, eğitim, kültür, çocuklarımız, gençlerimiz, talim terbiye, hatırlarsınız, bu iktidar gelince ilk yaptığı iş, bir gece yarısı darbesiyle Talim Terbiye Dairesinin tümünü görevden almak olmuştu, işe öyle başladılar. Kendileri atadılar, şimdi üçüncü Talim Terbiye Başkanı değişiyor.


Değerli arkadaşlarım, geride bıraktığımız 56 yılda - Talim Terbiye’nin kurulduğu tarih 1980’e kadarki - 56 yıl içinde yedi defa Talim Terbiye Dairesi Başkanı değişti, bu son dönemde üç tane Talim Daire Terbiye Başkanı değişti, kendileri atıyorlar, kendileri değiştiriyorlar. Şimdi, görevden alınanlar, yeni gelenler her birisi ayrılırken açıklamasını yapıyor, niye ayrıldığını anlıyoruz. Niye ayrılıyorlar acaba, ne var? Bakın, ilk ayrılan Sayın Ziya Selçuk. İyi niyetle çalışıyor, fakat “üretecek, katkı sağlayacak bir ortam bulunmadığı, verimli çalışma imkânı kaybolduğu için ayrılıyor.” Daha sonra görevden ayrılan Talim Terbiyenin Başkan Yardımcısı Ali İlker Gümüşlü, “Talim Terbiye Kurulu Türk Milli Eğitiminin beyni. Burada görev yapacak olan insanlar atama yoluyla değil, belli kriterlere göre seçilmelidir.” diyor “ve sistemi düzeltmek için mücadele verdim ama, ne yazık ki, mücadele verirken oraya getirdiğimiz doktoralı insanları bir günde görevden aldılar. Yerlerine kendilerine yakın kişileri getirdiler. Bunun sorumluluğunu üstlenemezdim.” diyor ve ayrılıyor. En son olarak da Sayın İrfan Erdoğan, “Atatürk’ün yolunda hareket etmeye devam edeceğim” diyerek ayrılıyor. (Alkışlar)


Şimdi, değerli arkadaşlarım, yani bu yaşanan olaylar bir rastlantı mı? Türkiye’de konuştuğumuz konularla ilgili toplumun tepkisi, tedirginliği, rahatsızlığı, kaygısı temelsiz, haksız, boş bir kaygı mı? Bunun ciddi temelleri yok mu? Bu anlayış sistemli bir şekilde beslenip götürülmüyor mu? Başbakan diyor ki “Din devleti yapmayacağız.” Türkiye’de ne olacağına senin karar verme imkânın hızla kayboldu. Sen, birtakım süreçleri harekete geçirdin, birtakım mekanizmaların düğmesine bastın, ortaya çıkan tablo, hiç kuşku yok, önümüzdeki dönemde seni de aşan çok daha ciddi sorunlarla bizi karşı karşıya bırakacak. Sen bunun farkında değilsin. Sen, neyin güvencesini verebiliyorsun? Senin niyetinle ne ilgisi var? Sen, “günü geldiği zaman papaz elbisesi de giyerim” dersin, işine geldiği zaman “laiklik de kalkar” dersin…(Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, gidiş iyi değil, gidiş iyi değil. Gidiş, kontrol edilemez bir şekilde sürdürülüyor. Birileri, mali imkânlarıyla, örgütlenme olanaklarıyla, devlet içinde kadrolaşmayla, milli eğitimin yetkilerini, olanaklarını kullanarak Türkiye’yi bir başka noktaya doğru çekiyor, çekiyor, çekiyor, böyle bir tablo var ve bunun en temel kırılma noktalarından birisi de bu Anayasa değişikliğidir. Daha önceki Cumhurbaşkanlığı seçimi öyle bir kırılma noktası idi, şimdi Anayasa değişikliği ikinci temel bir kırılma noktası olarak önümüzde. Bunları halka, topluma, millete anlatacağız, sağduyuyu harekete geçireceğiz ve olumsuz gidişi hep beraber önlemeye gayret edeceğiz, bunu yapıyoruz değerli arkadaşlarım. Şimdi, Başbakan öfkeli bir üslupla çıkıyor Almanya Şansölyesi Bayan Merkel’den, eski Cumhurbaşkanımız Süleyman Demirel’e, Altan kardeşlere, Ahmet ve Mehmet Altan’a, Cumhuriyet Halk Partisine kadar hepimize veriyor, veriştiriyor. Bir öfke içinde, bir kızgınlık içinde bağırıyor çağırıyor.


Değerli arkadaşlarım, Başbakanın bu öfkeli üslubundan sakın rahatsız olmayın, yani ben, pek çok kişi bundan üzülüyor, bunu görüyorum, sakın üzülmeyin, aldırmayın, hiçbir önemi yoktur, hiçbir değeri yoktur. Başbakan kendi kendisiyle kavga ediyor, aynayla kavga ediyor, gölge boksu yapıyor, içindeki bunalımı ortaya koyuyor. Öfkesinden dolayı sakın canınız sıkılmasın, sakın ha daha sonra birileri eteğinden çekerek Başbakanı, “ya çok yanlış yapıyorsun, biraz yumuşak söyle, daha iyi mesajlar ver. Ona göre konuş” dedi diye çıkıp bu defa televizyonda ağzından bal akarak konuştuğu zaman da sakın ha inanmayın. (Alkışlar)


Başbakanın öfkesine kızmayın, o boş sözlerine de inanmayın. Hiç aldırmayın, siz devam edin. O, kendi şartlarına göre konuşuyor, söylüyor. Gerçekler ortada, söylediğimiz her şey gerçektir burada, delilleriyle, belgeleriyle ne oluyor ne bitiyor, kim yapıyor, niçin yapıyor, nereye götürüyor onu açık bir şekilde ortaya koyuyoruz.


Değerli arkadaşlarım, şimdi Türkiye, peki bu sorun nasıl çözülüre geldi, böyle çözülmeyeceğini anladı da. Bu sorun nasıl çözülür, şimdi Türkiye’nin gündeminde bu. Bakın, nasıl çözülür, size söyleyeyim:


1- Bu sorun, bir defa laiklik konusunda hiçbir tereddüt yaratmayan, laiklik inancı sapasağlam güvenilir bir iktidarla çözülür. (Alkışlar) Birinci şart budur. Laiklik konusunda anlayışı belli, kafasının arkasında kendi gündemi olan, ikinci hesabı olan birileri gelecek bunu çözüyor gibi yaparak başka amaçlara gidecek ve Türkiye bunu seyredecek, bu olmaz kardeşim. Laiklik konusunda güven veren bir iktidar olacak, bir.


İkinci şartını söyleyeyim size: Hiçbir şekilde bu konuyu bir istismar konusu yapmayacak, hiçbir şekilde istismar konusu yapmayacak. (Alkışlar) Ne bir din istismarı anlayışı içinde olacak ne de bu konuyu istismar etme anlayışı içinde olacak, ikinci koşulu bu.


Üçüncü koşul: Türkiye’yi yaşam tarzıyla bir başka topluma doğru çekme anlayışı içinde olmayacak. Kendi yaşam tarzımızın içinde doğal, bireysel tercihler olarak bu ortaya çıkacak. Türkiye’nin eğitimini, kültürünü, devletin yetkilerini, gücünü topluma bir farklı hedef sergileyerek yönlendirmeye kalkmayacaksın. Kendiliğinden spontane herkes kendi tercihi neyse o tercihle gidecek ama o tercihi siz siyasallaştırıyorsanız, o tercihi siz Türkiye’nin yapısını, dokusunu, yaşam tarzını değiştirmek için bu amaçla kullanıyorsanız, bu da görülmüşse bu sorun yine çözülmez. Bu sorunu çözmek bu sorunu istismar etmeme anlayışı içine girmek demektir. Ta başından beri bizim ısrarla üstünde durduğumuz hep bu olmuştur, ısrarla biz, bu konuyu kimse kurcalamasın, kimse kaşımasın, kimse bunu gündeme getirip istismar etmesin, bırakınız zaman içinde bu konu kendiliğinden çözülür. Nasıl çözülür? Laiklik konusunda güven veren bir siyasi tablonun netleşmesi halinde bu çözülür. Siz tam tersini getirdiniz. Türkiye’yi laiklik telaşı, kaygısı, korkusu içine soktunuz. Bu korkunun içine sokmuş olan bu iktidarın eliyle bu konu çözülebilir mi? Tabii çözülemez.


Değerli arkadaşlarım, olayın özü bunu aşan, bu olayı aşan çerçevesi işte budur. Türkiye’de herkes, ülkenin nereye doğru gittiği, yarın ne olacağıyla ilgili çok ciddi telaş ve kaygı içindedir. Bu kaygı nedeniyle bu konular gündeme gelmiştir.


Değerli arkadaşlarım, başlangıçta dikkatinizi çektiğim iki noktaya da değinmek istiyorum. Önce bir defa, bu özelleştirme uygulamasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bir süreden beri çok açık, bunu hep beraber yaşadık, gördük, bugün de en son olarak Tekel’in özelleştirilmesiyle ilgili bir işçi direncini iki gündür izliyoruz. Dün televizyonlara yansıyan manzara gerçekten hepimizi çok derinden etkiledi. Karın kışın ortasında, buz gibi tazyikli sulara maruz bırakılan tekel işçileri, kendi özel çıkarlarını değil, Türkiye’nin menfaatinin mücadelesini veriyorlar ve onlara acımasızca en şiddetli tepki sergileniyor. Onu görmekten çok büyük üzüntü içine girdiğimi ifade etmeliyim.


Yani, hatırlayınız, geçmişte yapılan özelleştirmeler nasıl bir tablo ortaya koydu? Bakınız, kısa bir hatırlatma yapayım size. Bunlar fabrika yapmadılar, tesis kurmadılar, ülke ekonomisine güç katacak girişimleri takip edip gerçekleştirmediler, elde avuçta ne varsa onları satarak günü geçiştirmeye çalışıyorlar. Bu anlayış içinde yaptıklarını size kısaca hatırlatayım. Mesela, piyasa değeri 52 milyon dolar olan Balıkesir SEKA Fabrikasını 1,1 milyon dolara bir yakınlarına verdiler. Çok yakınlarına gelir gelmez bir hediye olarak, yüz görümlüğü bunu verdiler.


Değerli arkadaşlarım, TÜPRAŞ’ın yüzde 65,76’sını 1 milyar dolara bir yabancı firmaya verdiler. Büyük mücadele verildi, ilgili sendika hukuk mücadelesi verdi, hepimiz destek olduk, iptal edildi. Yeniden ihale yapıldı, bu defa 3 milyar dolara, 4 milyar 140 milyon dolara verildi, topluma 3 milyar dolarlık bir kazanç sağlanmış oldu. Yoksa, o ilk kararları eğer uygulanabilmiş olsaydı, milletin 3 milyar doları peşkeş çekilmiş olacaktı.


TÜPRAŞ’ın yüzde 14,76’lık bölümünün hikâyesini hepimiz biliyoruz. Türkiye’nin 750 milyon dolarlık hakkı peşkeş çekildi. Kime? Offerlere. Nasıl peşkeş çekildi? Başbakan ile Maliye Bakanı ile özel ilişkiler içinde. Buluştunuz mu diye sorduk Başbakana, “Buluşmadık” dedi. Buluştukları ispat edildi. “Sabah buluşmadık” dedi, öğleden sonra buluşmayı kabul etti. Gece yarıları Maliye Bakanı ile özel buluşmalar gerçekleştirildi, bu şartlar altında yapıldı.


Oymapınar Barajının 49 yıllık kullanım hakkı ve Seydişehir Alüminyum tesisleri 305 milyon dolara yine satıldı ve Danıştay iptal etti. Şimdi, bunlar da hukuktan şikâyetçi. Hukuk olmasa bütün bunlar da elden kaçacak, gidecek. Manisa Sümerbank Fabrikası ve Fabrikanın 90 dönümlük arazisi 3 milyon 750 bin dolara satıldı. Satın alanlar dört ay sonra 90 dönümlük arazinin sadece 55 dönümüne bir yabancı firmaya 13 milyon 750 bin dolara sattılar. 3 milyona aldılar, 13 milyona sattılar, 90 dönüm aldılar, 50 dönümünü sattılar.


Değerli arkadaşlarım, şimdi Tekel satılıyor. Tekel, yani Türkiye’nin sigara piyasası, tütün piyasası, Türkiye’de yerli tütün üretimi, dış kaynaklı tütün alışkanlığının toplumda yaygınlaştırılması hepsi bir bütün. Tekel’in değeri giderek düşürüldü. Gerekli yatırımlar yapılmadı, ciddi şekilde ihmal edildi, Tekel’le ilgili bir sürü yolsuzluklar yaşandı, Tokat’ta yaşanan olaylar hâlâ netleştirilmiş, ortaya konulmuş değildir, şimdi bunun satışını gerçekleştirecekler. Artık bu konular, ülkenin ekonomik yararı düşünülerek değerlendirilen konular olmaktan çıkmıştır, sadece para ihtiyacıyla yapılan bir iş hâline gelmiştir.


Bakınız ekonomide çok kaygı verici gelişmeler var. 2004’ten bu yana, daha önceki programın hızıyla 2004’e kadar Türkiye bir ciddi büyüme hızını gerçekleştirdi. 2004’ten bu yana düzenli olarak büyüme düşüyor. 2005, 2006, 2007, şimdi 2007 yüzde 4,5’uğa düştü. Büyüme düşüyor, ama cari açık artıyor. Bunlar işbaşına geldikleri zaman 2002’de Türkiye’nin cari açığı 1,5milyar dolardı, şimdi 38 milyar dolar oldu 2007 sonunda. 2007’nin Aralık ayındaki cari açık miktarı 2002’nin 12 aylık bütün bir yıla ilişkin cari açığının üç katından fazladır. 5 milyarın üzerinde cari açık verildi 2007’de, 1,5 milyardı 2002’deki bütün bir yılın cari açığı.


Değerli arkadaşlarım, cari açık artıyor. Cari açığın finansmanı artık değişmeye başladı. Eskiden cari açık portföy yatırımlarıyla finanse ediliyordu, yani Türkiye’ye gelmiş Türkiye’de borsaya girmiş ya da devlet tahvili almış olanların yatırımlarıyla finanse ediliyordu. Şimdi artık onlar azalmaya başladı, Türkiye’de giderek daha fazla borçlanarak bu iş ödeniyor. Borçlanma yaptığınız zaman faizle kaynağı buluyorsunuz, faizle ödeme yapıyorsunuz, hem cari açık artıyor hem de cari açığın finansmanı daha kaygı verici, daha olumsuz bir nitelik kazanıyor ve ayrıca Türkiye’de özelleştirme cari açığı kapatmak için kullanılıyor. Şimdi bu Tekel satışı, yarın bir iki bir şey satış daha, bunlarla cari açık… Gün kurtarılıyor, an kurtarılıyor, ama ekonominin yapısı, işleyişi, temelleri, maalesef çözülebilmiş durumda değil. Bu, çok ciddi bir konudur. Türkiye derhal bu ekonomik politikalara ciddiyetle eğilmelidir. Bu konuda yeni bir anlayışı, yaklaşımı yürürlüğe koymak lazımdır. Sadece halkın şikâyetleri, hayat pahalılığı şikâyetlerinin giderek artmakta olduğunu görüyoruz. Enflasyonla ilgili ölçümün hiçbir ciddiyet taşımadığı artık görülmeye başlamıştır. İşsizlik iki rakamlı, çift rakamlı bir hâle gelmiştir, 2007 sonunda gelmiştir. Artık işsizlik de kamufle edilemez bir artış kendisini gösteriyor. Sanayi çarşılarında, sanayi merkezlerinde, organize sanayi merkezlerinde iş yerleri ciddi sıkıntıyla, sorunla karşı karşıya, esnaf ciddi sıkıntı içinde, çiftçinin sıkıntısı var, böyle bir tablo yaşanıyor ve Türkiye giderek bunlara daha çok teslim olur bir noktaya doğru sürükleniyor.


Değerli arkadaşlarım, böyle bir manzara içindeyiz. Ama sevindirici bir nokta şudur: İktidarın artık niteliği, kimliği ortaya çıkmaya başlamıştır. İktidarın herkesi böyle bugüne kadar olduğu gibi aynı söylemle yanıltma, aldatma olanağı hızla kayboluyor. Bunu açıklıkla hep birlikte görüyoruz. Ekonomik sıkıntıların giderek daha yaygınlaşması, gerçeklerin daha iyi kavranmasını da hızlandırıyor, kolaylaştırıyor. Bunu önemli ve olumlu bir gelişme olarak görüyorum ve bu noktaya özellikle sizin, Cumhuriyet Halk Partililerin dikkatini çekmek istiyorum. Gerçekten önümüzdeki dönemde hep birlikte çok daha verimli, çok daha başarılı çalışmalar yapmamız gerekiyor. Bunu birlikte gerçekleştireceğimizi düşünüyorum. Bakınız bu ortamda bir gelişen tablo da şudur: Türkiye bir yandan ekonomi geriliyor, üretim azalıyor, işsizlik artıyor, yoksulluk derinleşiyor, bir yandan bu tabloyla karşı karşıyayız, bir yandan da Türkiye’de bir yeni bir süreç başlıyor. Bu süreç, değerli arkadaşlarım, Türkiye’de kumar ekonomisinin gelişmeye başladığı bir süreçtir, buna dikkatinizi çekmek istiyorum. Bakın, ona geçmeden Türkiye’de ekonomik sıkıntıların ilginç bir yeni tanığı ortaya çıktı, onu da size kısaca hatırlatmak isterim. Bugünkü gazetelerimizde vardı. Türkiye’nin çok önemli bir tekstil kuruluşunun başında yer alan başkanı Sayın Mahmut Çalık, Ahmet Çalık’ın babası Mahmut Çalık bugün basımızda tekstil sanayinin nasıl bir felakete doğru sürüklendiğini Başbakana kararlı bir ifadeyle anlatıyor. Gerçek budur değerli arkadaşlarım. Türkiye’de ithalat patlıyor, ihracat artık eski hızla artmıyor, dış ticaret açığı artıyor. Türkiye içeride ürettiği sanayi mallarını ara malı ithalatıyla karşılıyor. İhracatımızdan fazla ara malı ithalatı yapıyoruz. Sadece ara malı ithalatı Türkiye’nin ihracatının üzerindedir. Bunun sonucu ne? Bunun sonucu, işte Mahmut Çalık’ın şikâyetidir. Başbakan bizi dinlemiyor, tekstil işçisini dinlemiyor, Tekel işçisini dinlemiyor, bari Mahmut Çalık’ı dinlesin Başbakan. (Alkışlar) Mahmut Çalık’a kulak versin, Ahmet Çalık’ın babasına kulak versin.


Değerli arkadaşlarım, bu arada ne oluyor vatandaş? Sadaka ekonomisi, biliyoruz, sadaka ekonomisinde yeni aşamaya geçtik, kumar ekonomisi, artık Türkiye’de şimdi yeni kumar ekonomisi. Bakın, dikkatinizi çekiyorum, Türkiye’de devletin oynattığı şans oyunları, pazartesi günleri on numara, Salı günleri at yarışı, iddaa, Çarşamba günleri şansa topu, Perşembe süper loto, bir de 6,54, neyse, Cuma at yarışları ve iddaa. (Alkışlar) Cumartesi sayısal loto, 6,49, Pazar spor toto, süper toto, süper loto ve gol 7’i, tamam mı. (Alkışlar) Şimdi, bu yetmiyor, televizyonlarımız da bu çabanın içinde yer alıyorlar, çünkü reyting var. Niye? Çünkü, Türkiye’de insanlar umudunu kaybetmiş, artık kumara toplumsal olarak yönlendiriliyoruz. At yarışları İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa ve Urfa’da düzenleniyor, Anadolu’nun her tarafında. 2008 yılında 487 yarış günü var, geceleri de oynanmaya başlandı, geceleri de oynanıyor. İddaa her gün oynanıyor, Milli Piyangonun her ayın 9’u, 19’u ve 29’unda çekilişi var; kazı kazan her gün oynanıyor. Şimdi, televizyonlardaki paralı yarışma programlarını da bu çerçevede değerlendirmemiz lazım. Yani Show TV’de Var mısın Yok musun, Acun Ulucalı; ATV’de Şans Yolu, Star’da Kim Bir Milyon İster, Kenan Işık; Fox TV’de Ahmet Çakar ile Şansa Bak; Kanal 7 Hayatımın Fırsatı, Tamer Karadağlı. Şimdi, nereye gidiyor Türkiye değerli arkadaşlarım? Bu nasıl bir toplum? Nasıl bir ekonomi? Nasıl bir alın teri, emek, çaba karşılığı, dayanışma içinde giderek gelişen, büyüyen bir toplum yaratma gayreti, iktidar nerede duruyor, Hükümet nerede duruyor? Türbanla meşgul, türban, türban.. Bir ayağın faizde, bir ayağın kumarda, ondan sonra da türban cakasıyla çıkıyorsun ortaya. (Alkışlar)


Değerli arkadaşlarım, hepinize teşekkür ederim, sevgiler, saygılar sunarım. (Alkışlar)